Gül Bebekgül Yüzlü Yâr
GÜL BEBEK… GÜL YÜZLÜ YÂR
M.NİHAT MALKOÇ
Arap çölleri alev ateş kavruluyordu. Kızgın kumları yakan güneş, katılaşan kalpleri yakamıyordu işte… Kum taneleri kadar insaf ve izana sahip olmayan bir millet vardı bu talihsiz yarımadada… Feryatlar yükseliyordu arzdan arşa doğru… İnsanlık, geçirdiği amansız imtihanda sınıfta kalmıştı ki bir nur belirdi ufuklardan… Kâinat gebeydi, doğum sancıları çekiyordu… Bu kutlu doğum, insanlığın kaybettiği vasıflara ilticasının da habercisiydi… Titriyordu yedi gök… Sıtmaya tutulmuştu arz… Bu nuru taşımak kolay olmayacaktı onlar için… Alışılmışın dışında bir vuslattı bu… Âlemlerin âlimine kavuşması…
“Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır.
Bu gelen tevhid ü irfan kanudur.”
Bu sesler ve daha niceleri muştuluyordu gelen nur çerağını… Kimsesizlerin kimsesi, gariplerin hâmisiyle müşerref oluyordu âlemler… On sekiz bin âlemin Mustafa’sı yola çıkmıştı âlem-i ervahtan… Aylar paylaşamıyordu bu şerefli doğumu… Rebiülevvel bir adım öndeydi bu hususta… Kıskanıyordu diğer aylar… Keşke, keşke diyorlardı… Kutlu doğuma şahit olmak istiyordu zaman. Takvimler bu ışık sağanağını taşımakta zorlanıyorlardı. Çok ağır bir yüktü bu, taşıyanı bahtiyar eden… Hasta ruhların tabibi, yürek yanıklarının ilâhî merhemi geliyordu tedavi için. Karanlık kavşaklarda yolunu kaybeden insanlığa müjdeler getiriyordu âlemlerin elçisi… Ruhlar arınıyor, her şey sil baştan yenileniyordu.
Gökte ay ve güneş bu mübarek gelişe şahit olmak için erkenden kurulmuşlardı dünya üzerine… Amine’nin evinden etrafa yayılan ışık, ayın ve güneşin ziyasını gölgede bırakıyordu. Yırtıcılıkta sırtlanları geride bırakan beşerin kurtuluşunu müjdeliyordu bu güzel ve mübarek doğum… Artık insanlık yepyeni bir çağa, kurtuluş çağına adım atıyordu. Bu zamanın altın dilimi dünya ve içindekiler için de bir milattı. Onun gelişi arzı ve arşı nura gark ediyordu. Bulutlar rahmetini toprağa değdirmek için sabırsızlanıyorlardı. Onun ayağının değeceği taş ve toprak kendini seçilmiş sayıyordu. Böyle bir nur kuşatıyordu ufukları.
“Esselâmu Aleyke, ya Muhammed
Esselâmu Aleyke, ya Ahmed”
Öylesine büyük bir heyecanla ve avazla çınlıyordu asuman… Adı güzel, kendi güzel Muhammed dünyaya doğru mukaddes bir yolculuğa çıkmıştı. Milâttı bu vahşilikte sınır tanımayan insanlık için… Melekler adını sayıklıyordu ulu serverin… Selavatlar gök kubbede yankılanıyordu. Kubbelerden taşıyordu âminler… Kandiller yanıyordu semanın derinliklerinde… Gökyüzünde dolunay seyre dalmıştı mübarek kadın Amine’nin evini ve etrafındaki nur halelerini. Yeryüzü müstesna zamanlardan birini idrak ediyordu.
O gelmişti bir seher vakti… Yerle sema nura gark olmuştu… Mevcudat onunla müşerrefti artık, ilelebet payidar… Bir yetim gelmişti dünyaya... Sevgili babasını dünya gözüyle görmek nasip olmamıştı kendisine... Ruhlar âleminde tanışmışlardı biiznillah… Bereket dolmuştu muhterem validesinin istiratgâhına… Dünyada bir kısım gariplikler yaşanır olmuştu… Çünkü bu alelâde bir doğum değildi. Putlar tersyüz olmuştu bu gelişin heybetinden… Küfrün kaleleri yıkılmaya mahkûmdu. İnsanlık yepyeni ve apak bir sayfa açıyordu. Yürekler arınıyordu. İnkârcıların nutku tutulmuştu, şaşırıp kalmışlardı öylece…
İnsanlığın medar-ı iftiharı olacak o gül bebek doğar doğmaz başını yere koyup Rabbine secde etmişti. O, çocuk hâliyle secdede “Ümmetim, ümmetim” demişti. Doğuştan sünnetliydi ve göbeği de kesilmişti… Her hâlinde bir harikulâdelik vardı.
Yaratılanların en hayırlısı ve kâinatın efendisi, doğumuyla cihanı aydınlatmıştı. Adı güzel, kendi güzel Muhammed’i zor bir istikbal bekliyordu… Çileli yollardan geçmeliydi. Buna hazırdı zaten… Rabbi onun ruhunu bunlara hazırlamıştı evvelden. Sevgili validesinin sütü yetmez olmuştu ona. Sütanne Halime’nin yanında geçen yıllar başlamıştı onun için… Bunda da bir hayır vardı elbet… Allah neylerse güzel eyler. Bizler hikmetini idrak edemeyiz.
