Mavi Çatı
Gecenin solukları buza çeviren ayazı yüzünü jilet gibi kesip geçiyordu. İçinde yanardağlar gibi kaynayan bir öfke, ağzında bir sürü lanet dolu sözler karanlığa savrulup gidiyordu. Amaçsızca adımlıyordu yolları, kaldırımları. Nereye ve kime gideceğini bilmeden. Az önce karısıyla artık rutine binen tartışmalardan birisini belki de en şiddetlisini yaşamış, ve karşılıklı yapılan ağır ithamların ardından bir daha geri dönmemek üzere evden ayrılmıştı.
Gayesizce yürümeye başlayalı saatler olmuştu. Gecenin bu vaktinde sokakta sadece çöpleri karıştıran başıboş birkaç köpek ve arabaların altında köpeklerin gitmesini bekleyen kedilerden başka hiç kimse yoktu. Herkes evine çekilmiş, bir tek kendisi öylece kalakalmıştı. Şu vakitte kime gidebilirdi ki… Kardeşiyle kalan yaşlı annesine gitse şimdi onları da derdine ortak edecek, üzecekti. Ve arkasından gelecek, “neden kavga ettiniz… hiç öyle şey olur mu” buna benzer bir sürü soru ve öğüte şu an ne cevap verecek takadi vardı, ne de kendini yaşananlar karşısında haklı gösterecek bir açıklama isteği.
En sonunda bir otele gitmeye karar verdi Mehmet. Neredeyse on yılını doldurmak üzere olan evliliğinde ilk kez bir başına otelde kalacaktı. Cebindeki paraya baktı; bu parayla ancak bir pansiyonda kalabilirdi. Evden gurur meselesi yapıp üzerine ne para ne de başka hiçbir şey almadan şiddetli bir kasırga aniden çıkıp gitmişti. Otellerin çokça olduğu bir semte geldi. Tek tek gecelik fiyatları sordu. Ama hepsinin verdiği fiyatlar cebindeki parayı solluyordu. Umutsuzca ara sokaklardaki pansiyonlara yöneldi.
İzbe haldeki bir pansiyona gecelik parayı ödedi. Anahtarı alıp odasına çıkarken içini kemiren binlerce düşünce de şimdiden yüreğini daraltmaya başlamıştı. Odasını açıp yatağa uzandı sertçe. Halen kızgındı. Bu kez karısına çok sinirlenmişti. Son dönemlerde yaptıkları her kavgada hep ayrılacaklarını konuşuyorlardı. İşte şimdi bu istekleri yerini bulmuştu. Artık bu ayrılığın bir daha geri dönüşü olmayacaktı. Bunu düşündüğü anda kalbine sanki kızdın bir şiş sokuldu. Boğazı düğümlendi. Gözleri doldu. Kızı… Altı yaşındaki kızı Zehra aklına düştü, yüreğine düştü. Her akşam onu öpmeden, koklamadan yatmazdı ki, yatamazdı…Gözlerinde daha şimdiden biriken hasret yaşları ince bir pınar gibi yanaklarına süzülmeye başladı. Gözlerini kızını hayal etmek için yavaşça kapadı.
Gecenin ilerleyen saatleriydi. Mehmet hala uyuyamamış, kendince kurduğu mahkemede yaşananları tekrar tekrar muhasebe ediyordu. O sırada odanın kapısı hafifçe elle vuruldu! Olduğu yerde toparlandı. İçini hafif bir ürperti aldı. Zaten sırf ucuz diye mecburen geldiği bu virane pansiyon hiç hoşuna gitmemişti. Hele girişteki eşkiyayı andıran birkaç adamla onların yanında oturup da kendisine şuh bakışlar atan kilolu ve yaşı geçmiş kadınları görünce kafasında bir sürü iğrenç senaryo canlanmıştı.
Kapı bir kez daha ısrarla çaldı. Yerinden kalkarak temkinli bir şekilde kapıya yanaştı.
“Kim o ?”
“Benim” dedi, sesi sigara ve muhtemelen alkolden dolayı çatallaşmış bir kadın sesi. Ve aynı ses davetkar bir edayla konuşmasına devam etti.
“Canım bir açar mısın kapını? Bu gece eşlik edeyim istersen sana!”
Kadının bu şehvani sözleri niyetini hemen hissettirmişti Mehmet’e. Evden uzaklaştığı daha ilk gecede karısına ihanet etmekle karşı karşıya kalmıştı. Hayatında bir kere bile aldatmamıştı karısını. Ve şu an karısına ne kadar kızıp, yanlışa o kadar yakın olsa da böyle bir harama aslı meyletmeye niyetli değildi.
