Uzun süren bir gece
nihayet sonlandı. Şimdi gece üzerindeki siyah örtüyü kaldırıp yerine gündüzü
teslim edecek.
Gözlerini her gün
olduğu gibi yine açtı sabaha Fehmi amca. Yerinden doğruldu ve bir süre öyle
bekledi. Biraz ayılmayı bekliyordu. Azıcık ayıklık ile yerinden doğruldu.
Odadan çıkarak lavaboya doğru yürüdü. Antrede kapının tam karşısında duran
askıdan havlusunu aldı ve yürümeye devam etti. Havlu kirliliğinden fena halde
koku yayıyordu etrafa. Kendisi de bunun farkındaydı ama ne yapsın, yıkayan
yoktu.
Lavaboya geçti ve
elini yüzünü yıkadı. Daha sonra aynaya uzun uzun baktı. Sakalları biraz
uzamıştı, tıraş olması gerekliydi. Ama tıraş olmaya erindi ve olmadı. Tarağını
alıp saçlarını ve bıyıklarını bir güzel taradı. Lavabodan çıkıp havluyu yeniden
askıya astı. Kıyafetlerini alıp odaya doğru yürüdü. Kıyafetlerini giyerken
telefon çaldı. Bir “Lâ havle velâ” çekerek telefona uzandı. Arayan kızıydı:
-Alo!
-Alo, babacığım?
-Efendim kızım?
-Babacığım, bugün
size geleceğimi söylemiştim ama sanırım gelemeyeceğim. Murat tutturdu bugün
ailemi gezdireceğim diye. Bir şey diyemedim. Sorun olmaz, değil mi?
-Yok kızım ne
olacak? Ben de dükkana gidecektim zaten.
-Peki babacığım,
hoşça kal!
Telefonu
kapattıktan sonra kapıya doğru yöneldi. Askıdan ceketini aldı ve kapıdan dışarı
çıktı.
Fehmi amcanın iki
sokak ilerideki çarşıda küçük bir dükkanı vardı. Eski kitaplar, defterler, kalemler…
gibi küçük şeyler satardı burada. Pek iş yoktu ama yine d vakit geçirmek için
giderdi dükkana. Ee ne yapsın adam? Eşini kaybettikten sonra yapacağı bir şey
yoktu yalnız başına. Mecburen burada vakit geçiriyordu.
Eşi Nuriye hanım
bundan 5 yıl önce oğlunun vefatına dayanamayarak hastalanmış ve vefat etmişti.
Oğlunu ise feci bir trafik kazasına kurban vermişti. Nuriye hanım da buna
dayanamayarak oğlunun ölümünden bir yıl sonra gözlerini kapattı dünyaya. O
günden sonra Fehmi amcanın dünyasında dört kızından ve esnaf arkadaşlarından
başka kimsesi kalmadı. Çoğunlukla Fehmi amcanın günü dükkanda, esnaf
arkadaşlarının yanında geçerdi. Bu kadar acı yaşamasına rağmen onların yanında
çok mutluydu.
Dükkana gelmişti.
“Bismillah” deyi açtı kapıyı. Tam içeri girecekken karşı komşusu marangoz Münir
usta yanına yanaşıp omzuna hafif bir şekilde vurarak:
-Hop, Fehmi efendi.
Ne bu sakal. Atsana oradan bize bir sakal, dedi ve uzunca bir kahkaha attı.
Fehmi amca suratını
asarak:
-Tövbe
estağfurullah tövbe! Ulan, Münir! Ulan başımın belası. Yaşın kaça gelmiş, sen
hâla nasıl davranıyorsun be adam. Ulan seni sabah sabah benimle uğraşasın diye
gökten zembille mi indirdiler arkadaş?
-Yahu hemen
kızıyorsun sen de be. Biraz takılalım dedik, fena mı? Ne o? Ters tarafımızdan
kalkmışız anlaşılan bu sabah.
Fehmi amca biraz
oflayarak:
-Olmaz böyle
ayaküstü, geç içeri orada konuşuruz, dedi. Daha sonra yan komşusu çaycı Hüsam’a
seslenerek:
-Hüsam usta iki
çay, dedi ve içeri geçti.
Münir usta, Fehmi
amcayla hemen hemen aynı yaştaydı. Yıllardır burada marangozluk yapıyordu.
Fehmi amcanın dükkanındaki raflar, masa, tezgah onun eseriydi. İki oğlu bir de
kızı vardı. Büyük oğlu özel bir hastanede doktorken diğer oğlu da henüz
mühendislik fakültesi okuyordu. Kızı ise bir avukat ile evliydi. Çok şükür
kendisi de çocukları da mutluydu.
