Sabah erken kalktı. Tıraşını oldu. Saçlarını özenle arkaya tarayıp adeta yapıştırdı kafa derisine. Bunu yaparken de seyrelmeye başlamış saçlarının altından kafa derisinin görünmemesine gayret gösterdi. Saçları seyrelmeye başladığından beri, bu “kafa derisi takıntısı” onu fazlasıyla zorlamaktaydı. “Hepsi dökülünce ne yapacağım?” diye geçirdi aklından bir an. Sonra düşünmesi gereken daha önemli bir şey olduğunu fark etti. Bugün geçen haftadan bu yana planladığı bir işi gerçekleştirmeliydi. Geçen hafta aldığı bu işi, iki gün içinde ‘teslim’ etmeliydi. Ve ilke olarak da en geç bir gün önce bitirirdi işini.O bir kiralık katildi.
Bu iş onun son işi olacaktı. Bunu bir jübile olarak düşünüyordu. Dünyanın en keskin nişancısı, en iyi gizlenen ve asla yakalanmayan kiralık katili olsa da hayatının bundan sonraki kısmını, buralardan çok uzakta bir ülkenin sahil kasabasında, sakin, huzurlu bir şekilde geçirmeyi, dinlenmeyi, düzenli bir hayat kurmayı, âşık olmayı hak ediyordu. Evet, her şeye rağmen… Bir katil olmayı ve bu suçtan para kazanmayı seçmişti yıllar önce. Seçmiş miydi? Babası o daha küçük bir çocukken annesini döverek öldürmüştü. O sırada bacaklarına yapışan kız kardeşini de tutup yere fırlatmış, kız kardeşinin felç olmasına neden olmuştu. Bütün bunlar olurken o korkudan kanepe altına saklanmış, o kısacık aralıktan olanları görmeye çalışmıştı. Korkmuştu. Kız kardeşi kadar cesur olsaydı, belki annesi hayatta olacaktı. Kız kardeşi de… Felç olan kız iki sene sonra geçirdiği bir kalp hastalığı sonucu yaşamını kaybetmişti. Annesi… Ne kadar güzeldi… Ve canı, kardeşi… Ne kadar tatlıydı…
Onu dayısı yanına aldı olanlardan sonra. Ama o kısa bir süre içinde evden kaçarak sokaklarda büyümeyi tercih etti. İlk cinayetini bir cep harçlığı karşılığı on beş yaşındayken işledi. Ve bir süre sonra fiyatını yükseltmiş ve ufak bir servete kavuşmuştu. Hiç yakalanmadı. Şehrin karanlık suç örgütlerinin ve elini kana bulamak istemeyen zengin iş adamlarının gözdesi haline gelmişti. Adeta bir ‘ölüm meleği’ haline gelmişti. İşleri kabul ederken bir ilkesi daha vardı. O da kadınlara ve çocuklara dokunmamak… O yüzden tüm kurbanları erkekti.
Mesleğini sorgulamayı bırakalı uzun yıllar olmuştu. Vicdan muhasebesini bırakalı da… Peki, bu kadar rahatlamayı nasıl başarmıştı? Kim rahattı peki? Şirketlerin yüksek maaşlı çalışanları mı? Silah üreten fabrikaların işçileri mi? İnsanları tüketim çılgınlığıyla paralar kazananlar mı? İşte bir kiralık katil olarak o da en az onlar kadar rahattı. Eğer bir silahınız varsa, gönül rızasıyla hayatlarını tüketen insanların olduğu bu dünyada, mutlaka o silahı ateşlersiniz. Hatta defalarca… Bir dakika, bir dakika… Sadece kendini kandırıyordu. Elindeki kanı bu avuntuyla temizleyemezdi. Kendini kandırsa da asla pişman olmazdı. Garip bir paradokstu bu.
Ömürlerin tüketildiği bir dünyaydı burası. Geçenlerde bir gün içerisinde gördüğü ve duyduğu ölümleri hatırlıyordu evden çıkmak için son hazırlıkları yaparken. Arabasıyla sokakları dolaşırken, yol kenarında bir sarhoş görmüştü. Şişesindeki son yudum şarabı, son bir güçle kafasına diken, sonra da biten şaraba lanet edip, bol salyalı bir küfürle şişeyi caddeye fırlatan adamı izlemişti. Adam ölmekteydi. Katili kimdi? Sessizce ölen bu adamı kim öldürüyordu; kendisi mi? Dün köprüden atlayan genç adamın ve bu sabah üçüncü sayfa kahramanı intihar kurbanlarının katili? “Yoksa ben miyim?” diye düşündü adam. Kendini her cinayetin katil zanlısı olarak gördüğü, vicdan muhasebesi dakikalarıydı. Ancak kendi öldürdüklerine karşı duymazdı bunu. Peki, kendini suçlu hissederken neden sorumlu olduğu ölümleri düşünmezdi? Bilemedi. Bilemeyecekti.
Hazırlanması bitmişti. Çantasını bir kez daha kontrol etti. Silahını, yedek şarjörlerini yokladı. Öldüreceği adamın gizli çekilmiş fotoğrafına bir kez daha baktı. Bir hafta içinde onu takip ederek yeterince tanımıştı. Yine de fotoğrafın yanında durmasını tercih etti. Daha da önemlisi yine bir başka ilke olarak, müşterilerinden talep ettiği mektubu kontrol etti. Zarfı kapalıydı. Cinayetten sonra açacaktı. Cinayet öncesi öldürme sebebinin ne olduğunu bilmemeyi tercih ediyordu. Kim bilir, belki de vicdanının devreye girmesinden korkardı. Sebebinin bir önemi yoktu öldürmesinin. Kurbanın bir erkek olması yeterliydi. Böyle bir mektup talep etmesi de tamamen koleksiyon amaçlıydı.
Yola çıkmak için hazırdı. Dışarı çıktı. Arabasına bindi. Arabayı çalıştırmadan önce son bir kez yüzüne bakmak için dikiz aynasına uzattı kafasını. Saçlarını kontrol etti. Derisi gözükmüyordu. Hafifçe gülümsedi. Kahverengi gözlerindeki ışığı sönmüş ifadeye takıldı bir süre. Göz çevresindeki hafif kırışıklıklara ve yüzünün düzgün tıraşına… Bu gözlerle güzel bir kadına doyasıya bakmamış olmanın verdiği hüznü yokladı içinde. Kısa sürdü ve kendine geldi. Arabayı çalıştırıp yola koyuldu.
Kurbanın kim olduğunu, nerede oturduğunu ve günün hangi saatinde, nerelerde dolaştığını kısa takiplerle daha önce tespit etmişti. Kurban bu anlamda kolay lokmaydı. Çünkü her gün belli saatlerde, belli yerlerde olurdu. İşi gücü yok muydu bu adamın?
Öğleden sonra saat üçte işini bitirmeyi planlıyordu. Ama yine de erken gidecekti. Saat konusunda bir aksilik çıkmasını istemiyordu. Kurban saat iki sularında Taksim’de Gezi Parkı’ndaki çay bahçesinde oturur etrafı seyrederdi. Güzel kadınları süzer, göz göze geldiğine gülümser, kimine göz kırpar ve hatta onlara yaklaşmaya çalışırdı. Çapkındı anlaşılan. Bekâr da olmalıydı. Burada oturduktan bir süre sonra kalkar, gazete bayiinden gazetesini alır, meydana doğru yürürdü. Orada bekleşen genç kızları görebilecek bir nokta bulup oturur, gazete okurken arada onlara bakışlar atardı. Yine böyle bir rutin gün olacaktı onun için bugün de. Ama bir dahaki günleri yaşayamayacaktı.