“Sağolun. Ben yalnız kalmak istiyorum” dedi hafif sert bir üslupla.
Ardından uzanmak için yeniden yatağına geri döndü. Fakat yatağa baktığında midesi bulandı. Bu yatakta kim bilir ne çok haramlı tenler iç içe geçmişti, yatağın belki de her santimi meniye bulanmıştı. Yüzünü büyük bir tiksintinin ifadesi kapladı. Üzerine hemen paltosunu geçirip, resepsiyondaki adamın afallamışçasına bakışlarına karşılık vermeden, yeniden geldiği karanlık ve dondurucu geceye karıştı.
Cebindeki son paraydı az önce lanet okuyarak çıktığı o genelevden dönme pansiyona ödediği. Hava, ağzından çıkan tükürüğü yere düşmeden donduracak kadar soğuktu. Mutlaka sıcak bir yere sığınmalıydı. Aklına otobüs terminali geldi.
Bir saatlik titremeli yürüyüşün ardından terminalin kapısından içeri girdi. Hemen ilk gördüğü banka oturdu. Çok yorulmuş, üzerine de ağır bir uyku rehavati çökmüştü. Başını arkaya atarak duvara yasladı. Göz kapakları artık karşı konulmaz bir şekilde kapanmaya başladı.
Kulağına gelen seslerle uyandığında nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Ve anladığında da yüreğini derin bir efkar sardı. Bu, evinden böyle bir tartışmadan dolayı uzak kaldığı ilk gündü. Bu arada saate baktı, işe gitme vakti yaklaşıyordu. Cebinde işe gidebilecek kadar yol parası kalmış mıydı acaba? Elini cüzdanına attı. Attı ama cüzdanın yerinde olmadığını anlayınca yüzüne okkalı bir şamar yemiş gibi oldu. Oysaki pansiyondan çıkarken cüzdanının cebinde olduğunu biliyordu. Demek ki burada uyuya kaldığı zaman çaldırmıştı. Şu bir günde ne çok uğursuzluk gelmişti başına. Morali onu şu an yerlere serecek ve içli içli ağlatacak kadar sona dayanmıştı. Ellerini paltosunun cebine soktu, olduğu yerde büzüştü. Şu an ne yapması gerektiğine bir türlü karar veremiyordu. Bu halde işe de gitmek istemiyordu. Orayı arayıp hasta olduğunu ve birkaç gün işe gelemeyeceğini söyledi. Ardında terminaldeki onca kalabalığın için yalnız başına dolaşmaya başladı.
Aradan saatler geçmişti. Bu süre içinde kah ıstırap dolu düşüncelerin eskortluk ettiği ucu olmayan voltalar atmış, kah bir banka oturarak neyin doğru neyin yanlış olduğunu tartılayıp durmuştu. O sırada elinde telsizle sivil bir polisin kendisine doğru geldiğini gördü. Gün içinde üç dört kez sivil polisin gözüne değmiş, ve sivil polis de şimdi ondan şüphelenerek kimliğini göstermesini istemişti.
Mehmet on dakika sonra kimliği olmadığı için terminal karakolundaydı. Utanç içinde karısıyla kavga ettiğini ve sonrasında başına gelenleri anlattı. Polisler Mehmet’e inanmakta zorluk çekmediler.
Bir müddet sonra Mehmet polislerin anlamını çözemediği imalı bakışları eşliğinde karakoldan dışarı çıktı.
Üçüncü gün…
Evden ayrılışının bugün üçüncü günüydü. Ve tam üç gündür aynı elbiselerle bu terminalde yatıp kalkıyordu. İçinde kıramadığı bir inat ve gurur yüzünden ne yakınlarını arayıp bilgi veriyor, ne de “Bir daha bu eve gelme” diyen karısını arayıp barışma flörtüne giriyordu. Ayrıca para alabileceği bir sürü dostu varken bunu da bir kenara koyup şuan sadece kendisiyle baş başa kalmak istiyordu. Lakin tüm bu süre zarfında karşı koymadığı tek duygu vardı, evden çıktığından beri her saniye daha da harlanan kızının hasreti. Çoğu gece bir köşeye çekiliyor onu hayal ederek sessizce ağlıyordu. Öte yandan karısı da, onu hiç aramamıştı. Gerçi aramasa da ona olan kızgınlığı evden çıktığı o ilk gün kadar değildi artık.