Fehmi amcayla her
ne kadar ağır bir şekilde birbirlerine takılsalar da aslında ikisi kopamaz
birer ikiz kardeş gibiydiler. Birbirlerinden hiç ama hiç ayrı oturamazlardı.
Aynı otursalar da birbirlerini yerlerdi.
İkisi de geçtiler
içeri. Münir usta masanın ucundaki sandalyeye oturdu. Fehmi amcada kendi
masasına geçti. Münir usta:
-Ee, anlat nedir
bakalım bu gâfın? Diye sordu ve tam o sırada çaycı Hüsam girdi içeri. Çayları
getirmişti ve onları servis ederken:
-Çaylar, efendim.
Sıcak sıcak muhabbete sıcak sıcak çaylar efendim, şeklinde bir manzum okudu.
Fehmi amca da kaşlarını çatarak:
-Ulan Hüsam usta.
Altı üstü bir çay vereceksin. Ne diye manzum okuyarak kendini harap ediyorsun
ki?
Hüsam usta da pala
bıyıklarının altından gülümseyerek:
-Eh, Fehmi bey
amcacım. Senin çayın bir dahakine manzumsuz olsun o zaman, dedi ve ortamda
küçük bir kahkaha uğultusu oluştu. Daha sonra Münir usta:
-Ee anlat bakalım.
-Yahu hiç sorma.
Bizim yan komşu sarhoş Hasan…
-Ne yaptı yine o
mendebur sarhoş?
-Daha ne yapsın?
Gecenin bir saatinde yine olay çıkardı. İçmiş, içmiş gelmiş yine eve. Karısını
döverek komalık etmiş.
-Deme be! Ee, sonra
ne oldu?
-Ne olsun işte.
Polis, ambulans… Apar topar hastaneye kaldırdılar kadıncağızı. Tüm mahalleli
eline alacaklardı adamı ama polis zar zor aldı ellerinden. Sonra doğru karakola
götürdüler. Tabi bende de uyku muyku kalmadı.
-Ulan tüh be.
Yazıklar olsun, e mi? İnşallah idama mahkum olur!
-Münir efendi!
Aklını peynir ekmek diye mi yedin ulan? Türkiye’de idam cezası mı kaldı
Allah’ını seversen?
-Doğru ya, o da yok
artık, değil mi? Dedi ve karşılıklı gülüştüler.
Öğle ezanı okundu.
Fehmi amca ‘Ya Allah’ diyerek yerinden kalktı ve camiye doğru gitti. Avluda
abdest alıp içeri girdi. Namazı kıldı ve dükkana doğru yola çıktı. Ancak baktı
ki çay ocağında Münir usta da dahil tüm esnaf ortam yapmıştı. Kendisi de
katılmak istedi ve girdi içeri. Bir çay isteyip oturdu yanlarına.
Münir usta askerlik
anılarını anlatıyordu. Fehmi amca da geri kalır mı hiç, o da başlattı
anlatmaya. Karşılıklı, coşkuyla anlatıyorlardı. Öyle bir anlatıyorlardı ki
kendilerinden geçmişlerdi. İkisinin de askerlik hatıraları birbirine yakındı
ama çekemezdi birbirlerini. Yine başladı bir tartışma. “Yok efendim sen öyle
askerlik yapamazsın sende yok o yürek.”, “Yok canım sen mi, güleyim bari.” Diye
bağrışmalar ardınca birbirini takip ediyordu. Esnaf da keyifle seyrediyordu
onları. Bedavadan gösteri işte, fena mı? En çok da çaycı Hüsam’a yaramıştı bu.
Hem onları bedavadan izleyip gülüyor hem de para kazanıyordu. Onları izleyen
esnafın çay içesi geliyordu sürekli.
Her zaman olurdu bu
tartışma. Ama en son birbirlerinden özür diler, sarılır ve barışırlardı. Yani
mutlu bir son…
Akşam olmuştu.
Dükkanı kapattı Fehmi amca ve eve doğru yöneldi bu sefer. Manava uğrayıp biraz
meyve aldı. Daha sonra yoluna devam etti.
Eve vardı. Kapıyı
açtı. Ceketini askıya astı. Kendisini de koltuğa bıraktı. Hafiften bir
gülümsemeyle içinden geçirdi:
“Hey gidi Fehmi
bey! Bir günü daha böyle bitirdin ha”