Resulullah Efendimizin de içerisinde doğup büyüdüğü Arap yarımadasında sütannelik yaygındı. Sütü kesilen kadınlar, çocuklarını başka ailelere, annelere verir, belli bir yaşa kadar onların evinde tutarlardı. Efendimiz de sütanneye veridi. Fakat o bildiğimiz çocuklardan biri değildi. Ona sütanne olacak kişi ne kadar da bahtiyardı. Lâkin o kişi, yani Halime Hanım bu durumdan haberdar değildi önceleri. Küçük Muhammed bu eve geldikten sonra her şey ne kadar da değişmişti. Her gün değişik harikuladelikler yaşanıyordu. Bu duruma kimse anlam veremese de herkes halinden fevkalade hoşnuttu. Bolluk ve bereket, kıt kanaat geçinen Halime’nin evine taşınmıştı. Evin dört bir tarafı nurlarla bezenmişti sanki. O, diğer bebeklerden daha farklı bakıyor, gülüyor, misk ü amber kokuyordu. Güller bile Muhammed’in kokusuna gıpta ediyordu. O güller ki kokularının esrarını onun mübarek tenine borçluydular. Gelecekte ‘Güllerin Efendisi’ olacaktı o… Âlemler onunla hayat bulacaktı.
Annelerin annesi Amine’yle, gül yavrusu Medine yoluna revan olurlar… Emelleri baba yurduna vaslolup o mübarek iklimi teneffüs etmektir. Öyle de yaparlar. Babayla oğlun farlı bir âlemde vuslatıdır bu… Bu manzara yürekleri parçalar. Fakat asıl acıyı yolda annesi Amine’yi gencecik yaşında kara toprağa vermekle yaşar. Artık yetimliğinin yanında bir de öksüzlüğü kaldırmak zorundadır. Bundan sonra nurlu dedenin şefkat kanatları altındadır. Bize bir nefes kadar yakın ve bir gölge kadar uzak olan ölüm dedeyi de çekip alır rûy-i zeminden… Bu sefer de Ebu Talib yetişir yeğeninin imdadına… Sıcak yuvasının bir parçası olur.
Küçücük bir çocuğun önce babasını, sonra annesini, bu yetmiyormuş gibi kendisine kol kanat geren sevgili dedesini kaybetmesi ne kadar zor bir durumdur. Minik bir yüreğin bunca acıları kaldırması ne kadar da zordur. Fakat o müstesna bir insandı. Kendisi gelecek zaman içerisinde Allah’ın habibi olacak bir çocuk olduğu için acılar Rabbin yardımıyla hafifletilmiş, kapanan her bir kapının hemen yanında yeni kapılar açılmıştı. Yüce Yaratıcı istediğine nice güzellikler verir, istediğinden de nice nimetleri çekip alır. O her şeye kadirdir.
Bu yetim ve öksüz çocuk, kendini taşıyacak yaşa gelince harikuladelikleri iyice belirginleşir. Çevresindeki insanların hâl ve tavırları onda görülmez. Her girdiği mekânda farklılığı gözlerden kaçmaz. Lat, Uzza, Menat ve bir yığın sözde mabudun önünde diz çöken gafilleri ateşten çekip kurtarmak için irşat faaliyetlerine başlar büyük bir iştiyak ve kararlılıkla… Sırtına vurulan nübüvvet mührünün çilesine adamıştır kendini. Acıyı bal etmek ve çileye talip olmak yüce gönüllerin işi… Onun engin gönlü Hak ve hakikat için özel donatılmıştı. Rabbi onu hususi olarak terbiye etmiş, kalbinde fenadan eser bırakmamıştı.
Dünya kurulalı beri böyle bir ruh teşrif etmemişti ruy-i zemine. Geçmişten bugüne kadar onlarca peygamber gelmiş, vazifesini ifa etmiş, sonra da Hakk’ın emri gereği dünyadan göçüp gitmiştir. Fakat Hz. Muhammed(sav) bunlardan çok farklıydı. Çünkü o peygamberler zincirinin son halkasıydı. Zaman onu Muhammed’ül Emin vasfıyla taçlandırmıştı. Bundan sonra derin ilmi, kültürü, zenginliği, güzelliği ve soyu ile devrindeki kadınların en üstünü olan Hatice’yle yolu kesişen Resulullah için yeni bir sayfa açılır. Hz. Hatice onun hâl ve hareketlerini beğenir, kendisiyle evlenir. O zaman henüz peygamber değildir. Bu izdivacın meyveleri olarak Zeynep, Rukiyye, Ümmi Gülsüm, Fatıma ve Abdullah gelir dünyaya… Sonra canından aziz bildiği mübarek torunları Hasan ve Hüseyin… Hiçbir şey ona Rabbiyle arasına girecek kadar tesir etmez. Maişetini helâl yoldan temin etmek için rızkın onda dokuzu olan ticaretin içinde bulur kendini… Dünyevî hiçbir şey ona Allah’ını unutturamaz.
Bir gün “Oku! Bütün mevcudatı yaratan Rabbinin ismiyle ki; O, insanı kan pıhtısından yarattı, Oku senin Rabbin kalemle yazmayı öğreten, insana bilmediğini bildiren kerimlerin kerimi ve ihsan sahibidir.(Alak S. / 1–5. Ayetler)” hitabıyla karşılaşınca insanlık yepyeni bir dönemece giriyordu. Risalet yıllarının habercisi olan bu kutlu hadisenin tesiri nur yüzlü Resulü yataklara düşürmüştü. Fakat insanlığın küfür bataklığına saplandığı bir demde o yatıp uyuyamazdı… Zira bu hâlde iken ilâhî ikaz hemen geliverdi: “Ey örtülere bürünüp yatan! Kalk inzâr eyle ve Rabbini tekbir et “ (Müddessir S. 1–3.Ayetler)
(
Gül Bebekgül Yüzlü Yâr başlıklı yazı
M.Nihat Malkoç tarafından
26.05.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.