VAKKAS BEYİN İSYANI
Bizler görevden alındıktan sonra ilk
mesai günü, Vakkas bey kalan personeli toplayarak bir konuşma yapmış, ardından
tüm personele tatlı dağıttırmış, personelin çoğu bu ikramı reddetmişler, ama boşalan
kadrolarımıza talip olan bazı arkadaşlar
ve hatta daha önceden Vakkas beyin boş vaatlerde bulunduğu birkaç kişi bu
ikramı hoş karşılamışlar.
İkinci gün sabah uyandığımda içimde
hiç işe gitme isteği yoktu, gitsem ne yapacaktım sanki, ne sıkıcı olacaktı kim
bilir?
Ama hiç de öyle olmadı, normal
mesaiye gelir gibi beni saat sekiz buçukta odalarında gören Personel
servisindeki başta amir Yusuf bey olmak üzere bütün arkadaşlar şaşkınlıklarını
gizleyemediler
.
Amir ve Şef masası arasındaki
misafir sandalyesine oturduktan bir müddet sonra personel çeşitli sorular
sormaya başladı. Ama elbette bu sorular yaşadığımız hadiselerle ilgili değildi.
Benimle ilgili; nereli olduğum, çoluk çocuğumun olup olmadığı gibi sorulardı.
Hemen o gün hepsi ile kaynaşmıştık,
hepsi dediğim Amir ve Şef arkadaşlar dahil odanın içinde ondan fazla personel
vardı.
Sohbet ve karşılıklı sorular güzeldi
ama, bir müddet sonra işlerine engel olacağım endişesi ile Yusuf beye
söyleyerek teras katında ki malum çay ocağına gittim.
Haftanın son günü makamım olan misafir sandalyesine oturduğumda
beni bir sürpriz bekliyordu. Yusuf beyde ilginç haberler vardı,
-Hoş geldin Müdürüm.
-Hoş bulduk Yusuf bey, nasılsınız?
-Ben iyiyim, siz nasılsınız?
-Nasıl olayım Yusuf
bey, iyi diyelim iyi olalım.
-İyi olun iyi olun ama diyeceklerimi duyunca daha da
iyi olacaksınız.
-Hayırdır
-Vakkas bey, Vakkas bey de görevden alınmış.
-Öyle mi? Eh kısmen de olsa adalet yerini buldu desene
-Buldu da pek öyle sizinki kadar tebliğ etmek kolay
olmamış.
-Nasıl Yani
-Dün akşam mesai bitimine doğru faks gelmiş
Başmüdürlükten, hemen Başmüdürü aramış ve ben bu kararı tebellüğ etmem demiş,
sabah da işe gelmemiş.
-Eee
-Neticede Başmüdürlüğünüz; Personel Şefinize Vakkas
beyi iş yerine çağırın gelmezse yanınıza iki memur alarak siz evine gidin
tebliğ edin, imzalamaktan imtina ederse tayin emrini yüzüne okuyun ve tutanak
tutun diye telefonla talimat vermiş.
-Eeee
- Ve evet Şef arkadaş Vakkas beyi çağırmış gelmeyince
kardeşinin dükkanında bulmuşlar ve kararı yüzüne okuyarak tebliğ etmişler.
-Hayırlısı olsun Yusuf bey personel adına sevindim,
şimdi artık bana ve diğer mağdur arkadaşlara iadeyi itibar davası açmak düşer.
-Düşünüyor musunuz dava açmayı
-Elbette, haklı olduğum bir mücadelede ne diye sonuna
kadar gitmeyeyim ki?
-Bir şey çıkmaz Müdürüm boşuna yorarlar sizi
-Bilemem Yusuf bey, ben gerekeni yapayım, ya da
arkadaşlarda evet derse biz gerekeni yapalım, gerisi onların bileceği iş,
umarım bir daha siyaset karışmaz işe…
Bu konuşmadan birkaç gün sonra benimle birlikte
görevden alınan üç arkadaşımla toplanarak dava dosyalarımızı oluşturup,
beraberce İzmir Bölge İdare Mahkemesinde İadeyi İtibar davasını açtık.
Bir kabus daha şimdilik kaydıyla bitmişti.
O Dam
Her gün düzenli iş yerine
geliyordum, ancak bazı günler Servise gitmeden önce kendimce Dam adını verdiğim
teras katında ki çay ocağına gitmeye başlamıştım, buradaki amacım daha sabahın
ilk saatlerinde işi gücü olan insanların karşısında boş boş oturma endişesiydi.
Bilirsiniz halk arasında hapishaneye
mahpus damı da denir. Gerçekten çay ocağı benim için işsiz güçsüz oturacağım
bir mahpus damı olmuştu. Yusuf bey’e de tembih etmiştim, beni arayacak
olursanız O’dam”dayım diye O’dam kelimesini ilk söyleyişimde arkadaşlar
dediğimi anlamamışlar ancak yaptığım açıklama gülüşmelere yol açmıştı, o günden
sonra o’dam ’dayım dediğimde herkes nerede olduğumu anlıyordu.
Teras oturmalarımdan birinde Trabzon
Eğitim Merkezinde beraber görev yaptığım Remzi isimli bir arkadaşıma rastladım.
Remzi birkaç yıldır Başmüdürlükte Nöbetçi Amirliği görevini yürütüyordu ve
Siyaseten aktif bir kişiydi.
Durumumu anlatınca bana yardımcı
olmak istediğini söyledi. Bense Mahkeme sonucu beklemek istiyorum, eğer bana
Siyasiler kanalı ile yardımcı olacaksan istemem cevabını verdim.
Remzi aynı zamanda bir Sendikacıydı,
aslına bakarsanız ağzı çok laf yapıyordu, ancak bana vaat ettiği göreve iadem
konusunda başarılı olacağını hiç sanmıyordum.
Tabi ki sürekli çay ocağında
oturmakta olmuyordu, arada bir Personel Müdürünün yanına uğruyor
görevlendirmemle ilgili bir gelişme olup olmadığını soruyordum. Endişem ben
sormasam kimsenin beni hatırlamayacağıydı. Müdüre hanım ise her defasında
nezaketle hayır Fikret bey henüz bir şey yok, biraz daha sabredelim cevabını
veriyordu. Bu cevabı alınca tekrar Servise geçiyor yine bir müddet iki masa
arasındaki yerimi alıyordum.
Arada bir Yusuf bey yan masadaki Şef
hanıma bir evrak uzatıyordu. Bense rahat uzatsın diye kendimi biraz geriye
doğru çekiyordum.
Bir gün bu hareketi yapmak yerine
uzattığı kağıdı alıp hiç bakmadan Şefe verdim. Ardında da sıkıldım boş
durmaktan hiç değilse bir işe yarayayım deyince, odadaki arkadaşlar bu
sözlerime güldüler ama bakışlarından aynı zamanda çok üzüldüklerini anladım.
NASIL BU HALE GELDİK NASIL BU HALE
GELDİM
Biz Hizmet İçi de olsa bir
Eğitim Merkeziydik, yani tüm
personelimizin ve yöneticilerimizin Kursiyerlere örnek olması gerekirdi.
Binamızın temizliği, dizaynı, başta
Müdür ve Müdür Yardımcısı, Amirler olmak üzere tüm Personelin birbiriyle
iletişimi, Türkiye’mizin çeşitli İllerinden gelen Kursiyerlerle ilişkiler hep
örnek olmalıydı.
Oysa Müdürümüz bu Eğitim Yuvasını
bir arenaya çevirmişti. Neredeyse Müdür, Müdür yardımcısı eski
çağlarda gladyatörlerin dövüştüğü gibi dövüşmüştük.
Müdürümüzde ne şeffaflık, ne iletişim, ne
dinleme becerisi, ne takım çalışmasını teşvik ve taktir etmek olmadığı gibi
güvenilirliğini yitirmiş, hedefi sadece personelle uğraşmak olduğu için, asıl
görevlerini unutmuştu.
Bense Eğitim Başmüdürünün taraflı tutumu
yüzünden pasif hale getirilmiş, elimden imza yetkim bile alındığından iş
yapamaz hale gelmiştim.
Bir yerde büyük hata vardı ancak bunu
baştakiler anlamıyor, ya da anlamıyor gibi davranıyorlardı.
“Eğitimin temel gıdası
bilgidir; sevgidir” Siz bilgisiz sevgisiz bir adamı Yönetici diye atarsanız,
olacağı budur.” Eğitimciler bilgi ve duygu yönünden görevlerinin gereği, en üst
derecede bir olgunluk düzeyine ulaşmış olmak zorundadırlar.”Siz bunun tam tersine egoları olan bir kişiyi yönetici
diye atarsanız olacağı budur.
Kahramanımız
ayrıca ilk tanıştığımızda ailece de görüşelim önerimi, ben bu tür görüşmelere
karşıyım evime kimseyi sokmam diyecek kadar da asosyal bir insan olunca,
gerisini siz düşünün artık.
Ben devrimci
ruhluyum! Ben bir vatanseverim! Kendimi ülkeme ve ulusuma karşı her zaman
borçlu hissederim, asalak olarak yaşayamam.
Oysa bizzat
Devlet bana asalak olarak yaşama görevini bir liyakatsız Müdürün yüzünden
maalesef layık görmüştü.
Yaşam
öykümün inişli çıkışlı grafiğinden bende bir birikim olduğunu ve bu birikimle
etrafımı aydınlatmak istediğimi sanırım gerçek vatanseverler anlamıştır.
Ben bu yaşam
öyküsünün en azından gelecek kuşaklar için aydınlatıcı bir eser olmasını
istiyorum.
Beni ne On
İki Eylülün Cellatları, ne şu bozuk düzeninin bürokrasisi, ne gericilerin,
yobazların baskısı yıldıramadı, yıldıramayacakta.
Hayata karşı
elimi kolumu bağlayan tek şey yüreğimin bir köşesinde taşıdığım, hiçbir zaman
açık edemeyeceğim büyük bir acıdır.
“İki bin
Yirmi Dört Yılında evliliğimin dokuzuncu yılını yaşadığım sevgili eşim beni
yeniden hayata bağlamasa, yaşama sevinci vermese ve hayatın akışını her zaman
aktif tutmasa belki de bu acıya dayanamazdım.
Şimdi onunla
mutlu bir evlilik sürdürüyor, zamanımız oldukça adım adım, şehir şehir güzel
ülkemizi geziyoruz, birlikte attığımız her adım acımın hafiflemesine vesile
oluyor.
Değerli
eşimin yalnız ruhsal sağlık yönünden değil, bedensel sağlığım yönünden de bana
ne kadar yardımcı olduğunu ilerleyen bölümlerde geçirdiğim büyük bir ameliyatı
anlatırken bulacaksınız. O kadar ki eşim benim ameliyatımdan söz ederken, ameliyat
olduk diyecek kadar sahiplenmiş”
Eğer bir gün
ilgili kişi bu kitabı okuyacak olursa anlayacaktır kimden bahsettiğimi, bana bu
büyük acıyı kimin yaşattığını. O gün geldiğinde ise şunu bilsin ki her şeye
rağmen ayağının taşa değmesini hiçbir zaman istemedim, istemiyorum.
Onu
affediyorum diyemem, çünkü bunu hakketmesi lazım. Üzerindeki hakkıma gelince
hiç kimseye hakkımı helal etmediğim olmadı şimdiye kadar, elbette ölmeden ona
da hakkımı helal edeceğim.
Günler su
gibi akıp gidiyor bir gün bir yerde duracak ve son bir defa nefes alacağım oysa
daha anlatacak o kadar çok şey var ki…
Yüz Otuz Altıncı
Bölümün Sonu
Mehmet
Fikret ÜNALAN