Yoğun bir haftayı da bitirmiştim, hafta sonumu yaz bitmeden,  klasiktir ya,  Ramazan da gelmeden, parmak uçlarımı değdirmek istiyordum artık denize. Bir yandan öylesine hevesliyim ki ama diğer yandan da bir işkencenin başlangıç noktasında olduğumun farkındalığıyla içim daralıyor. Boşver diyorum içimden, her Pazar günü yaptığını yap, otur oturduğun yerde, evde pinekle. Aldığım gazetelerin Cumartesi eklerinde iki tam sayfa Bodrum Plajlarında salınan vatana hizmet etmiş  nadide kişilerin resimleri beni özendirmiş olmalı. Bronz bir tene sahip olacağım bende. İlk iş sabah uykumdan feragat etmek, annemin hazırladığı nefis bir kahvaltıdan sonra deniz sefamızın ilk başlangıcı olan piknik sepetiyle işe başladık. Kekler,börekler, çaydanlık,tüp, bardak çanak, masa sandalye, okey takımı. Eziyet, tüm bunları aracımın bagajı almayıp, arka koltuğu kaplayıncaya kadar devam etti. Nereye gidiyoruz böyle, kıtlık mı çıktı, deprem mi oldu, evimize bir daha dönmeyecekmiyiz? Bir yanda da yan komşumuz sesleniyor “hadi çabuk olun geç kaldık”. Nereye geç kaldık, deniz suları mı çekiliyor yoksa? Bu gün Pazar yer bulamayız diyor peder.  Dört yanımız lebi derya deniz, nasıl yer bulamayız ? Bodrum da yaşıyoruz, hatta Bodrumun en güzel kasabalarından birinde. Lakin tüm köşebaşlarını tutan çakallar gibi buranın  sahilleride  tutulmuş durumda. Yol boyunca nereye gitsek diye şimdiden hayıflanır olmuştuk bile. Bir yarımadada yaşıyorsunuz ve hafta sonu ailenizle denize nereye gitsek diye düşünüyorsunuz. Kasabanın plajı, olmaz diyor annem, sahil şeridinde ki tüm otellerin atıkları oraya akıyor, tekneler aynı yere demir atıyor, şezlonglar ücretsiz ama belediyemize ek gelir duşlar ücretli, hem yiyecek getirmek yasak, annem için en önemlisi “okey oynayamayız” diyor hemen. Emekliliğime bir on yıl daha var ama bendemi emekliliğimi yazlıkçı komşularımla taş dizerek geçireceğim. Hayır asla böyle olmamalı.  Bir iki bank vardı ılgın ağaçlarının altında diyorum. Ooo yeni başkan onları kaldırdı diyorlar. Canı sağolsun diyorum. Vardır büyüklerimizin bir bildiği,  sahil yolundan devam ediyoruz yolumuza, tanınmış bir holding grubu, devasa bir marina inşa etmiş bu canım kasabaya, en lüks yatların demir aldığı, en lüks lokantaların ve mağazaların bulunduğu büyükçe bir bina yığıntısı, kasaba halkının üçte biri kırkyılda bir gider marinaya, kışın çoğu dükkanlar kapalıdır bile. Yarı topraktan çalmış yarıdan çok denizden çalınmış bir marina. En çok neden çaldığı kimden çaldığı  meçhul. Doğa verdiğini geri alır elbet,  bunu insan ne zaman anlar, başına bir felaket geldiğinde. Bunun en güzel örneklerini (ne acıdır ki bu örneğe güzel diye tanımlamak zorunda kalıyorum) depremde görmedik mi ? Sitelerimiz,yollarımız, parklarımızı bir anda deniz yutuvermedi. İbreti alem onlarca müteahitten sadece birini yıllarca mahkemelerde yargılamadık mı ?  Biraz denizden biraz topraktan çalıp deniz kumuyla çala kaşık bir çırpıda inşa ettiğimiz evlerimiz iş yerlerimiz yollarımızı dev ekran televizyonlarımızda bir dalgıcın kamerasından vah vah tüh tüh diye izlemedik mi  ?

