SONSUZLUĞA

     Üniversite biteli neredeyse bir yıl oldu. Özel bir şirketin muhasebe bölümünde çalışıyorum. Günlerim oldukça rutin geçiyor. Hafta içi sabah erkenden kalkıyor bir koşuşturmaca ile evden çıkıyor, akşam da en geç sekizde evde oluyorum. Bu rutin hayat o kadar içime işlemiş ki sanki bu hayatın dışında başka bir hayatta yaşayamazmışım gibi geliyor. Bir tek O’nun dışında…

     İstanbul’a ben çok küçükken yerleşmişiz. Babam Edirneli Berber Kemal, annemse yine Edirneli, kendisini ailesine adamış, mazbut bir ev hanımı. Büyük babam yani babamın babası vefat edince, İstanbul’a yerleşmeye karar vermişler ve işte buradayız. Gelir gelmez İki odası, bir salonu olan küçük bir ev almış babam. Sonra da ekmek teknesini kiralamış. Dört kardeşiz. Ablam Aysun, ağabeyim Murat, ben Almira ve küçük kardeşim Osman. Osman İstanbul’da doğdu. Hatırlıyorum o günleri. Ne sevinç ne kocaman bir mutluluk getirmişti bizlere. O minicik bedeniyle ne de büyük işler yapmıştı ailemize. Ablam Aysun biraz havalıdır. Hep olduğundan yüksek görünmeye çalışır. Çevresinde hep kendinden lüks insanlar vardır. Ama kimseye de Berber Kemal’in kızı olduğunu söyleyemez, bilirim. Ağabeyim askerden geldikten sonra çalışmaya başladı. Ancak pek azimkar olamadı. Babam onu hangi arkadaşına gönderse olmadı. En fazla bir hafta çalışıyor, sonra aradığım iş bu değil, deyip evde oturmaya başlıyor. Zavallı babam ne zamana kadar taşıyacak ki Murat’ını omuzlarında. Osman ilkokul 3. Sınıfa gidiyor. Büyümüş de küçülmüş sanki. Ne bir şey saklanır ne de gizli bir iş yapılır. Eli, gözü, kulağı hep bizde. Evin küçüğü ya… En şımarığımız da o tabi. Annem, canım kadınım. Sabahtan akşama kadar iş yapar. Ütü yapar, çamaşır yıkar, cam siler, sökükleri diker, yamalar, yemek yapar… Varı yoğu babamdır. Daha dün evlenmiş gibi bakar babama her seferinde. En büyük dayanağıdır, yaslandığı tek duvardır Zeliha için  Berber Kemal.

     Çalıştığım şirket sahipleri yabancı. Zaten ayda yılda bir gelirler, hesaba kitaba bakar, sonra da “good good” deyip giderler. Benim asıl derdim müdürümle. Bayan Saadet Hanım. Adı huzur dolu; ama kendisi Allah’a emanet valla. Bir adam hiç mi gülmez, hiç mi tebessümle konuşamaz ya? Yanımızdan bir geçer, suratını görseniz başınızı kaldıracak haliniz kalmaz. Aman, çok dert değil. İşimi gücümü yapıyorum, zamanında gelip, zamanında çıkıyorum. Zam istemiyorum, problem çıkarmıyorum. Bu yüzden fazla karşılaşmıyoruz.

     Şirkette arkadaş çevrem çok güzel. Beş kişilik bir grubuz. Üçü erkek ikisi kız. Emir, Coşkun, Aliye, Aslı ve ben Almira. Her sabah aynı anda çalışma kartlarımızı geçirir, gün boyu beraberce çalışır, çıkışta da yine beraberce kartlarımızın saatini vurdururuz makineye. Çoğu zaman babamın yanına uğrarım eve geçmeden önce. Yanağından bir öpücük almadan rahat etmem. Laf aramızda kıymetlisiyimdir canım babamın.

     Akşamları yemekten sonra genelde odama geçerim. Ablamla paylaştığım odama. Romanımı açar, nerde kaldıysam şöyle bir göz gezdirir, okumaya koyulurum hemencecik. Okumak en büyük zevkim. Romanlardaki düşler, satır aralarındaki sevda kokusu, sayfalarda gezinen maceralar… Öyle bir tutkuyla okurum ki kendimden geçercesine. Her satırda onu okurum sanki. Onun gözlerini görürüm başroldeki kahramanda. Sevdasını eş tutarım kendimce. Sonra kitabı kapatır, hayallere başlarım. Yüzümdeki gülücüklerin sebebi olan onu düşünürüm. Emir’i hiç çıkaramam ki aklımdan zaten.

     Onu işimin ilk gününde görmüştüm. Ben müdürün odasından çıkmıştım işe alınmanın heyecanıyla. O da bir imza için odaya yaklaşıyordu. Göz göze geldik birden ve ben bittim, eridim, kulaklarıma kadar kıpkırmızı oldum sanki. İlk defa böyle bir şey olmuştu bana. Aşık olmuştum görür görmez. Sonra günler günleri kovaladı ve baktım ki kendimi sıkı bir dostluk içinde beş kişilik bir grubun üyesi olarak buldum. Yine de mutluydum. Her gün onu görüyor, her gün türlü şeyler paylaşıyordum onunla. Bu da yeterdi. Elbet bir gün olurdu, elbet bir gün…

     Annemin kapı tıkırdatmasıyla kendime gelirdim her defasında. Kaç oldu artık yat vuruşuydu bu. Canım annem sabahları kahrımı çeken bir tanecik kuzum benim.

     Yine aynı sabahlardan bir gün, kalktım dolabı açtım. Ne giymeye karar verdikten ve bir şeyler atıştırdıktan sonra, fırladım evden dışarı. Durağa kadar hızlı adımlarla yürüdüm. Ve her zamanki gibi son anda yakaladım otobüsü. Ayakta itişe itişe bir yer ayarladım kendime. Hava karanlıktı, soğuk ve yağmurlu. Hava ile beraber içim de sıkılmıştı birden. Hınca hınç dolu o otobüste nefes alamaz hale gelmişim sanki. Sanki bir şey olacak ve ben bitecektim. İş yerimin sokağına gelen otobüsün kapıları açıldı ve üzerimdeki ağırlıkla indim merdivenlerden. Yürümeye başladım yavaş yavaş. Etrafa bakıyor, yağmurun alnıma düşen damlalarını sıyırıyordum kolumla. İşyerimin kapısından içeri girdim. Hiç olmadık kadar sessizlik vardı içerde. Geç kaldığımın farkına bile varmamıştı müdür. Derin bir nefes aldım ve kapıyı araladım, içeri girdim.  Aliye ve Aslı masalarında oturuyor, başları önlerindeydi. Ağırdan bir hıçkırık sesi geliyordu. Bir şey olmuştu, belliydi. Etrafa bakındım. Emir ve Coşkun yoktu. Hemen sesimi yükselttim ve “Neler oluyor burada? Emir ile Coşkun nerdeler?” dedim. Aliye yavaşça başını kaldırdı, ağlamaktan gözleri şişmişti. Korktum. Söyleyeceklerini duymak istemiyordum sanki. Ama bir o kadar da ölüyordum meraktan.

-          Ölüyor Almira o ölüyor. Emir kaza geçirmiş. Ameliyattaymış, durumu çok fena. Coşkun yanında, ameliyattan çıkmasını bekliyor. Ama umut gitmiş çoktan Emir’in yanından…

     Yıkılmıştım, dizlerim titredi ve sonra hissetmedim onları. Yere düşmüşüm. Sonrasında keskin kolonya kokusuyla kendime geldim. Müdür kollarıma, boynuma kolonya döküyor, Aliye başımı ovalıyordu. Aslı’nın getirdiği sudan birkaç yudum aldım ve bir çırpıda fırladım uzandığım yerden. Deli gibi “Hangi hastane, hangi hastane?” diye bağırmaya başladım. Aliye’nin verdiği cevapla koşmaya başladım, öyle hızlı koşuyordum ki nefes almam ne mümkün…

     Hastane kapısından içeri girdim. Soluğum kesilmişti. Ateş içindeydi vücudum, yüzümden alevler çıkıyordu şubatın ortasında. Derken katları çıkmaya başladım. Şaşkın şaşkın etrafa bakınıyor Coşkun’u arıyordum. Derken köşeyi dönerken gördüm onu. Bağırmaya başladım. Beni duydu ve döndü. Tanıyamadım. Daha dün güle oynaya çıktığım, şakalarıyla bize gına getiren, sevecen, tombiş Coşkun yoktu yerinde. Erimiş, mahvolmuştu birkaç saat içinde.

-          Sabah geç kalmış, karşıdan karşıya geçerken görmemiş kamyonu. Son anda fark etmiş; ama ne fayda. Kalmış altında koca kamyonun. Hala ameliyatta, durumu çok kötüymüş getirdiklerinde. Umutsuzca girmişler ameliyata. Belki Allah rast getirir diyerek.

     Coşkun konuşuyordu, konuşmaya devam ediyordu. Ama ben daha fazlasını duyamıyordum. Kulaklarım işitmiyordu bundan sonrasını. Anlamıyordum, anlayamıyordum. Emir’im, yaşama sevincim, tüm olumsuzluklara rağmen beni ayakta tutmayı başaran kalbimin tek sesi… İçerdeydi şimdi, yatıyordu çaresizce ameliyat masasında. Hayır. Olamaz, olmamalıydı. Ona bir şey olmamalıydı. O yaşamalıydı ki ben de nefes alabileyim. Olduğum yerde, duvar dibine çöktüm ve saate baktım. Saat 10.43’tü. saat 7.30 gibi kapanmış ameliyathanenin kapıları. Ve bir daha da açılmamış. Saniyeleri sayıyordum. Duanın birini bitiriyor, diğerine başlıyordum. Geçmiyordu zaman ya da su gibi akıp gidiyordu. Hiçbir şeyin muhakemesini yapamıyordum. Allah’ım bitmiştim ben, bitmiştim…

     Coşkun da geldi yanıma çöktü. Bir süre öylesine baktık birbirimize. “Ya o giderse aramızdan?” dercesine. Sonra kaçırdık hemen gözlerimizi “Mümkün değil bu, gidemez.” dercesine. Tam o esnada kapılar açıldı. Yutkundum, çömeldiğim yerden doğruldum, fırladım doktorun yanına. Gözleri yerdeydi. Bakmıyordu yüzümüze. Soramıyordum, sormaya cesaretim yoktu. Coşkun atıldı hemen.ve o karanlık cevap geldi.

-          Üzgünüm çocuklar, geldiğinde çok vahimdi, tüm iç organları ezilmiş, nereden başlasak diğer taraf tıkadı bizi. Başı tamamen hasarlıydı. Olmadı, yapamadık. Onu kurtaramadık. Başınız sağ olsun.

      Dinlemedim, daha fazlasını duymak istemedim. Arkamı döndüm ve yürümeye başladım. Gözlerime perde inmişti sanki. Görmüyordum, kulaklarım işitmiyordu sesleri. Onlar konuşadursunlar, ben artık ne dediklerini anlayamıyordum.

      Dükkana kadar yürümüşüm. Sırılsıklam olmuşum. Ama üşümüyorum. Kanım yok ki damarlarımda, çekildi damla damla. Berber Kemal’in dükkanından içeri girdim. Müşterisi vardı bir tane. Onunla sohbet ederken aynadan gördü beni. Yanına doğru sokuldum, öptüm yanaklarından. Başımı kaldırdı eliyle çenemden tutarak. Gözlerimdeki damlaların yağmur damlası olmadığını fark etti, canım babam. Bir süre baktı gözleri, ellerimi tuttu. Konuşmak istiyorduk ikimiz de; ama hep mesafeliydik aslında birbirimize. Hem çok içtendi, hem de oldukça baba tavırlıydı Berber Kemal. Gözlerimle gülümsedim ona. Sonra ellerinden öptüm; ama sarılamadım. İçimdeki vicdan azabı buna izin vermedi. Bunu canım babama nasıl yapacaktım?

     Bir solukta çıktım dışarı. Belki de arkamdan kapıyı açtı tekrar, ben bakamadım. Babam da seslenemedi arkamdan “Dur kızım, yapma” diyemedi. Belki deseydi… Belki de…

     Osman’ın okuluna gittim. İlk kez onu okulunda ziyaret ediyordum. Beni görünce deli gibi koşmaya başladı. Atladı kucağıma birden. Sıkı sıkı sarıldım ona. Doyasıya öpmeye çalıştım. Sarıldım, sarıldım… Ama hiçbir şey söyleyemedim. Öylece bıraktım onu olduğu yerde. Hızla koşmaya başladım okulun bahçesinden dışarıya doğru.  Arkama dönüp bakmadım, Osman’ımın gözleriyle buluşmak istemedim. Buluşsaydı belki de… olmazdı, yapamazdım.

     Zile bastım, anacığım açtı kapıyı. Hayretle yüzüme baktıktan sonra hiçbir şey söylemeden içeri girdim. Telaşı her halinden belliydi. Bu saatte eve gelmemin bir sebebi olmalıydı kendince. Hasta olduğum geldi aklına. Ve başladı söylenmeye:

-“Nane limon iyi gelir. Hemen geç yat, ben yapar getiririm. Ahhh ahhh! Ben hep diyorum ince giyiniyorsunuz kızım. Hadi hadi, çabuk gir yatağa, koş!

     Ah anacığım. Berber Kemal’in biricik Zeliha’sı. Kızın ölüyor, görmüyorsun? Nefes bile alamıyor, farkında değil misin sen?

   Gözlerim ağabeyimle ablamı aradı. Ama onları evde bulmak ne mümkün? Ne zaman evde olurlar ki bu saatte. Ağabeyim kahve köşelerinde kağıt peşindedir. Ablam da sosyetik arkadaşlarıyla kahve yudumluyordur. Nerdesiniz siz nerdesiniz? Ölüyorum, hissedemiyor musunuz?

     Odama girdim, yatağa oturdum. Öylecesine bakındım etrafa bomboş. Kendime geldiğimde annem bana bakıyordu anlamsızca. Anlam arıyordu, suskunluğumda. Elinde bir fincan nane limon. Uzattı bana iç diyen gözleriyle. Aldım, baş ucumda duran komodine koydum. Başımı omzuna dayadım. Gözlerimden akıttım  damlaları. Sokuldum iyice Zehra anamın koynuna. Ellerliyle okşadı başımı, saçlarımda gezindi pamuk elleri. Ah anacım ahh! Bilsen aklımdan geçenleri. Okusan yüreğimdekileri. Öyle sıkı sarardın ki beni, bırakmamacasına. Doğruldum, ellerini avuçlarımın arasına koydum. Gözlerine baktım derin derin ve :

-          Seni çok seviyorum, iyi geceler.

     Alnıma bir buse kondurduktan sonra yerinden kalktı. Işığı kapattı ve:

-          İyi geceler nazar boncuğum, canım kızım. Seni çok seviyorum…

     Yatağa uzandım. Hıçkırırcasına ağlamak istiyordum; ama yapamadım. Emir’im zemin katta yatıyordu. Buz  gibi taşın üzerinde, yapayalnız, tek başına, öylesine yatıyordu. Sabah olacaktı. Selası okunacaktı. Ben dinlemeye mecbur kalacaktım. Adı soyadı okunacaktı ve ben yine duymaya mecbur kalacaktım. Yapamazdım. Gönlüme yeşil bahçeler açtıran, bin bir renk çiçekleri yuva eden Emir’imi nasıl olur da tek başına toprakların altına koyabilirim? Kalbim bu ağır yükü nasıl kaldırır? Ya sonrası, ya bundan sonra Emir olmayan bir hayat? Vücudum nasıl karşı koyacaktı, nasıl savaşacaktı Emir’sizlikle?

     Doğruldum yerimden. Odamdan çıktım ve kilere doğru yürüdüm. Aradığımı buldum ve döndüm odama. Kapıyı ardından kilitledim. Tavana doğru bakındım sonra da masamın kenarındaki tahta sandalyeye…

     Sabah olmuştu, derinden annemin feryadı duyuluyordu. Babam pencerenin camından dışarıya bakıyordu. İlk defa ağlıyordu, ilk defa gözlerinden yaşlar akıyordu. Ya da ben babamı ilk defa ağlarken görüyordum.

     Odamdan çıktım. Üzerime ılık ılık sular akmaya başladı ve işte… Bembeyaz gelinliğimi giyiyordum. Kardan beyaz kumaşlarla bezendim.

     Ve o mucize ses. Caminin minaresinden yükselen mübarek ses. İşte Emir’im duyuyor musun? İkimizin selası. Adımız beraber okunacak. Beraberce kılınacak namazlarımız. Beraberce eller üzerinde gezineceğiz yuvamıza doğru. Ve aynı anda gireceğiz sonsuzluğun kapısından. Meraklanma hepsini beraberce el ele göreceğiz. Vasiyetim var, yapacaklardır emininim… Babam kırmaz beni, anam hayır diyemez kuzusuna. Öyle mutluyum, öyle huzurluyum ki…

     Ve işte geldik aşkım. İşte atıyorlar toprağımızı ağır ağır. Ah anam  ahh! Ağlama lütfen. Kızın öyle mutlu ki anlatamam sana. İstesem de anlatamam zaten bundan sonra. Canım babam, sil o yüzündeki ifadeyi. Kızın gidiyor; ama içi çok rahat. Sebebimin sizinle hiçbir alakası yok. Yazdım bunu okudunuz biliyorum. Masamın üzerindeki mavi kağıda döktüm içimi. Biliyorum defalarca okudunuz, hepsini okudunuz. Biliyorsunuz kalmayışımın sebebini. Biliyorsunuz gidişimdeki gerçeği.

     Allah’ım yükseliyoruz maviliklere. Emir’imle el ele, göz göze. Tatlı tatlı bakıyordu bana. “Beni bu kadar mı çok sevdin?” dercesine. Ben de öylece izliyordum yüzündeki güzellikleri, “Tüm varlığımla” dercesine.

-SON-

                                                                                                                     Begüm Özdikici

 

( Sonsuzluğa başlıklı yazı BegümÖzdikici tarafından 27.04.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu