TÜRKMENSAHRA
Altmış Yıllık Bekleyiş
ABDURRAHMAN DEVECİ
Kocakarı o kadar çok yalvarsa da bir yararı olmadı. Rus subayı ve yanındaki yolcular arabaya binerek yola çıktılar. Tüm vücudu titremeye başlan kocakarı, arabaya doğru yöneldi; ama önündeki ana kapı, kapıda duran asker tarafından kapatıldı. Yorgun düşen kocakarı oturdu. İran’a doğru giderek uzaklaşmakta olan arabayı gözüyle takip etti.
Canı, kuş gibi uçup o arabaya ulaşmayı istiyordu. Devran’ı kaybetmeden, hastalık onu mahvetmeden önce onu görmek istiyordu. Tel örgüyü tutarak gözünden yaş dökmeye başladı. Sınır askerinin yanındaki kurt köpeği hayretle ona baktı. Kocakarı gözlerini göğe dikti. Bir grup kuş gürültüyle gökyüzünde İran’a doğru uçuyordu. “Keşke bir kuş olsaydım,” diye içini çekip onların uçuşunu seyretti. Deminki gümrük arabası, yolcuları İran gümrüğüne teslim edecek, İran tarafından gelenleri bu tarafa getirecekti. Subay, kocakarının yalvarışlarına hiç aldırmamıştı.
- Nereye?
- İran’a.
- Sana söyledim, böyle olmaz. Belgesiz gönderemeyiz. Kumdağ’a gidip kayıt yaptırman, izin alman lazım. Kolay değil, bir sene sırada bekleyeceksin. Öyle herkese de belge verilmez. İran’a gitmek için kesinlikle orada bir yakın akraban olması gerekiyor.
Kocakarı sonunda yürek düğümünü çözdü.
- Bir yakınım var, kocam orada.
Subay hayret etti.
- Kocan mı? Hımm, Birinci Dünya Savaşı’nda kaçanlardan mı?
Kocakarı cevap vermedi.
- Kesinlikle gençken gitmiştir, değil mi?
Kocakarının yüreği kıyıldı. Yaş doldu gözlerine. Yüzündeki kırışıklar titremeye başladı. Subay:
“Gençliğnde seni terk edip giden kocanı ömrünün sonunda ne yapacaksın? Boşver onu, iş işten geçti artık!”diye gülmeye devam etti.
Subay gülerken altın dişleri güneş altında parlıyordu. Yanlarında duran iki turist de gülmeye başladı.
Araba yola düşüp gitmiş, kocakarı ardından baka kalmıştı. Aynen önceki günlerde olduğu gibi. İran’dan gelenlerin yoluna bakarak yine beklemeliydi. Ondan başka da birkaç kişi daha tel örgünün yanında beklemekteydiler. Onların da kaybettikleri vardı galiba.
Türkmenistan İran sınırı yeni açılmıştı. Herkes uzun zaman önce kaybettiği akrabasını aramaktaydı. Kocakarının güçten düşen, eğrilen beli ağrıyordu. Yere oturarak beklemeye devam etti. Yine beklemeliydi, altmış yıl beklediği gibi, mermi sesi köyde vınladığı geceden beri işi beklemekti. Mermi sesi hâlâ kulağından gitmiyordu, Devran’ın en son söylediği de:
- Kendine iyi bak, güzel!
Ve yavaş yavaş uzaklaşan atının toynak sesleri ve o karanlık bodrum, bodrumu aydınlatmak için yaktıkları fener…
Seccadeyi yere henüz sermişlerdi. Kimse görmesin diye kapıyı içerden kilitlemişlerdi. Henüz birkaç dakika geçmemişti ki kapı sertçe vuruldu. Güzel’in kalbi bir an titredi. Ancak kocası kıpırdamadan, durduğu yerde kalıp namazını kıldı. Güzel de tir tir titreyen kalbiyle namaza devam etti. Ağaç kapı birkaç sert vuruşla kırıldı. Eli tüfekli Rus askeri içere girerk namaza duran Devran’ı tekmeledi. Devran seccadenin dışına düştü. Asker tüfeğin namlusuyla bir kere de kadının karnına vurdu. Kadın çığılık attı. Asker bağırdı:
- Siz geri zekalılar ne zaman bu hurafeleri bırakacaksınız. Bir daha tekrar etmeyin demedim mi size?
Devran’ın gözlerinden ateş yağıyordu. Bıkmıştı onların zulmünden.
- Biz henüz kafir olmadık ki, neden bırakcakmışız namazı?
- Sus! Siz kendinizi kandırıyorsunuz. Sizin gibiler halkın geri kalmasının asıl nedenidir, hadi öne düşün, gidelim!
- Nereye?
- Sibirya… On sene Sibriya’da köpek gibi can çekiştiğinizde bizim kıymetimizi bilirsiniz, hadi yürü!
Kadın çığlık attı. Koca durdu.
- Bırak beni! Gitmeyeceğim. Benim komünizmle hiçbir işim yok. Ben sadece şahsî hayatımı sürdürüyorum.
- Hadi, konuşma!
Asker tüfeğin namlusuyla adamın sırtına vurdu. O an Devran eliyle tüfeği tuttu. Onlar birbirine girdiler. Mücadele edip yere düştüler, yuvarlandılar. Kadın korkuyla çığlıklar atıyordu. Az sonra mermi sesi yankılandı, peşinden asker yere serildi. Mermi sesi köyde duyuldu. Köpekler havlamaya başladı. Devran telaşlanıp:
- Güzel! İhtiyatlı ol!
Demesiyle ata bindiğiyle kaçmaya başladı. O ses, Güzel’in Devran’dan duyduğu son ses oldu, tam altmış yıl önce. Güzel derin derin nefes aldı:
- Altmış yıl oldu.
Cansız gözlerini uzaklara dikti; uzakta güneş ışığı altında parlayan köye, köyün doğu tarafında görülen karakola… Karakol yönünden gelen çığlık genç bir kadının sesiydi. Askerler çevresini sarmış onu kırbaca tutmuşlardı. Durmadan vuruyorlardı…
- O katilin nerede saklandığını söylemezsen, asla bırakmayız seni.
- Vallahi ben bilmiyorum, ata bindi de gitti, nereye gitti bilmiyorum.
- Yalan söylüyor, vurun!
Yine kırbaç darbeleri, çizmelerin nazik vücuduna inişi… Kadın kıvranıyor, kan ağlıyordu.
Aylarca hapiste yattıktan sonra serbest bırakıldı. Evine geldi, kimsenin olmadığı; ama hatıralara dolu evine.
***
Evinin önünde oturarak gözünü belirsiz bir yere dikiyordu ki orta yaşlı komşu kadın Gülnar, eline sıcak ekmek alıp onun yanına geldi, konuşmaya başladı:
- Devran’ın nerde olduğunu duydun mu?
- Evet, yeni öğrendim. Dün Kılıç çoban söyledi. O da İranlı bir çobandan duymuş.
- O zaman bundan sonra onu düşünmeyeceksin. O artık gitti, geri gelmez.
- Hayır, gelir! O, beni unutamaz! Biz birbirimizi çok seviyorduk.
- Şimdi sınırı çok sıkı tutuyorlar, her yerine asker koymuşlar. Şimdi İran’a gidip dönmek imkânsız! Şu ekmeği al da ye, açlıktan öleceksin.
***
Güzel’in saçına biraz ak düşmüştü. O hâlâ sınıra bakıp oturuyordu. Gülnar gene yanına geldi.
- Ne zamana kadar bekleyeceksin Güzel? Kırk yaşına girdin o hâlâ gelmedi. Şimdi biraz da kendini düşün, yarın çok geç olur. Dünyada Devran’dan başka erkek yok mu?
- Madem Devran ki hayattadır ve benim kocamdır. Eminim bir gün gelir. O kesinlikle döner, beni unutmaz.
- Ne diyorsun kız! Gelecekse yirmi sene içinde gelirdi. Belki başı bir belâya girmiştir. Şimdilerde İran tarafından haberimiz olmuyor, eskiden olduğu gibi çobanlar da gelip gitmiyor. Kuşlar bile o yandan bu yana uçmaya korkuyor.
Yine de Güzel, uzaklara bakarak oturmaktan vazgeçemiyordu. “Bir gün Devran at koşturup gittiği yerden gelir, atına bindirip onu da götürür,” diye umut ediyordu.
Bir gece Devran’ın atını gördü; ancak at süvarisiz geliyordu. Sınırın o tarafından kanat açarak uçup geliyordu. At yalnızdı; ama gözleriyle Güzel’i aramaktaydı.
Sabah evinin kapısı çalındı. Kocakarı yerinden kalkıp kapıyı açtı. Postacı motosikletle kapının önünde duruyordu. Elinde bir mektup vardı. O gülümseyerek:
- Önce müjdemi vereceksin; İran’dan mektup gelmiş sana! Bak, en sonunda yazdırdığın mektuplara cevap geldi.
Güzel, elini ayağını koyacağı yer bulamadı. Bir an kanat açıp uçmak istedi. Eve girip eski demir sandığı açarak, içinden bir parça şeker çıkardı, postacıya verdi.
- Mektubu hemen oku oğlum!
- Yazısı kötü, eğri büğrü yazılmış. Kiril alfabemizi iyi bilmiyorlar belli. Yine dili Türkmence okunabilir.
“Merhaba Güzel, ömrümün son günlerinde senden mektup alabileceğim aklıma bile gelmemişti. Benim adresimi bulabilmek için mutlaka çok uğraşmışsındır.
Güzel ben ömür boyu seni düşündüm; ama yapabileceğim bir şey yoktu. Biliyor musun o kara geceden sonra bir kere sınırdan o tarafa geçmeyi denedim; ancak kötü talihimden Rus askerleri beni yakaladılar. Yine Allah merhamet etti ki beni tanımadılar. İran uyruklu bir Türkmen sandılar. Allah’tan Farsça da öğrenmiştim. Askerler beni İran jandarmasına teslim ettiler. Böyle oldu da onların elinden kurtuldum; ama İran’da hapse atıldım. Birkaç yılı hapishanede geçirdim. Güzel, ondan sonra sınırdan geçmeye cüret edemedim. Mektup da yazamadım; çünkü o zamanlar senin eline geçmeyeceğini biliyordum. Ulaşsa da seni rahat bırakmayacaklarını biliyordum. Güzel, beni affet! Ben burada tekrar evlenmek zorunda kaldım. Ne yapayım, yalnız yaşamayı başaramadım. Atalarımız “Yalnızlık Allah’a ait,” demişler. Ancak senin için çok üzgünüm. Sen ömrünü yalnızlıkla, beni beklemekle geçirmişsin.
Şimdi Türkmenistan bağımsız oldu, buna çok sevindim. Bu aralar “İran ve Türkmenistan arasındaki sınır açılacak,” diye söylentiler var. Eğer gerçekten sınır açılırsa kendi ayaklarımla oraya geleceğim. Eğer kendim gelemezsem de kesinlikle akrabalardan birini göndereceğim, biliyor musun ben biraz hastayım, yaşlılıkla hastalıklar da gelir insanın üstüne, ne yapacağız?”
Postacı gitti. Güzel bir köşede oturup ağladı; altmış yıl geçirdiği yalnızlık için yaş döke döke, koyuverdi sesini, ağladı. Sonra bir sevinç kapladı kalbini; evet Devran gelecekti. Devran’ın sağlığı için, kendi ayağıyla buraya gelebilmesi için dua etti. Şimdi onu görmek, durumunu bilmek için acele ediyordu. O günden sonra her gün sınıra gelip gözünü yola dikiyordu.
Kocakarı yorulunca yere oturdu. Bir avuç toprak alıp düşünmeye başladı.
- Devran’ın yüzü nasıl oldu ki? Mutlaka beli bükülmüş yaşlı birisi olmuştur aynı benim gibi. Ya Rabbi, ölmekten önce görüşmek gerçekten nasip olur mu bize? Hastalık onu elden ayaktan düşürmesin Allah’ım.
İki gece önce de Devran’ı rüyasında görmüştü. Gözleriyle Güzel’i arıyordu. Atına binmiş, bir esintiyle birlikte yanına gelmişti. Başıyla işaret etti. Güzel, ata bindi. Devran atı koşturdu.
Sabah Kocakarı sevinçle uyandı. Rüyasını yorumladı: “Kesinlikle Devran gelecek! Belli!” dedi. Sabırsızlıkla köyün yakınındaki sınıra doğru yürüdü. Sabahtan akşama kadar bekledi, Devran gelmedi. Akşama üstü oturduğu yerden kalkıp evine döndü; ancak umudunu kaybetmedi. Yakında bir haber çıkacağı içine doğuyordu. Kim bilir, belki yine bir mektup… Umutsuz değildi kocakarı.