Sene 1999, Malatya da idim o zamanlar, bir bayram ziyareti için ailemin yanına gelmiştim bu şirin kasabaya. . Aile çay bahçesinde çay içiyoruz pederle. Başkada çay bahçesi cafesi, barı pup, cazı yok o zamanlar. Dönemin Belde Başkanı yan masamızda etrafındakilerle sohbette. Denize bakıyorum, uçsuz bucaksız bir manzarayla salınıyor nazlı gelin gibi. Çatal adasından gün batıyor. Mandalina bahçeleri içinde, begonvillere sarılmış tek katlı beyaz evleriyle süslü her yer. Başkanım diyorum, yapılmasa buraya marina.Lafı ağzıma tıkıyor hemen,  İyi olucak diyor iyi olucak. Ama diyorum, bu Tanrının en güzel elinin değdiği kasaba yok olucak. Gelir artacak diyor. Kasabanın geliri artınca gayrı milli hasılada artacak noktasına kadar geliyor konuşmamız ve biz yasaklı bir meyveyi yemenin hazzıyla marinanın yapılmasının ne kadar önemli olduğuna ikna oluyoruz. Siyaset doğuştan gelen bir yetenek olsa gerek. Marina yapıldı, ve Marinayla birlikte Tanrının en güzel elinin değdiği yere  yasaklı meyveyi yiyip, eyvah bu pislikleri neremize sürsek dercesine bu kasabının dağına taşına ev, denizine de .ok püsürük karıştırmakta geç kalmadık.. Yol boyunca ilerliyoruz. Marinayı geçer geçmez keskin bir koku etrafa yayılıveriyor. Arıtma diyor annem. Arıtılmış hali bu mu diyorum. Arıtmanın olduğu yerde bu keskin .ok kokusuyla kıç kadar yerde denize giren insanları görüyorum. İyi olucak diyorum eski başkanın dediği gibi,iyi olucak Marina yapıldı ya. O dönemin belde başkanı şu an yolsuzluktan hapiste onla beraber elli küsür kişide. Ondan geriye kalan bu .ok kokusu, bu keşmekeşlik. Volta atarken de etrafından toplanan kişilere iyi olucak diyormudur acaba yoksa elini vicdanına koyup ben bu kasabanın insanlarına, devletime, bu nadide toprağa, denize, ne yaptım diyebiliyormudur.  Allah bilir.  

Sabancının yaptığı parkı geçiyoruz. Sabancı ailesini bir kez daha tebrik etmek gerek. Yürüyüş yolları, anfi tiyatrosu, turgutreisin heykeliyle süslenmiş doğanın parçası gibi duran bir park yapmışlar,kıvrıla kıvrıla giden yol boyunca sahilleri sitelerin kapladığını görüyorum. Her bir sitenin kendi plajı var. Kala kala biz kasaba halkına Ali Hocanın burnu kalıyor. Burun kadar bir yer zaten. İnşaat sahasından içeriye giriyoruz. Bir başka holding  devasa bir tabela asmış buraya, iki yazdır yarım yamalak yapılmış inşaat sahasını nihayet sahiplenmiş. Birkaç sezon sonra Ali Hocanın burnunuda bize çok görecekler besbelli. Üç beş ılgın ağacı kalmış sahile iniyoruz. Güneşin gün içindeki durumuna göre bir ağaç gölgesi de biz kapıyoruz. Aracın bagajına güç bela yerleştirilen eşyaları bir çırpıda indiriyoruz. Artık denize girebilirim.