Trafiği de göz önünde bulundurarak erken çıktığına memnun oldu. Çünkü bir kaza sonucu en az yarım saat boyunca her gün o saatte akıcı olan bir yolda bir konvoyun arasında kalmıştı. Kazada yaralananlar ve belki de ölenler, ambulanslara bindirildi. Ve bir süre sonra yol tekrar trafiğe açıldı. Kaza yerine baktı geçerken. Ve yerlerdeki taze kan birikintilerini fark etti. Hiç yabancı olmadığı kanlı görüntüler, onu bu sefer rahatsız etmişti. Dolmabahçe’den Taksim yoluna doğru döndüğünde kaldırım kenarında bir adamın bir kadını dövdüğünü gördü. Kaldırımdan geçen herkes son hızla oradan uzaklaşıyordu. Bir kurşun da ona sıkmak istedi. Duraksadı. Sonra işini hatırlayıp beyninden ateş fışkırtarak tekrar hızını arttırdı. “Keşke bu adam olsa bugünkü kurbanım” diye mırıldandı.
Sonunda otoparka varmıştı. Arabasını kolay çıkabileceği bir yere park edip arabadan indi. Yolda gördüğü acıları düşündü. Bugün biraz daha kinliydi her şeye. Gezi Parkı’na doğru yürüdü. Çay bahçesine geçti. İşte, adamı oradaydı. Yine insan trafiğinin kıyısına oturmuş, etrafı izliyordu. Bakışları rahatsız ediciydi. Katil hiçbir şeyden habersiz orada günün tadını çıkaran adama kısa bir acıma hissetti. Ama sonra bu acıma duygusundan nefrete doğru hızlı bir geçiş yaptı. Güneşli bir hava vardı bugün. Yakıcı… Ama sert bir rüzgârla bu yakıcılık çok hissedilmiyordu. Rüzgâr kurbanın kulağına o gün öleceğini fısıldıyordu. Adam tınmıyordu bile.
Katil de tıpkı müstakbel kurbanı gibi etraftaki güzel kadınların varlığını fark etmişti. Ama bakamıyordu. Bir kadının gözlerine uzun uzun bakmak onun için hep zor olmuştu zaten. İçine bir acı çöktü. Saatine baktığında iki buçuğu biraz geçmekte olduğunu fark edince tekrar işine odaklanmaya başladı. “Ölmek ne kolay” diye düşündü bir an. Sessizce geliyordu ölüm. Hiç ummadığın bir anda, hiç ummadığın bir sokakta, hiç ummadığın ve hatta tanımadığın birinin namlusunda olabiliyordu ölümün. Tıpkı bu adam gibi, belki de dünyada on binlerce insan farkında olmadan ölümü bekliyordu. “Hepsine yetişemem” diye düşündü ve belli belirsiz gülümsedi. Tekrar saatini kontrol etti. Zaman geliyordu.Tahmin ettiği gibi adam, gazete bayiinden, asla okumadığı halde, gazetesini aldı. Meydana doğru yürüdü. Işıklarda beklemeden, pek çok İstanbullu gibi yola atlayıp karşıya geçti. Katil endişelendi. Onun bir arabanın altında kalmasından korktu. Ne garipti! Öyle ya, kurban son dakikasına kadar onun sorumluluğundaydı. Sessizce arkasından yürümüştü katil. Ama o ışıklarda beklemeyi tercih etmişti. Adam meydan da kalabalık ve gölge bir kenara çöktü. Pek çok insan oradaydı ve birilerini bekliyordu. Kimi de bekliyormuş gibi yapıyor olabilirdi. Bazısının elinde çiçekler vardı. Kimisi kulaklarında kocaman kulaklıklarla hafif sallanarak müzik dinliyordu. Kimileri de havadan sudan birbiriyle konuşuyordu. Bir iki sarhoş adam da ortalıkta yarı ölü bir şekilde dolaşıyordu. Anneler, babalar, çocuklar keyifli ve sakin yürüyordu meydanda. Katil de şimdi o meydandaydı.
Kaç kişinin bir amacı vardı bu şehirde? Kaç kişi mutluydu? Belli değildi bu. Tüm istatistikler, herkesi mutlu ilan etse de bu mutluluklar bir şaşkınlığın, belki de bir boşlukta salınmanın ürünüydü. Peki, katilin mi amacı daha değerliydi? Katil bunları düşünürken yakaladı kendini. Saatine baktı. Biri için hayatın son bulmasına aşağı yukarı on dakika kalmıştı. Sakin bir köşe buldu. Güneş gözlüğünü çıkarıp, onun yerine kablosuz dürbün ve nişan alma cihazı olarak kullandığı gözlüğü taktı. Dışarıdan bakıldığında bu şık bir güneş gözlüğünden farksızdı. Kalabalıklar içinde çalışması gerektiğinde bunu kullanırdı. Oysa kalabalıklarda çalışmaya genellikle çekinirdi. Müşterisinin özel talebiydi bu. Herkesin olduğu yerde, herkesin gözleri önünde can vermeliydi ölmesi gereken adam. Müşterisi de oralarda bir yerlerde olacak ve olan biten izleyecekti. Ve şu an otellerden birinin üst katında bir yerlerde ‘manzarası iyi’ bir yer seçmiş olmalıydı. Peki, bu şekilde ölmesini ve gözleri önünde can vermesini isteyecek kadar, ne yapmış olabilirdi adam? Bunu işini bitirdikten sonra açacağı zarftakileri okurken öğrenecekti. Ve buna sadece iki dakika kalmıştı.
Gözlüklerine gelen görüntüyü netleştirdi. Silah, koluna taktığı spor görünümlü çantasının üst kısmında özel bir bölmede ileriye nişan almış şekilde bekliyordu. Mermileri şarjöre vermeden önce kablosuz kumandanın çalışıp çalışmadığını kontrol etti son defa. Çalışıyordu. Şarjörü kimse görmeyecek şekilde doldurdu. Henüz elindeki teknoloji bunu otomatik olarak yapamıyordu. Belindeki yedek silahını da kontrol etti. Artık her şey hazırdı. Adamı çok net görüyordu. Tetiği çekecek kumandanın düğmesine bastı. Susturucu iyi çalışmıştı. Ancak hedefin önüne üç yaşlarında bir kız çocuğu geçmişti. O sırada fark etmediği şey, adamın küçük bir kız çocuğunu yanına çağırıp onu sevmek istemesiydi. Her şey birkaç saniye içinde oldu. Küçük kız hedefin önüne geçmiş, farkında olmadan adamın önüne siper olmuştu. Kız yerde yatıyordu. Ve olanları dehşet içinde izlemekteydi katil. Zavallı küçük kızın annesi de oraya koşmuş, kızının başında feryat etmekteydi. Bir mermi daha sıkmalıydı. Bu adam ölmeliydi artık. Adam annenin yanında kızı yerden kaldırmaya çalışırken katil bir an sendeledi. Ve ikinci kurşun da anneye isabet etti. Bu sefer kurban silahın nereden ateşlendiğini fark etmişti. Katil hayatında ilk defa panikledi. Adamla göz göze geldi. Ona doğru koşmakta olduğunu gördü. Belindeki silahı çıkardı. Çantası kolundan düşmüş, çantadaki silah şarjörde kalan son üç mermiyi kendi kendine ateşlemiş, iki kişiyi ayaklarından yaralamıştı. Katil elindeki silahı kontrolsüzce ateşlerken birkaç kişinin de ölmesine neden oldu. Bunlardan biri burun buruna geldikleri kurbanı oldu.
İnsanlar panikle etrafta koşturuyordu. Kimileri çığlık atıyor, kimileriyse yerde yaralı yatan insanları kaldırmaya çalışıyordu. Kalabalık bir polis ekibi olay yerine geldi. O sırada katil yerdeki açılıp içindekilerin yere saçıldığı çantasının dışına düşmüş mektubu açtı. Kısa bir nottu: “Kızıma tecavüz eden adam o. Tahrik indirimi denen bir saçmalıkla yatması gerekenden çok az yattı. Kızım onun yüzünden intihar etti. O bu meydanda, herkesin içinde ölmeli”
Garip bir paradokstu. Bir tecavüz suçlusu, şu an bir kahraman olarak ölmüştü. Katil ise pek çok insanın, o annenin ve o küçük kızın ölümüne neden olmuştu. Annesini ve kız kardeşini düşündü. Onları, öldürdüğü anne ve kızın yerinde hayal etti birden. Polisler etrafını sarmak üzereydi. Katil, silahını şakağına dayadı.