Sabah
güneşi gibi vurur dünya başımıza. Gün ağardıkça insanların yüzleri aydınlanır.
İçlerindeki pislik de ortaya çıkar, güzellik de.
Işık hep
insanın içini gösteren bir simge olarak bilinmiştir. Bu nedenle aydınlık olan
yerde, sadece gölgeler karanlıktır.
İnsanlar;
insanların bakışlarından, dünyanın onlara bakışından çekinirler. Ama karanlık
baş gösterdiğinde asıl kişiliklerini karanlık gözler önüne sererler. Gece
karanlığının adı da budur ruh karanlığının adı da.
İnsanların birbirine saygısı renkler gibidir. Renkler; insana her şeyi anlatabilir.
***
Geçmiş yıllarda mart soğuğunda doğmuş bir
çocuktu İsmail. Simsiyah gözleri, sık dokunmuş saçları, yuvarlak bembeyaz bir
yüzü vardı. Annesi hastaneye vardığında acilen ameliyata alınmış, ama o dünyaya
gelmemek için annesine bile direnmişti.
Doğduğunda
kader ona gülümsedi, o da kadere ağladı. Hıçkırıkları yeri inletiyordu. Ama
gelmişti bir kere bu çamurlu sokaklara. Dönüşü yoktu.
Doğumdan
sonra bir süre hastanede kaldı annesinin kucağında. Sağ yanında bir doktor, sol
yanında bir hemşire. Daha sonra bir mahkumun tahliye edilişi gibi sevinçle,
babasının kucağında evin yolunu tutmuştu.
Soğuğun ateşinden ötürü yanan, sobalı evlerinde yüzü pembemsi bir hal
alıyordu. Anlamıyordu bir şey, daha gözleri bile görmüyordu.
Yıllar
yılları kovaladı. İsmail büyüdü, yılların rakamları değişti. Ama ne
günlerin pervasızlığı, ne ayların
oynaklığı bir şey kattı dünyaya. Sürekli kendini tekrar eden, kendine bir şey katmayan
dünyada yürümeye başlamıştı. Elleri bir somun ekmeği pek tutamasa da, ağzına
kaşığı götürürken hala zorlansa da ayaktaydı işte.
Gülmek
her çocuğa yakışır da ona bir ayrı yakışıyordu. Ufacık dudaklarının
kikirdeyerek gerilişiyle, yanakları gamze gamze oluveriyordu. Ağlaması da
kendine hastı. Feryat figan, ortalığı ayağa kaldırırdı. Gözleri çakmak çakmak
yanar, bir damla gözyaşı süzülür kirpiklerinin arasından, ellerini birbirine
kenetler kalırdı.
Ağaçlar
on kere yaprak döktü, on kere yeşerdi. İsmail; ayağında iki numara büyük
ayakkabılarıyla, ondan ona miras kalan pantolonuyla, bir düğmesi bir düğmesini
tutmayan önlüğüyle yollardaydı on mevsimdir.
Gazetelerin renkli köşelerini değil, siyah beyaz taraflarını karalardı
hep kırmızı kalemiyle.
Gökkuşağına
ilgisi büyüktü. Her yağmurdan sonra güneşi bekler, bulutlar gözlerini kapalı
tuttukça onlara bağırırdı. Buz mavisi gözlerini gördüğünde onlara dalar,
sapsarı bir ışığın onları delmesini beklerdi.
Çocukluğunu küçücük bir kutuya sığdırmıştı. Ne anlatacak çok şeyi vardı,
ne de yanında taşıyacak eşyası. Anılara pek zamanı olmamıştı. Sevdiği şeyler
kendine hastı. Bir türlü paylaşamamıştı insanlarla hayatını. Ama illa ki bir
bir takılacaktı anılar peşine.
Bir
dedesi vardı ki canından öte severdi onu. Gökkuşağını da bulutları da o
öğretmişti ona. İlk okula başladığında; tahtalara şekil verdiği çakısıyla
açıvermişti kalemini. O kalemi açmış ve yaza kadar görebilmişti yazdığını. O
gideli bulutların üstüne yirmi bir tur atmıştı, güneşin etrafında dünya.
İsmail evden kopmuş, kendine bir hayat
kurmuştu. Ailesine sırtını dönmemişti ama onlardan uzak kalmak zorunda
kalmıştı. İnsanların sözleri onu çok incitmişti. Daha gencecik yaşında
arkasından onca laf atılıp tutulmuştu. Çocuk diye tabir edilen yaşta
değiştirmesi zor şeyleri değiştirmeye kalkmıştı. Haliyle onu anlayan da pek
olmamıştı. Sadece birini bırakmıştı ardında. Sadece biri vardı onu anlayabilen.
Acısını da ona emanet etmişti tatlısını da. Elbet bir gün karşısına çıkıp başardın
diye sarılacaktı ona.
Yaşını
almıştı İsmail. Mart soğuğunda doğmasından mıdır bilinmez; yüzü sert bakardı
etrafa. Ama mayıs, haziran birbirini kovalamaya başladı mı yüzü yumuşar,
omuzları gevşerdi.
Selvi
boylu olmasa da kendine has duruşu boyunun uzun gösteriyordu. Yüz hatları
keskinleşmiş, gözlerinin karası iyice oturmuştu. O sık dokunmuş saçlar erken
yaşta yanlarından açılmaya başlamıştı. Elleri kocaman olmuş, annesinin
giydirdiği patiklerden on tanesine anca girerdi ayağı. Omuzlarının genişliğinden
pek yakışırdı ona ceket giymek.
Yüzünü
yumuşatan güneş vurmaya başlıyordu bir sabah. Gerinerek yatağından kalktı.
Yatağının baş ucunda duran terliklerini giyerek yüzünü yıkamaya gitti. Uykusunu
iyi almıştı. Odasına döndü. İyi ütülenmiş, bembeyaz ipek gömleğini giydi.
Düğmeleri iliklerinden özenle geçirdi. Parlak kemerini pantolonuna geçirdi.
Kırmızı kravatını taktı. Siyah bond çantasını aldı. Ayakkabılarını da
bağlayarak dışarı çıktı.
Sorumsuz
insanlar arasında büyük bir sorumluluk almıştı üstüne. Asfaltı erimiş yolların
yanındaki, kırık ve boyası dökülmüş kaldırımda yürürken hep bir adım daha öteyi
düşünüyordu. Daha neler katabilirdi dünyaya? Bir tohum ekmişti, o tohum fidan
olmuştu. Meyve veren ağaç olmuştu. O ise, zenginliğin içinde durmadan düşünen
bir çınar olmuştu.
Adımlarının nasıl ilerlediğini bile fark etmeden kurduğu Düşler
Yuvası’na vardı. İçeri portakal sarısı renkte kağıtlarıyla girdi. Sonra
elindeki diğer beyaz kağıtla içerideki dostlarını selamladı. Ofisine geçti.
İçeride
kimseyle konuşmuyordu. Sessizlik kol geziyordu adeta. Sadece gülüşler ve nefes
sesleri usul usul dolaşıyordu havada. Zaten kimse ona neden konuşmuyorsun diye
sormazdı, soramazdı.
Gökkuşağı
odasında arkadaşlarıyla beraber renkli sohbetler etmenin zamanı gelmişti. Odada
bulunan otuz kişi devasa bir ışık saçıyordu etrafa. Herkes eline o günkü
hislerini anlatan bir renk almıştı. Korkmuş siyahlar, içi sıkılan koyu maviler,
güzel bir gün diye bağıran beyazlar , aşık olmuş kırmızılar…
Renk
terapisi başlamıştı. Her insandan daha fazla mutluluğa ihtiyacı olan insanlar
kendilerini renk havuzuna atmıştı.
Dışarıda
şehrin gürültüsü vardı. Denizin eşsiz dalga sesleri vardı. Onlar iyiye de
kötüye de kulak tıkamışlardı. Aynı insanlar için şarkı söylemek de bir o kadar
zordu. Sesi kapatılmış bir televizyon gibiydiler. Anne, kahverengi kazağımı
nereye koydun diyemeyecek kadar sessizdiler. Ama çaresiz değildiler.
İsmail
arkadaşlarına dedesinden kalan mirası veriyordu. Doğadaki renklerin en
gözdelerini onlar için ayırmıştı. Köyünün saf sularında o bir deliydi. Burada
ise ‘Yüzyılın Doktoru’ ödülünü almıştı.
İsmail
insanlara umut olmuştu. Onlara renklerle konuşmayı öğretmiş, hayat aşılamıştı.
Şimdi sıra yaptığı işi tüm dünyaya duyurmaya gelmişti.
Çeşitli
ülkelerden gelen temsilcilere, konuşma ve işitme engelli insanlar için bir
gösteri hazırlıyordu. Amaç belliydi. Köyünde kimseye kanıtlayamadığı renklerin
ihtişamını burada kanıtlayacaktı. Bir nevi ibret tablosu olacaktı. Hoş, namım
gitmiştir diye düşünüyordu. Yaptığı işi dünyaya götürebiliyordu ancak köyüne
hiç gitmiyordu. Gururu kırılmıştı bir kere. En yakınları bile ona inanmıyordu.
Şehrin en
güzel ve büyük salonunda gösteri için her şey hazırdı. Engelli insanlar için
özel yerler hazırlanmıştı. Çeşitli ülkelerin temsilcileri en önde yer alıyordu.
Her şey hazırdı, gösteri İsmail’in konuşmasıyla başladı:
‘’Öncelikle hepiniz hoş geldiniz. Değerli konuklar; bugün burada yeni
bir yaşamın miladını yaşamaktayız. Bu nedenle bu gün tüm dünya için önem arz
etmektedir. Yıllar yıllar önce dedemden
bana miras kalan renklerin diliyle bu yola baş koydum. Beni anlamayan, hatta
deli sanan insanlar yüzünden köyümden ayrılmak zorunda kaldım. Aslında en çok
da benim köyümün bu tedaviye ihtiyacı vardı. Yirmiden fazla insan; akraba
evliliği, travmalar gibi çeşitli nedenlerden dolayı sağır ve dilsizdi. Dedem
işaret dilinin eksiklerini renk diliyle kapatmayı hedeflemişti. Sanırım bana
küçük yaşta bu yüzden gökkuşağını sevdirmişti. Daha fazla söze gerek duymadan
sizi ‘Yeni Yaşam Ekibi’ ile baş başa bırakıyorum.’’
Işıklar
karartıldı. Sadece sahnede tatlı bir esinti ışığı bırakıldı. Otuz kişilik ekip
sahne almaya hazırdı.
Oyuncu
koçunun parlak siyah perdeyi göstermesiyle gösteri başladı.
Sağdan ve
soldan on beşer kişilik ekip beyaz tüllerle sahneye çıktı. Grubun birinden
siyah tüller uçuşmaya başladı. Bu tüller, diğer gruba kırmızı lekeler
veriyordu. Kırmızıya çalanlar yavaş yavaş güç kaybediyor, yere yığılıyordu. Hayatları
soluyordu. Kahverengi örtüler örtülüyordu üzerlerine.
Konuyu
savaşlar ve ölümleri olarak seçmişlerdi. Engelli insanlar da savaşların
kötülüğünü anlayabiliyordu. Savaşı anlatabiliyordu. Çünkü her geçen gün biri,
birinin canına kastediyordu. Bir mesaj da onlara değer vermeyen insanların,
onların canına kastettiğini anlatmaktı.
Perde
kapandı ve tekrar açıldı.
Bir
yandan garip iniltilerle insanlar koşmaya başladı. Kendi aralarında gürültü
yapıyorlardı. Diğer yandan bir renk cümbüşü sahneye girdi. Onlara ne kadar
yaklaşmaya çalışsalar da, kendilerini kaptırdıkları kuru gürültüden
ayıramıyorlardı. Sanki görmüyor gibiydiler. Aslında görüyor ve görmüyorlardı.
Onlar insanlıkla aralarına engel koymuşlardı. Doğuştan ya da başka sebeplerle
engelli olan insanlara saygıları kalmamıştı. Ancak renk cümbüşü halka içinde
insanları kucakladı . Uğultu kesildi. İnsanlar; insanları görmeye başladı.
Perde
kapandı ve tekrar açıldı.
Mavi bir
dalga halinde kapanış ekibi sahneye
girdi. Selam verdiler. Alkışlar dinmiyordu. Tam perde kapanacakken
izleyiciler arasından bir grup konfeti patlatmaya başladı. Her yer rengarenk
olmuştu. Bir dizi halinde sahneye doğru ilerlediler. İsmail dahil herkes
şaşkındı. Bir gökkuşağı bayrağı sallayarak sahneye çıktılar. İsmail bir anda
dondu kaldı.
Sahneye
çıkan kardeşiydi. Yanında köyündeki insanlar da vardı. Hepsi, gösteri yapanlar
gibi engelli insanlardı. Kardeşi, İsmail’e inanmıştı. Onun bıraktığı yerden
insanları yetiştirmiş ve renklerin mutluluğunu yaşatmıştı. Üstelik o da
engelliydi ama inancıyla engelleri aşmıştı.
İsmail
koşarak sahneye fırladı. Kardeşini kucakladı. Sevinçten gözyaşlarına boğuldu.
Uzun yıllardır kardeşini görmüyordu. Herkes ne olduğunu anlamaya çalışırken,
İsmail durumu anlattı. Bir alkış koptu. Salonda duygu seli yaşanıyordu. Hem bu
büyük başarı hem de kavuşma anı insanları çok etkilemişti.
Gösteriden sonra, gösteriye katılan her
ülkenin temsilcisi renklerin kullanımını öğrenmek için sıraya girdi. Dünya bu
olayı konuşmaya başladı. İsmail gitmediği köyüne, omuzlar üzerinde götürüldü.
Renkler
herkesi kendine inandırdı. Yeni düş yuvaları açıldı. İnsanlar kendilerine
saygılarını yeniden kazandı.
(Fotoğraf için arkadaşım Hüseyin Avcu'ya teşekkürler.)