Bir kulaç iki kulaç üçüncü kulacı atmaya  bende heves istek kalmıyor. Önümden,bodrumun cam gibi denizinde balıkların süzülmesi gerekken yerde,yarısı yenmiş koca bir hıyar yüzüyor. Bir hıyar kadar özgür yüzmeye hakkımız yok. Hiçbir şey bu deniz keyfimi bozmamalı diyorum. En iyisi güneşlenmeli, magazin sayfalarında ikon adıyla vatana millete kazandırıp üzerine birde koruma tahsis ettiğimiz kızımızdan ne eksiğimiz var bronzlaşmak için, ama nerde güneşlenmeli, üç beş ılgın ağaçlarının altında iğne atsan yere düşmüyor. Mangal kokuları dumanları arasında  güneşlenmek için yer arıyorum. Nihayet kendi aracımla komşumuzun aracı arasında bir yer buluyorum kendime. Anne, keşke Meteor beach gitseydik diyorum. Ne mümkün. Beachlerde otopark ücretli, giriş ücretli, kişi başı 50 tl veriyorsun. Allahın suyu bile 5 tl. bizse çoluk çocuk tombalak tüm site 10 kişiyiz.Ne çareki,   ardı ardına açılan kafeler, barlar, mantar gibi türeyen deniz kumundan inşa edilmiş alt yapısız sitelerle, gayrı milli hasıladan bir paydan bize düşermi diye  ışığa koşan sinekler gibi aç ve sefil, cehalet kokan insanlar öbeyiyiz.   Ganj nehrinde kutsanmak için giren Hindular gibi, suda kabaran rengarenk etekleri ,göynekleri, paçalı donlarıyla, sağa sola attıkları çöpleriyle, çalılık aralarına işemekle geçirdikleri bu deniz sefasıyla  benden daha mutlu oldukları kesin. Bu insanların hiçbir suçu yok. Eğitimi öğretimden ayıranların vebalini üzerlerine bırakıyorum. 

  Beach, bilmeyenler için söylemek istiyorum. Sahil demek. Bodrumlular, sahil kenarlarına yalı derlermiş eskiden. Bodruma 1999 yılında eşimle geldiğimde şu meşhur Bitez yalısını bir görelim dedik. Daldık Bitez yoluna, bakınıyoruz etrafa, bir tabela arıyoruz, bitez yalısı yazan, göremiyoruz. Aradığımız eski bir konak. Benim memleketimde de yalı ev demek. Sonradan öğreniyoruz ki yalı sahil demek.  Şimdi ise yalı kültüründen sahil kültüründen bize kala kala koca bir beach adı  kaldı. Prof.Dr. Oktay SİNANOĞLU’nun Bye bye Türkçe adlı kitapta yabancı dildeki kelimelerin hayatımıza ne kadar çok işlendiğini, bunların gerek konuşma dilimize, gerekse iş yerlerimizin levhalarına,  görsel ve yazılı basınımıza ne kadar çok yer kattığını okumuştum. Beachlerimiz var artık, beachlerimizi kaplayan otellerimiz var, onların plajlarında salınan ikonlarımız var , meşhur barlarımızda  kabaran uzuvlarıyla, pistin ortasında 60 lık teyzelerimizi mutlu eden, memleketine döndüğünde de töre cinayetlerinin baş kahramanları var, kolundan bacağından çekiştirmeyi maharet sayan tüccarlarımız var, sabah ayıldığında nerde olduğunu soran var, soyulan var, bu yarım adada  yaşanan gerçek bir turizm var.

Akşama doğru savaştan çıkmışcasına  evimize dönüyoruz.Eşyaların araca düzgün istif olup olmamasına bakılmaksızın hemde. Gün batımı manzarasının önünde, büyük tuvaletini çocuğuna yaptıran kadın siluetiyle sıtkımdan sıyrılmış halde ayrılıyoruz bu kasabaya ait tek kalan yerden. Deniz kumunu değil üzerime sinen mangal kokusunu gidermek için duşa atıyorum kendimi. Ne çare su yok. Susuz yaz filminin ortasında gibiyim. Bana gelince bin tövbe ediyorum. Gazete sayfalarında renkli ekranlarda dönen Bodrum bizim Bodrumumuz değil. Onlar bir  başka Bodrum'dan bizden değil. Yarım yamalak akan suyun altında gözlerimi kapatıyorum. Annemin öğrencilerine öğrettiği türkü dudaklarımdan dökülüveriyor.Orda bir köy var uzakta...O balıkçı köyü,mandalina kokulu, begonvil bezeli köy bizim köyümüz değil artık diyorum.

( Orda Bir Köy Var Uzakta başlıklı yazı Sevda URAL tarafından 3.08.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu