Bir sabah uyandığımda, annem, sokağa çıkma yasağı var dedi. Ordu yönetime el koymuş. Ne olmuş tam kavrayamıyordum ama, o gün, acı bir hatıra olarak hafızamda kaldı. Komşularımız traktör kazasında öldüler. Sabahın erken saatlerinde ayçiçeği toplamak için tarlaya gitmişler. Dönüşte, şoför, yokuşun başında traktörün hâkimiyetini kaybetmiş.
Gürültüyü duyunca, fırlayıp sokak kapısını açtım. Sesin geldiği tarafa bakınca, toz bulutu içinde, ters dönmüş traktörü gördüm. Hemen geriye dönüp, anneme “traktör devrilmiş, koş” diye bağırıp kaza yerine koştum. Manzara çocuk aklından silinmeyecek kadar kötüydü. Dört kişi ölmüş, iki ocak sönmüştü. Haberle gerçek arasındaki fark çok büyükmüş.
O güne kadar, radyo ve televizyondan, anarşiye dayalı çatışmalarda, her gün onlarca insanımızın öldüğü haberini alırdık. O gün çatışma olmadı. Kimse çatışmadan ölmedi. O gün sırası gelen bedenler canlı kaldı. İyi bir şey olmuş dedim çocuk aklımla, hem, babamı ve abimleri de merak etmeyecektik artık. Bu bize iyi geldi.
O gün iki kaza oldu.
Birincisi traktör kazasıydı. Çok sevdiğimiz komşularımız hayatlarını kaybetti.
İkinci olarak, Demokrasi kazaya uğradı ve o gün ve sonraki günlerde ölecek yüzlerce, belki de binlerce insanın hayatı kurtuldu. Demokrasi sekteye uğradı falan diyordu bazıları. Bazıları daha da kötüleyecekti ilerde bu olayı ama demokrasi diretmesiyle ölmektense, bir kapı aralayıp yaşamak mantıklı gelmişti bana. Çocuk aklı işte; ne anlar demokrasiden…
İlkokul bitmişti o sene. Ortaokulu da köyde okudum.
Milli bayramlarda törenler yapardık. Boru-trampet takımımız vardı, ben trampet çalardım. Boru üflediğim de olmuştur birkaç kere. Öğrenci sayısı az olduğundan, herkesin birden çok görevi olurdu. Konuşmalar, şiirler, gösteriler, yarışmalar ve hemen hemen tüm köy halkı gelirdi kutlamalara. Şenlik olurdu.
Tabii ki şenlik olacak. Bu günler; milli mücadelenin başlangıcı, milli iradenin ortaya çıkışı, yurdun düşman elinden geri alınışıydı, zaferdi. İçimize çektiğimiz havanın, kana kana içtiğimiz suyun, doya doya yediğimiz aşın, bedenimizin üstündeki, onurlu, dimdik duran başın vesilesiydi bu günler. Tarihi paylaşan herkes, şenliği de paylaşacaktı elbet.
Dini bayramlarımız da bir o kadar neşeli, bir o kadar gururlu geçerdi. Bedenler ve nefis terbiye edilmiş, aç olanın hali idrak edilmiş, yardımlaşmanın, sosyalleşmenin, kısaca insan olabilmenin farkına varılmış, koçlar kurban edilerek evlatların hiçbir şey uğruna kurban edilemeyeceği öğrenilmiş, fakirler bir süreliğine de olsa zengin sofrasına kavuşmuş. O günlerin mistik havasında insanlar, bu dünyada, sadece bir süreliğine, ettikleri ve bedenlerinin kalacağını, öbür dünyaya ise ettiklerinin sonuçları ile beraber ruhlarının gideceğini anlamış. İnsanımız paylaşmayı, sevmeyi, hoşgörmeyi, iyilik etmeyi öğrenmiş…
İşte bayram, işte bayramlar.
Hem kişisel olgunluğa erişmiş ve vicdan sahibi fertlerden oluşan bir toplum, hem de, bu güzelliği sürdürecek fiziki şartları sağlayan vatan, millet ve cumhuriyet bilinci.
Küçücük bir Anadolu köyündeki bu algı beni heyecanlandırırken, yavaş yavaş dünyayı tanımaya başladığımda içime şüpheler düşmeye başlamıştı.
Jules Verne’in “Aya Seyahat”ini okumuştum o zamanlar. Amerika da aya ilk insanlı yolculuğunu benim doğduğum yıl yapmış. Emindim ki, biz de, uzayda hak ettiğimiz yeri yakında alacaktık. Öyle ya, bizim aklımız kıt mı ki yapamayalım. Bu vakte kadar yapamamışsak elbette geçerli sebepler vardır.
Almancılar vardı köyümüzde, birkaç aile. Yazları köye döndüklerinde anlata anlata bitiremezlerdi oradaki zenginlikleri, insana saygıyı, çalışma disiplinini, çevre temizliğini, hayat ve trafik düzenini, kuralperverliği… Bu ülke ikinci dünya savaşında, önce Avrupa’ya kan kusturmuş, daha sonra yenilmiş. Ülke yerle bir edilmiş ve ağır tazminatlara mahkûm edilmiş. Bizim bu savaşa girmediğimizi öğrenmiştim derste. Elbette burnumuzun dibine kadar gelen tehlikeden etkilenmişizdir ama bu, savaşın kayıplarıyla kıyaslanamaz ki. Nereden baksanız biz, çeyrek yüzyıl önde olmalıyız, çünkü birinci dünya savaşında bu ülkeyle birlikte yenilmiştik zaten.
İkinci Dünya Savaşı deyince Japonya geliyor aklıma. Savaş sonunda şartları Almanya’dan beter. İki de atom bombası düşmüş kısmetlerine; birisi küçük çocuk, diğeri şişman adam. Yerle bir olmuş iki kent. Yıllarca sürecek radyasyon etkisi de cabası. Ama şimdilerde Almanya’dan iyiymiş durumu. Sanayi ve teknoloji deviymiş. En zengin ülkelerdenmiş. Üstelik ülke birçok adadan oluştuğundan coğrafyanın zorluğu da varmış. Dahası, orası bir deprem ülkesiymiş. Bizdeki depremlerin kat be kat büyüğü olurmuş oralarda sık sık. (Hep –mış, -muş’lu dinlediğimizden masal sanmışız bunları hep.)
Bütün şartları olumsuzken, şimdiki ekonomik ve sosyal şartları bizden nasıl iyi olabilirdi ki. Yoksa onlar daha mı çalışkan, daha mı zeki?
İlahi adalet şaşmaz ama şaşsa da herhalde gidip elin şintoistlerini, hıristiyanlarını, agnostiklerini kayıracak değildi ya, en son hak din İslam dururken. Çocuk aklı işte.