Evden çıkarken geleceğe dair alelacele ve hışımla kurguladığı planlar şimdi bu üç günün sonunda sanki gerçekten daha ziyade, abartılı bir hayal ürünüymüş gibi gözüküyordu ona. Bu üç gün içinde yaşadığı üzüntüden dolayı iştahı neredeyse tamamen kapanmıştı. Bütün günü terminalde kalanlar için dağıtılan ücretsiz bir çorbayla geçiriyordu. Bu üç gün boyunca tüm hayatını en ince ayrıntısına ve hatırasına kadar didik didik irdelemişti. Karısıyla son zamanlarda anlaşamıyorlardı. Halbuki ilk yıllar birbirlerini gerçekten çok seviyorlardı. Her günleri ayrı bir lezzette geçiyordu. Ama son dönemlerde sanki birbirleriyle kavga etmek için bahane arayan iki düşman gibi olmuşlardı. Şimdi geriye dönse yine kavgalar olacaktı. Kaçınılmazdı bu.
Dördüncü günün akşamında kararını verdi. Hem kendisi, hem karısı, hem de bu tartışmalardan en ağır şekilde nasiplenen kızı Zehra için boşanmalıydı. Bu dört gün içinde samimi olduğu bir çığırtkanın yardımıyla kendisini bu gece buralardan çok uzaklara götürecek bir otobüs ayarlardı. Ama bugün yapmayı istediği çok önemli bir arzusu vardı kızı Zehra’nın “babacım” deyişini bir kez daha duyabilmek.
Otobüsün kalkmasına az bir süre kalmıştı. Titreyen elleriyle cebinden telefonu çıkardı. İçinde adını koymadığı bir duygu veya itiraf edemediği bir umutla evini aradı. Fakat telefon ısrarla çaldığı halde açan olmadı. Numarası evin telefonunda kesin çıkmıştı. Kahırlandı. Karısına sitem etti, buna hakkı olup olmadığını düşünmeye meydan vermeden. Anlaşılan karısının kızgınlığı, kendisininki gibi hala dinmemişti. Kendisini alıp bilmediği aleme götürecek otobüsün kapısına geldi. Yolcular yavaş yavaş binip yerlerini almaya başlamışlardı. Artık son anons yapılıyordu otobüsün kalmak üzere olduğuna dair.
Adeta bir hayalet gibi otobüsün kapısından ilk adımını attı. İkinci adımını atarken telefonu çalmaya başladı. Yüzünde bayramlığını gören bir çocuğun sevinçli hali belirdi.
Karısı arıyordu. Konuşmaya başladılar. Bineceği otobüs on dakika önce yoluna koyulmuş çoktan perondan ayrılmıştı. Mehmet’le karısı halen konuşmaya devam ediyorlardı. Önce karşılıklı sitemlerle, hafif suçlamalarla başlayan konuşma ardını, gözyaşı, pişmanlık sevgi ve hasret kelimeleriyle tamamlıyordu. Ve karısı son cümlesini ekliyordu,
“Hadi Mehmet, Zehra’yla seni bekliyoruz.”
Aylar sonra…
Mehmet kucağında oturan kızı Zehra’ya kitaptan bir öykü okurken birden gözleri doldu. Öyküde yetim kalan bir çocuktan bahsediliyordu. Farkında olmadan gerilere, karısıyla tartışıp terminalde yaşadığı ıstırap dolu o dört güne. Aslında bir bakıma bu ayrılık onlar için sınav olmuştu, ama bu sınavı belki de kaybedebilirlerdi de…
Eğer karısı tam otobüse bineceği sırada aramasaydı belki de ne kadar pişman olsa da dönüşü olmayan büyük hatalar işleyecekti gittiği yerlerde. Ayrıca o adi pansiyonda ona ihanete bir kıl payı kadar yakınlaşması, ve kimliğini yani cüzdanını terminalde çaldırarak başının ciddi bir belaya girmesi de bunların cabasıydı.
O an neden kadınlar için olduğu gibi erkekler içinde bir sığınma evi olmadığını düşündü. Neden evden mecburen uzaklaşmak zorunda kalan bir erkeğin kafasını toparlayacağı, belki orada kendisinin de hatalarının gösterilip yuvasının dağılmasının önlenebileceği bir sığınma evi...
Düşündü; tekrar düşündü. Belki erkeklerin de böyle durumlarda sığınabilecekleri mavi çatıları olsa ve buralara gelen erkeklerin yanlışa girmeden yeniden ailesine kavuşması sağlansa… O zaman belki bir çok Zehra anne babasının ayrı olduğunu utanarak söylemek yerine babasının şefkat dolu kucağında öyküsünü dinliyor olacak.
Neden acaba hala Mavi Çatılar yok!
(
Mavi Çatı başlıklı yazı
MustafaSakarya tarafından
11.01.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.