Pırıl, pırıl bir yaz sabahı. Gülseren Hanım tek katlı evinin bahçesinde şimdi çiçeklere su veriyor ve onlarla tek tek konuşuyordu. Emekli olmadan önce en büyük hayaliydi böyle bir eve sahip olabilmek. Ve emekli olduğunda da Altınoluk’taki bu çok sevdiği müstakil evini almıştı.

 

Gülseren Hanım güllerden birkaç tanesini özenle kesti. Bahçenin ortasında duran masadaki vazoya yerleştirdi. Bambu sandalyesini otururken oldukça heyecanlıydı.  Şimdi sırada öğrencilerinden bugün gelen mektupların okunması vardı. Kendisi emekli bir sınıf öğretmeniydi. Yıllarca Anadolu’nun her köşesinde bu mesleğini hiç bitmeyen bir aşkla sürdürmüştü. Bu arada, hiç evlenmemişti. Aslında o da istemişti evlenmeyi ve çocuk sahibi olmayı. Ama olmamıştı işte. Gerçi hiçbir zaman üzülmemişti de çocuğu olmadığına. Bütün öğrencileri onun çocukları gibiydiler. Şimdilerde en büyük mutluluğuydu yalnız başına yaşadığı bu evde postacının ona yurdun her yerinden getirdiği mektupları okumak. Her bir mektup ayrı bir gurur, ayrı bir sevinç haberi oluyordu onun için.

 

Gülseren Hanım yüzünde tebessümle mektupları eline alıp, bir bir okumaya başladı.

 Kimi öğrencileri yeni kazandıkları okulları yazmışlardı, kimi öğrencileriyse okul sonrası hayatlarındaki güzel gelişmelerden bahsetmişlerdi. Her mektup da biraz daha onurlanıyor, öğrencileriyle iftihar ediyordu. Dördüncü mektubu da keyifle açtı. Fakat daha ilk satırlarda yüzü asılmaya başladı. Mektubun sonuna geldikçe öfkesi sürekli artıyor, nefes alışları sıklaşıyordu. Mektup en son görev yaptığı okuldaki bir öğrencisinden geliyordu.  Yani Meryem’den. Yani Doğu Anadolu’nun  ücrada kalmış bir köyünden. Titreyen elleriyle mektubu bir kez daha yeni baştan okumaya başladı.

 

        

…………..Öğretmenim ben Meryem. Hani hep “canım Meryem’im deyip saçlarını okşadığınız.. Hani “Sen de benim gibi öğretmen olacaksın” dediğiniz Meryem. Ama artık ben hiçbir zaman sizin gibi bir öğretmen olamayacağım. Öğretmenin beni evlendirecekler, hem de zorla… Biliyorsunuz annem ben daha çok küçükken ölmüştü. Babam şimdi evlenmek istiyor. Hani köyün başındaki çeşmenin yanında Deli Ömer vardı, işte onun kız kardeşiyle. Başlık parası olarak da beni Deli Ömer’e vereceklermiş. Yalvarırım kurtarın beni. Yalvarırım.. Sizden başka hiç kimse kurtarmaz beni..........................

 

Gülseren Hanım mektubu okuyup bitirdiğinde öylece kalakalmıştı. Şu an gözlerinde yine tıpkı dört sene önce beliren nefret duyguları vardı. O köyde görev yaparken buna benzer ne çok olayla karşı karşıya kalmıştı. Belki bir kısmını engellemişti. Ama düzen yinede bildiğini okumuştu törelerin hakimiyet kurduğu o topraklarda. Bu yüzden kaç kere köylülerle karşı karşıya gelmiş, kaç kere ölümle tehdit edilmişti.  Meryem’i düşündü. Pırıl pırıl bir öğrencisiydi o, hayat dolu. Ve çok başarılı bir öğretmen olacağına inandığıydı. Derin ve sıkıntılı bir “off” çekti. Yerinden kalkıp içerideki telefonun başına gitti. Komidinin üzerinde duran  fihristten o köyün telefonunu buldu. Numaraları çevirirken yüzü iyice büzüştü. Aradığı kişi Meryem’in olduğu köyün muhtarıydı. Hiç sevmezdi onu. Şişman, kırmızı yüzlü sözüne güven olmaz, yanar döner adamın tekiydi.. Birkaç saniye sonra karşı tarafın telefonu çalmaya başladı.

