İstanbul’da sıkıcı, sıradan bir kasım sabahı. Aslında hava
kasım ayı için hiç de fena değil. Havada bulut yok, dondurucu bir soğuk da yok ve
kuruyan renk renk yapraklar kaldırımlara taşmaya başlamış. Ama bu sabahın erken
saatlerini, Özer Apartmanının kapıcısı için dayanılmaz boğucu kılan bir şey
var. İki ay önce apartmana taşınan, taşınır taşınmaz da apartman sakinleri
tarafından tepki toplayan Maral Hanım günlerdir evinden dışarı adım atmıyor.
Geceleri evine zil zurna sarhoş dönen, bangır bangır müzik dinleyip apartman
sakinlerini rahatsız eden bu genç ve bekar hanımı seven tek kişi emektar kapıcı
Yasin Bey olsa gerek. Gerçi Yasin Bey gibi pamuk kalpli birinin bir insanı
sevmemesi zor olsa gerek.
Özer apartmanı; Erenköy’ün kuytu bir köşesinde, kiremit
rengine boyanmış, açıldıkça gıcırdayan açık kahve bir kapısı olan, önünde akşam
vakitlerinde yaşlı teyzelerin çay içip sohbet ettiği bir çardağa ev sahipliği
yapan eski bir binaydı. Etraftaki Arnavut kaldırımlar, apartmandan yürüme
mesafesindeki bakkal ve binanın hemen yanındaki kavak ağaçları, bu teyzelerin
gençliğini, hatta çocukluklarını görmüşlerdi. Yasin Bey, yıllardan beri sanki
zamanı durdurmuş bu huzur dolu apartmanın kapıcısı olarak çalışıyordu. Artık
saçları kırlaşsa, hafifçe kamburu çıksa bile yeşil gözlerindeki uçsuz bucaksız şefkati
hissederdiniz çünkü durdurulamaz zamana kızan değil, yaş almayı seven
insanlardandı o.
Yasin Bey, Maral Hanım dairesine taşındığından beri bütün
komşular kendisine şikâyet ediyorlardı bu kadını. ‘Çocuklarım uyanıyor
gürültüsüne! Bu ne biçim kadın? Böyle terbiyesizlik mi olur, gecenin bir yarısı
ayakta duramayacak kadar sarhoş gelinir mi eve? Diyorlardı gözlerinde şimşekler
çakarak. Yasin Bey her seferinde ‘Tamam, konuşurum.’ dese bile kadının
düzeleceği yoktu. Aslında Yasin Bey de kimse üzülmesin, herkes eski huzuruna
kavuşsun istiyordu ama onu elinden gelen bir şey yoktu ki! Hem her şeye rağmen,
Yasin Bey Maral Hanım’ı henüz çok tanımıyor olsa da kızı gibi görüyordu onu.
Çok güzel bir kadındı aslında Maral. Kendine bakmadığı belliydi; saçları yağlı,
cildi kurumuş ve göz altları uykusuzluktan mosmor olmuştu. Ancak artık buruş
buruş olmuş ihtiyar bir hanıma bakıp ‘Eminim gençliğinde çok güzeldir!’
diyebildiğimiz gibi, Maral Hanım’ın da her şeye rağmen bir zarafeti, kadınsı
bir yüzü vardı. Kocaman, badem gözleri vardı bir kere, beyaz boynu kuğu gibi upuzun
ve inceydi, alt dudağının üste göre çok daha kalın ve yuvarlak olması bazen baktığınızda
ona masum, tatlı bir çocuk havası katıyordu.
Yasin Bey uzun süredir dairesinden çıkmayan Maral Hanım’ın
evinin ışığının da gece gündüz açık olduğunu fark etmişti. Çöp almak için
kapısını çaldığında ise içerden çıt sesi bile gelmiyordu, ev boş gibiydi. Eve
gelip giden, Maral Hanım’ı soran kimse de yoktu. Apartman sakinleri ise itiraf
etmek istemeseler de rahatlamış görünüyorlardı. Yasin Bey durum böyle olunca
Maral Hanım’a ulaşmaya çalıştı, telefonunu açmadı. Apartman sakinleri Yasin
Bey’in durumu abarttığını, kadının zaten dengesiz olduğunu ve ışığı açık unutup
bir yere gittiğini düşünüyorlardı. Ancak Yasin Bey bir kere daha Maral Hanımı ararken
kulağını, Maral Hanım’ın dairesinin kapısına dayadı. Belli belirsiz bir telefon
çalma sesi duymasıyla da endişelenip çilingir çağırması bir oldu. Işıkları açık
bırakmak neyse de, telefonunu da unutup kaybolabileceğini düşünmüyor, kadının
başına bir iş geldi mi diye korkuyordu Yasin Bey.
Yasin Bey ve çilingir, dağınık apartmana göz gezdirdiler.
Dağınık demek az kalıyordu. Yer paletler, boya şişeleri, fırçalar, içki
şişeleri ve sigara izmaritleriyle doluydu. Parkelerden bazılarına boya
dökülmüştü, bir içki şişesi kırılmıştı ve yerde öylece duruyordu. Duvarlarda da
adeta tablolardan boşluk kalmamıştı, hepsi de aynı resmin farklı açılardan,
farklı renk tonlarıyla yapılmış haliydi. Ama her biri, heybetli bir dağın
resmiydi.
Yasin Bey gerginlikle, sesi hafifçe titreyerek seslendi.
-Maral Hanım?
Mutfağın yanından geçerken darmaduman tezgâha göz attılar.
Kirli bulaşık yığınının arkasından sadece eski bir radyonun dantelle örtülmüş
tepesi görünüyordu. Boğuk, sinir bozucu hırıltılar çıkarıyor ve arada sırada
umut vadetmeyecek kadar kısa bir süre boyunca bir kanala bağlanıyordu. Yasin
Bey ve çilingir yatak odasına girdiler.
-Maral Hanım?
Maral Hanım hareket etmiyordu. Polisi aradılar.
Polisler geldiklerinde, yatağın yanındaki boş hap şişesinden
hareketle, Maral Hanımın hap yutarak hayatına son verdiğini tahmin ettiklerini söylediler. Yasin Bey bir anda on yıl yaşlanmış gibi hissetti kendini, düzlerinin bağı çözülmüş, kamburu iyice çıkmıştı. Eli ağzında olsa bile yüzüne gölge gibi inen şaşkınlığı da, hüznü de saklayamıyordu. Düşmemek için duvara tutunduysa da işe yaramadı. Yere oturup birkaç ayda kızı gibi benimsediği Maral'ın yüzüne bakakaldı.
DÖRT GÜN ÖNCE
Maral Hanım havasız kalmış dairesinde, yeni bitirdiği dağ resminin karşısına oturmuş tabloya bakıyordu. Uzun yıllardır, hep aynı dağı çizerdi. İki üç yıl önce tablolarından birkaçı iyi bir fiyata satılınca rahata alışan Maral Hanım, tutumlu davranmamış ve birkaç yıl içinde parayı eritmişti. Daha ‘alçak gönüllü’ bir apartman dairesine taşınmanın da her gün partiliğince bir yararı olmamıştı. Tablolarını da artık alan hiç kimse yoktu.
Oysa bir zamanlar ne kadar güzeldi yaşamak! Yirmili
yaşlarının başında, Mimar Sinan Üniversitesinden yeni mezun olmuştu o zamanlar.
Annesinin istediği okula girebildiği için gurur duyuyordu kendisiyle. Sanki her
şey bir ilham perisi oluyordu ona, kafasını çevirip nereye baksa aklına yeni
bir fikir geliyor, hemen işe koyuluyordu. Hâlâ eski evlerinde yaşayan annesine
de tabloların fotoğrafını atıyordu bazen. Her birine bayılıyordu annesi, ona
kalp emojileri gönderiyor, arayıp tebrik ediyordu. Üniversiteden arkadaş
grubuyla hala görüşüyordu o dönem; birbirlerinin sergilerine gider, destek
olurlar, sonra kahve içmek için mutlaka bir yere gidip birkaç saat oturur ve
sohbet ederlerdi. Bir de çok âşık olduğu sözlüsü vardı, yine okuldan. Bir evi
çekip çevirebilecek kadar para biriktirir biriktirmez, ailelerin de biraz
desteğiyle, hemen evleneceklerdi.
Maral Hanım fırçasını ve paletini yere koyup mutfağa gitti.
Aldığı ilaçlar başını döndürmeye başlamıştı bile. Mutfaktaki radyoya baktı.
Annesinin yadigârı. Uzunca bir süredir kanal bulmaya uğraşmaya bile mecali
yoktu, ama bu ikinci bir ayrılık olurmuş gibi hissettiği için radyoyu kapatmak
da istemiyordu. O yüzden eski aletin cızırtılar ve hırıltılar çıkarmasına izin
veriyordu. Bu sinir bozucu sesler kafasının içindeki kötü düşünceleri
bastırıyormuş, beynini alkol gibi uyuşturuyormuş gibi geliyordu bazen, işte bu
his son zamanlarda güzel olan tek şeydi.
Annesi ölünce, sanki hayattaki hiçbir şeyin en ufak bir
önemi kalmamıştı. Ne iş, ne arkadaş, ne evlenmek…Hiçbiri annesinin bıraktığı o
derin boşluğu doldurmuyordu. Babası olmadığı için, annesiyle büyümüştü o. Bütün
hayallerini, hayatını, varlığını annesi oluşturmuştu sanki. Şimdiyse
büyüklüğünü anlatmaya kelimelerin kifayetsiz kaldığı bu koca evrende çoktan
ölmüş bir yıldız gibi yapayalnız kalmış; yavaşça, zamanını doldurmuş bütün
büyük yıldızlar gibi yanına yaklaşan her şeyi yok eden bir kara deliğe
dönüşüyordu. Annesinin ölümünün üzerinden çok da uzun zaman geçmeden sözü
atmıştı müstakbel eşi, arkadaşları önce daha az arar sorar, sonra da onu hiç
merak etmez olmuşlardı. Haksız değillerdi, acımasız davranmıştı her birine.
Ölüme olan kızgınlığını bir ayna gibi onlara yansıtmıştı, bazen onları anneleri
hâlâ hayatta olduğu için bile suçlamış, içten içe öfkelenmişti onlara.
Yatağındaki ıvır zıvırları yere atıp yavaşça uzandı. Biraz
midesi bulanıyorken, hafifçe kafasını çevirip duvardaki birkaç dağ resmine
baktı. Çocukluğunun geçtiği dağ idi bu. Annesiyle, ormanın içinde bir dağ
evinde geçmişti yılları. Şömineli, küçük, şirin bir dağ evinde.
Uykuya daldığını hissetti.
Çok garip bir ışık görmeye başladı.
Önce dağ evindeki buzdolabının ışığına benzetti. Şimdi
mutfakta duran radyo, o gün, orada, çok güzel bir şarkı çalıyor ve annesiyle
buzdolabının soğuk, beyaz ışığında gece vakti dans ediyorlardı. Çünkü bu şahane
şarkıya dans etmemek olmazdı. Ama gördüğü ışık, onları senelerce doyuran buzdolabının
ışığı değildi.
Dağ evinin etrafını saran ağaçların yapraklarının arasından zarifçe
süzülen güneş ışığı huzmelerine benzetti gördüğü ışığı. Ama yok, o da değildi.
Annesi şehirden ona yere basınca renkli ışıklar saçan
ayakkabılar almıştı. Arabasını, dağ evinin önüne her zaman park ettiği yere
çekerken camı indirip Maral’a seslenmişti. ‘Sana yeni ayakkabılar aldım, hem de
ışıklı!’ Ne kadar da mutlu olmuştu! Günlerce ayağından çıkarmak istememişti o
ayakkabıları. Ancak bu ışık, o ayakkabıların rengarenk ışıkları gibi de
değildi. Çok farklıydı bu ışık.
Dağ evini görüyordu uzakta bir yerlerde, gökyüzündeki bulutlar gibiydi artık o ev. Elini uzatsa dokunabilirmiş gibi hissediyordu, ama bunu imkansız kılacak kadar uzakta olduğunu da biliyordu. Dağ evinin etrafındaki ağaçların, çimenlerin yeşilinde bir çift göz görür gibi oldu. Yasin Bey... Yasin Beyden de uzaklaştığını hissetti. Perspektif bir çizimin ucunda duruyordu sanki yaşlı adam, gittikçe küçülüyordu. Bir an dağ evine, hatta annesine ulaşmak, yeniden görmek istediğinden bile daha çok istedi Yasin Bey'e tutunmayı. Bunca insan varken neden o duruyor karşımda diye düşündü. İçten içe biliyordu oysa; bir pişmanlık duyacaksa, sebebi o olacaktı, önemserdi Yasin Bey, yazık olmuş kadına deyip geçmezdi. Bir kişi için değer miydi yaşamak? Bir kapıcı için bile olsa değer miydi? Ya değerse? Ya Yasin Bey yeterliyse? Işıktan kaçmaya çalıştı Maral, ama çok geçti.
Işık acımasızca durmaksızın büyüdü, büyüdü ve duvardaki tüm dağ tablolarını kapladı. Sonra odayı kapladı. Sonra mutfaktaki eski radyoyu, dağ evini ve o kocaman dağın tamamını, en son da Maral’ı kapladı.