Başını kaldırıp göğe göz attı. Sessizce dua etmeye başladı. O esnada gözü serçelere düştü, Türkmenistan sınırından İran’a doğru uçan serçeler. Serçeleri nokta gibi yitip gidene kadar gözüyle takip etti. O an gümrük arabası geri döndü. İran’dan gelen erkek ve başörtülü kadınlar arabadan inip, sınırın ana kapısından bu tarafa geçtiler. Gelenlerin çoğu Türkmen’di, kadınların çiçek işlemeli uzun başörtülerinden belliydi ki Türkmensahra bölgesinden geliyorlardı. Türkmenistanlı kadınların da çiçekli başörtüsü vardı; ama onlarınki İranlılarınkine göre çok kısaydı. Güzel, Türkmensahra’da Türkmenistan’ın yarısı kadar Türkmen yaşadığını biliyordu. O Türkmenler, Sovyetler Birliği döneminde ayrı düştükleri ve kaybettikleri akrabalarını aramaya geliyorlardı. Hepsi kavuşmaya susamış insanlardı. Güzel’in yakınında beklemekte olan birkaç kişi galiba akrabalarını buldular ki o taraftan gelen bir kadın ve erkekle kucaklaştılar, öpüştüler. Güzel de yerinden kalkıp onları kucaklamak istedi. Oraya bakıp duruyordu. O an beli bükülmüş bir yaşlı erkeği görerek sarsıldı. Yanılmıyorsa kaybettiğini bulmuştu; ama zaman ne kadar da yıpratmıştı onu. Boyu eğilmiş, yüzü tamamen kırışmış, yanağından kemiği çıkmış gibiydi. Ancak gözlerinden onu tanımak mümkündü. Onun elini tutarak yanında yürüyen genç adam da ne kadar Devran’ın gençliğine benziyordu! Kocakarı olduğu yerde dondu kaldı. O yaşlı adam ve yanındaki genç yüzüne bakmadan yanından geçiyorlardı. Kocakarının takati bitti, dili dolaştı:
- Devran!
Genç hayretle ona baktı. Yaşlı da içine çökmüş gözlerini ona dikti. Kocakarı bir kere daha sesi kuyunun dibinden çıkmış gibi:
“Devran,” dedi.
Yaşlı adam dikkatle ona bakarak:
“Güzel,” dedi.
Güzel’in gözünden yaş dökülmeye başladı. Yaşlı adam titreyen ellerini ona uzatıp Kocakarının elini sıktı.
- Burada olacağın aklıma gelmemişti.
- Geleceğini biliyordum.
Gözyaşını koluyla silerek:
“Bu genç kim?” diye sordu.
- Oğlum, Aman bu.
Kocakarı hayretle ona baktı. Gözlerinden damla damla yaşlar dökülüyordu. Gencin elini titreyen zayıf eliyle sıktı.
Devran:
“Bu senin de oğlundur Güzel!” dedi.
Ancak Güzel şaşırmıştı. Devran’ın öyle bir oğul sahibi olduğunu hiç düşünmemişti. Bunu birdenbire kabul etmek kolay iş değildi. Devran’a bakıp:
“Ne kadar da yaşlanmışsın Devran!” dedi.
- Sen de yaşlanmışsın Güzel! Ne kadar da hızlı geçmiş zaman!
Güzel:
- Ama benim için hiç de hızlı geçmedi, her günüm bir yıl gibiydi, diye sesini tutamadan ağladı. Devran’ın da gözleri yaşla doldu.
“Biliyorum, biliyorum,” diye kolu ile gözyaşını sildi. Kocakarı onun yaşını görünce sakinleşti.
“Köye gidelim, yorulmuşsunuzdur,” dedi.
- Evimiz hâlâ duruyor mu yerinde?
- Hayır, onu satmak zorunda kaldım. Tek göz bir evde yaşıyorum… Köyü görüyor musun?
- Hayır, gözlerimin ışığı azalmış, iyi göremiyorum.
- Karakolu görebiliyor musun?
- Yok, göremiyorum.
- Orada bana çok işkence ettiler, aylarca hapis yattım.
Yaşlı adam yine başını salladı. Gözyaşları çenesine kadar süzüldü.
- Beni affet Güzel, ben senin ömrünü mahvettim.
Güzel’in gözyaşı çenesinden yere düştü.
- Sonunda döndün ya, Allah’a şükür ölmeden seni görebildim ya bu bana yeter. Eski dertlerimin hepsini unuttum.
Ondan sonra ikisi birlikte kendilerini tutamadan hüngür hüngür ağladılar. Genç de gözyaşlarına hâkim olamadı. Köye doğru yürüdüler. Gözyaşları ile sınırdan köye kadar bir yol çizdiler.
Yazarın
Sonraki Yazısı