 

“Alo..Muhtar, ben Gülseren Öğretmen.”

 

“Ooo, öğretmen! Nasılsın? Hayırdır!!”

 

“İyiyim muhtar iyiyim. Sana bir şey soracağım, Hani şu Murtaza ağanın kızı Meryem vardı ya…Onu evlendiriyorlarmış doğru mu?”

 

“Valla doğrudur öğretmen, de... niye sordun? Hem sen nerden duydunki!”

 

“Muhtar, sen şimdi boş ver benim nereden duyduğumu.” Dedi Gülseren öğretmen. Her saniye sesi daha da sinirli çıkmaya başlamıştı şimdi.  “O daha ufacık kız. Hem nasıl vicdanları elveriyor o el kadar kızı kendinden en az yirmi beş yaş büyük adama vermeye. Bak senden rica ediyorum bu işi durdur. Yoksa beni bilirsin, gerekirse jandarmayı devreye sokar bu saçma sapan evlenme olayını ben engellerim. Bu söylediğimi git Murtaza  ağaya da hemen söyle.”

 

Gülseren Öğretmenin bu sert çıkışı Muhtarı öfkelendirmiş, kırmızı olan yüzü daha da kızarmıştı. Az önceki tavrından daha sert bir şekilde konuşmaya başladı;

 

“Öğretmen, bana kalırsa sen bu işlere oralardan fazla burnunu sokma! Sen mi değiştirecen bizim adetlerimizi? Sen mi verecen Murtaza’nın başlık parasını? Hem o körpe şimdi evlenmese, yarın karta kaçtı mı kim alacak onu? Sen mi alacan yoksa?”

 

Bu sözler Gülseren Hanım’ı iyice çileden çıkarmıştı. Elindeki ahize sinirinden zangır zangır titriyordu.

 

“Bana bak muhtar” dedi tehditkar bir sesle. “Ben şimdilik söyleyeceğimi söyledim. Birazdan oranın jandarmasına da haber vereceğim haberin olsun senin de, Murtaza ağanın da.”

 

Meryem şu an yatmaya çalıştığı döşeğinde bir sağa bir sola dönüyordu. Kendisini Deli Ömer’le evlendireceklerini öğrendiği günden beri sürekli gözyaşı döküyor., geceleri korkudan karabasanlar görüp, altını ıslatıyordu. Şehre inen bir arkadaşının aracılığıyla öğretmenine gönderdiği mektup tek umuduydu. Her gece mektubun öğretmenine ulaşması ve gelip kendisini kurtarması için sürekli ağlayarak dua ediyordu. Tam bu sırada dış kapı çalındı. Gelen konuşmalardan eve girenin muhtar olduğunu anladı. Şüphelendi. Muhtarın bu saatte gelmesi çok nadirdi. Muhtar, babasıyla konuşuyordu. Fakat ne konuşulduğunu anlayamıyordu. Birden babasının sesinin yükseldiğini duydu. Babası küfür ederek kendisine doğru geliyordu!

 

Murtaza ağa kudurmuş bir şekilde Meryem’in odasına daldı.

 

“Lan sidikli sen mi saldın yoksa o mektubu öğretmene?” Deyip kızının saçını sündürmeye ve tokatlamaya başladı. Biraz sonra odadan çıktığındaysa, Meryem, patlayan dudağından akan kanı durdurmaya çalışıyor, korkudan tir tir titriyordu.

 

Gülseren Hanım bu sabah kalktığında aklında Meryem vardı. Zaten onu düşünmekten gece boyu doğru dürüst uyuyamamıştı. Dün muhtarı aradıktan sonra o bölgeye bakan jandarma komutanını aramış olaya müdahale etmesini rica etmişti.

 

Öğleye doğru Gülseren Hanım’ın telefonu çalmaya başladı. Arayan o bölgenin jandarma komutanıydı.

 

“Alo! Hocam bizim askerleri bahsettiğiniz köye gönderdim. Dediğiniz olayı soruşturttum. Hatta biraz sıkıştırıp gözdağı verdirdim. Fakat hep bir ağızdan öyle bir şeyin olmadığını söylemişler. Tabi elde kanıt olmayınca da bizim çocuklar geri dönmüşler. Siz de biliyorsunuz ki buralarda Meryem gibi bir sürü çocuk gelin oluyor, çocukken bir anda kadın oluyorlar.” Gülseren Hanım ve Komutan bir süre daha konuştular. Telefonu kapattıktan sonra Gülseren Hanım’ı derin bir üzüntü sardı. Bir şeyler yapmalıydı. Çok geç kalmadan muhakkak bir şeyler yapmalıydı. Yeniden muhtarı aradı.

 

“Alo!  Muhtar, ben Gülseren Öğretmen. Ne yaptın, sen benim dediğimi Murtaza ağaya söyledin mi?”

 

Muhtar oldukça kinlenmiş bir şekilde konuşmaya başladı;

 

“Bana bak öğretmen sen mi gönderdin jandarmayı buraya? Tabi ki sen gönderdin. Yani gönderdin de ne oldu. Bak sana son kez diyorum bir daha bu işe karışma. Oturduğun yerden buraları adam etmeye çalışma. Senin tuzun kuru tabi. Söyle bana, para, ya da kızı olmadan nasıl evlenecek bu Murtaza? Sen mi evlendireceksin söyle bana?”

 

Birkaç saniye sessizlik oldu. Ardından,

 

“Evet ben evlendireceğim” dedi Gülseren Öğretmen, kendinin de anlayamadığı bir şaşkınlıkla. “Söyle bana kaç para istiyorlar Murtaza ağaya kızı vermek için. Meryem’i boş versinler. İstedikleri para neyse ben Deli Ömer’e vereceğim. Ama bir şartım var parayı verince Meryem’i ben yanıma alacağım. ”

 

Akşamüstü Meryem’lerin kapısı sertçe vurulmaya başladı.  Murtaza ağa çalan kapıyı açıp, karşısında muhtarı görünce canı sıkıldı. Kuşkulu gözlerle onu içeri buyur etti..

 

“Bak Murtaza ağa, senin bu öğretmen yine aradı.” Dedi muhtar.

Bunu duyduğunda Murtaza ağanın yüzünü derin bir kin bürüdü. O lanet öğretmenin yüzündendi jandarmanın gelip de kendilerini suçlu gibi sorgulamaları.    

 

Muhtar konuşmasına devam etti,

 

“Bu öğretmenin sana bir teklifi var. Meryem’i bana versin, ben de Deli Ömer’e başlık parası neyse vereyim diyor”

 

 Muhtarın bu sözleri Murtaza ağanın yüzünün asılması bir anda giderdi.

 

Bu konuşmalar olurken, Meryem’de gizlendiği kapının ardından korkuyla onları dinliyordu. 

 

O akşam muhtarla, Murtaza ağa uzun uzun konuştular. Öğretmene Meryem’i verip parayı almayı daha uygun buldular. Hatta parayı biraz fazlaca istemeyi de kendilerince hak gördüler. Murtaza ağa, Meryem’e o kadar bakmış, bir sürü masraf yapmıştı. Hem muhtar böyle bir para kopardığı için, paranın bir kısmını kendisinin almasının da uygun olacağı fikrine varmışlardı. 

 

Ertesi sabah Muhtar erkenden Gülseren Hanım’ı aradı;

 

“Alo! Öğretmen, senin dediğini Murtaza ağaya dedim. Zor da olsa ikna oldu. Eğer kırk bin lira verirse Meryem’i alsın, götürsün “  dedi.

 

“Ne kırk bin lirası” dedi  Gülseren Hanım kızgınlıkla. “Bana bak muhtar ben oraların yabancısı değilim. Bu işlerin orada kaça döndüğünü senden de iyi bilirim. Fırsattan istifade mi ediyor şimdi bu Murtaza ağa denen vicdansız?”

 

Muhtar hafif pişkin bir tavırla,

 

“Valla öğretmen, kız Mutaza’nın ister beleş verir, ister istediği fiyata. “Bir kuruş da inmem” diyor. Bak bir haftaya da düğün olacak. Karar senin” deyip telefonu kapattı.

 

Gülseren Hanım ahizeyi yavaşça yerine koydu. Başını iki elinin arasına alıp çaresizce düşünmeye başladı.

 

Birkaç saat sonra emlakçılık yapan Ahmet Bey’in telefonu çalmaya başladı.

 

“Alo! Ahmet Bey, ben Gülseren öğretmen. Hani sizden bir ev almıştım. Hatırladınız mı?

 

“Tabi hatırladım hocanım. Nasılsınız? Buyurun bir emriniz mi vardı?”

 

“Sizden bir ricam olacak, ben sizden aldığım bu evi çok acil satmak istiyorum, ama çok acil olur mu?”

 

“Hocam tabi ki satarız da, siz o evi çok severek almıştınız. Neden, bir şey mi oldu acaba?”

 

“Hayır.. hayır.. Bir şey yok. Dediğim gibi rica ediyorum, ucuz da olsa hemen satın. Gülseren

 

Hanım telefonu kapattığında gözünden yaşlar süzülüyordu.

 

Birkaç saat sonra Gülseren Hanım kendini toparlayıp yeniden Muhtarı aradı.

 

“Alo! Muhtar ben Gülseren öğretmen, Murtaza ağaya söyle istediği parayı vereceğim. Yalnız bu para benim elime biraz geç geçebilir, evin satılmasını bekliyorum. Benim sözüm söz. Bilirsin sözümün ardında olmuşumdur hep.”

 

Muhtar hafif keyifli, hafif umursamaz bir tarzda konuşmaya başladı,

 

“Bak öğretmen bana kalırsa senin sözüne güvenirim. Ama Murtaza ağa sırf sözle o kızı sana vermez. Sen gelirken yanında senet getir burada imzala, sonra da al kızı götür.”

 

Gülseren Hanım onuru kırılmış bir şekilde “tamam” dedi. “Ben yarın orada olmaya çalışacağım.”

 

 

Meryem dayak yediği o günden beri tamamen eve kapanmıştı. Hiç kimseyle konuşmuyordu artık. Babasının, kendisini böyle hışımla dövmesinden dolayı iyice sinmiş, mektubunun öğretmeninin eline geçtiğini bilmesine rağmen umutlarını bir bir kaybetmeye başlamıştı. Saatlerce yerdeki döşeğine uzanıyor, anlamsızca tavana öylece bakıyordu.

 

Gülseren Hanım hemen yolculuk hazırlıklarına başladı. Meryem’i bu şekilde kurtarmak gururunu incitse de bundan başka çaresi kalmamıştı. Olsun varsın evini satsındı. Küçük bir ev kiralar, anne, kız gibi beraberce yaşarlardı. Bu mutluluk ona fazlasıyla yeterdi. Emekli maaşıyla da onu iyi bir şekilde okutup, kendisi gibi öğretmen olması için elinden geleni yapardı. 

 

Muhtar yüzünde sinsi bir gülümsemeyle Murtaza ağanın evine geldi.

 

“Hadi gözün aydın Murtaza,.. Senin öğretmen yarın geliyormuş.”

 

Muhtarın bu haberi Murtaza ağanın bıyık altından sırıtmasına neden oldu.

 

Bu arada muhtarın eve gelişi Meryem’i yine derin bir korkuya soktu. Kulağını kapıya verip, gizlice onları dinlemeye başladı. Dinledikçe yüzü gülüyor, içinde kapanan umut çiçekleri yeniden açmaya başlıyordu. Demek öğretmeni yarın geliyordu. Hem de kendisini kahrolası bu kabustan alıp çıkarmak için. Fakat bir süre sonra konuşulanları dinledikçe yüzü alev alev yanmaya başladı. Canı öğretmeni kendisini kurtarabilmek için kırk bin lira verecekti. Kendisini kurtarabilmek için evini satacaktı.. Bu son duydukları az önceki mutluğuna karabasan gibi çöktü. Nefesi daraldı. Öğretmeni demişti, “Kızlar mal değil ki, alınıp satılsın.” Oysa şimdi öğretmeni onu satın alıyordu. Bu şekilde olması çok ağrına gitmişti. Ayrıca öğretmeninin evini kendisi için feda etmesi kendisine büyük bir vicdan azabı çektiriyordu şu an. Öğretmeni bütün bunları kendisini kurtarmak için yapmıştı hep.

Bu şekilde kurtulduktan sonra ömür boyu nasıl içi rahat olacaktı, nasıl yüzü gülecektiki!

 

Gülseren Hanım dün akşamdan beri yoldaydı. Kendisini il merkezinden köye götürecek dolmuşa bindiğinde geçmişe dair bir sürü anı canlanmaya başladı gözlerinde. Kaç kere geçmişti bu yolları. Kaç kere güzel hatıralara götürmüşü bu yol onu. Şimdiyse bu yolun sonunda kendisini bekleyen bir sürü sıkıntı vardı. Tam bunları düşündüğü sırada şoför aniden firene bastı! Minibüsteki yolcular ne olduğunu anlamak için şaşkınlıkla sağa sola bakmaya başladılar. Şoför küfür ederek dolmuşun kapısını açtı. Aralanan kapının önünde Meryem duruyordu. Gülseren Hanım gözleri fal taşı gibi açılmış Meryem’e bakıyordu.

 

“Öğretmenin aşağı gelin” dedi Meryem sevinçle.

 

Gülseren Hanım neye uğradığını şaşırmış bir şekilde aşağı indi. Birbirlerine sıkı sıkı sarıldılar.

İkisinin de gözlerinden sevinç gözyaşları akıyordu.

 

“Dur şöyle de bir bakayım sana.” Dedi Gülseren Hanım heyecandan titreyen sesiyle. “Meryem sen kocaman olmuşsun.” “Merak etme kızım benim. Artık kurtuldun. Seni alıp ötüreceğim buradan”

 

“Öğretmenim beni götürmenize gerek kalmadı artık biliyor musunuz? Babam, Deli Ömer’e benim yerime para vermek isteyince, o da kız kardeşini babama vermekten vazgeçmiş. Artık özgürüm ben. Siz artık içiniz rahat geri dönebilirsiniz. Zaten şimdi köye gitmenize de gerek yok. Hem o jandarmalar köye geldikten sonra size çok kızgınlar.”

 

Gülseren Hanım bu duydukları karşısında adeta şok olmuştu. Meryem’e inanmakla, inanmamak arasında gidip geliyordu. En sonunda onu böyle neşeli görünce içi rahat etti. Bu olayın böyle sonuçlanması yüreğine su serpmişti. Bir süre daha hasret giderdiler. Sonra Meryem, öğretmenini köyden şehre giden dolmuşa bindirdi. Dolmuş Meryem’den uzaklaşırken gözlerinden oluk oluk yaş akıyordu. Son umudu giden dolmuşla birlikte her saniye daha da uzaklaşıyordu.

 

Meryem yoldan çıkıp tarlaya doğru yürümeye başladı. Şu an eve doğru değil, köyün bulanık göletine doğru yürüyordu. İçi yanıyordu. Serinlemeliydi.

 

 

  

Cebinden öğretmeninin ona yıllar önce hediye ettiği beyaz tebeşiri çıkardı. Bu arada göle yanaşmış, ayağındaki siyah lastik ayakkabıları yavaş yavaş sulara gömülmeye başlamıştı.

 

Tebeşire baktı. O an kendini öğretmen olmuş gibi hissetti. Kendi kendisiyle konuşmaya başladı. Bir düşün içindeydi şu an.

 

 Önce hayalinde öğretmenini gördü. Öğretmeni ona gülümseyerek bakıyordu.

 

“Merhaba öğretmenim.”dedi Meryem. “Bakın ben de sizin gibi öğretmen oldum.”

 

Sonra kendisini sınıfa girmiş bir öğretmen olarak gördü..

 

“Günaydın çocuklar”

 

“Nasılsınız”

 

“Ben de iyiyim” dedi, ama birkaç saniye sonra “Değilim “diyerek bu kez hıçkırarak ağlamaya başladı.

 

“Çocuklar artık bu son dersimiz.”

 

“Hoşça kalın”

 

“Siz de hoş çakalın canım öğretmenin.”

 

Biraz sonra gölün sularında ümitsiz bir çırpınış oldu.

 

Sessiz bir isyan çığlığı yankılandı.

 

Birkaç dakika sonra sular duruldu.

 

Beyaz tebeşir minik bir elin içinde gölün karanlık çamurundaydı artık.

( Hüküsüz Körpe Bedenler başlıklı yazı MustafaSakarya tarafından 29.06.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu