SÖZLÜ KÜLTÜRÜN KÖKLERİ

Biz, gaz lambası yanan odalarda, büyüklerin sohbetlerini ve masallarını dinleyerek büyüdük. Sedir büyüklerin yeriydi. Özellikle uzun kış gecelerinde, komşular birbirine “mahleci/mahalleci” gelirdi. Sohbet edilirdi.

Rahmetli babam anlatırdı: Babası, geceleri uyuyamazmış; zaman 1950 öncesi, elektrik yok, gaz bulunmaz. "Güneyin taşını kuzeye, kuzeyin taşını güneye taşıdım; sabahı edemedim." dermiş. Babam da sabahı getiremeyince bunu anlatırdı. Ne kadar gülünç gelirdi; yatacaksın da uyku tutmayacak. Ben de bugün, gece yarımda yatıp bir buçukta geri kalktım; uyku tutmamıştı. rahmetlinin anlattıklarını hatırladım.

Rahmetlinin sesi güzeldi. Karacoğlan'ı, Refik Başaran'ı şimdilik geçelim de, Seyrani(ö:1866)den de türküler söylerdi. Bizim kaza / ilçenin adı eskiden Develi Karahisarı'ymış. Develi nere ki. Şimdiki Develi İlçesi eskiden Everek’ti. Şimdiki Yukarı Develi'ye çıkan kişi, Karahisar’a bakıp gözünü sağa oynatınca Kesteliç/Gülbayır’ı görür.

Aynı türküyü, babamın küçük kız kardeşi/amem, işleme/dantel işlerken söylerdi: Belki de Küçükağa’sından sık sık dinlediği için.

"Seyrani'nin cebi delik/ Her ne koysam döker saçar"

Dinlediğimde çocuktum; arkasını unuttum; açsam kitabından bulurum ama burada ne varsa, rahmetli'den kalmalı. Ona babasından kaldığı gibi. "Seyrani'nin cebi delik!" Çocukluk işte. Sanki aba’sı cebinin astarını dikmez miymiş?! diye düşünürdüm. 25 kuruş koysa, düşer. Yazık olur.

Rahmetli, atı çok severdi. Benim hatırladığım kadarıyla öküzü çok kullanmıştı. Sonraları yine at aldı ama at, öküzün yaptığı işi yapamıyordu. Güçlü diye -aslında ata benzediği için- katır aldı. Kara katır'ın adı "kara kız"dı. Bilmem kaç beygir gücü vardı. Aynı günlerde 65 beygirlik traktörler çıkmıştı; alacak parası da vardı ama alamadı. "Kurt, gördüğünü ulurmuş." derler.

Sonunda hepsini sattı, eşeğe kaldı. Ama bir eşeği vardı; at gibi. Ne derse yapar, ne yapsa anlardı. Onun da “kara kızdı” adı. Kara kızı çok severdi. "Çoğu adamdan anlayışlı" derdi. Yüksek olduğu için artık binemiyordu, “sat” dediler. İyi de para verilmişti; satamadı. Kendisi rahmetli olunca, komşu köydeki müşteriyi çağırdık; hayrına verdik. Oysa adam bir yıl önce parayla alamamıştı.

Eskiden Ahır sekisi'nde oturulurmuş. Biz görmedik ama işittik. Evin bir odası gibi, ahırın bir odası evmiş. İnsanlar ya ahırdan odaya ya odadan ahıra geçermiş. "Oturduğu ahır sekisi, çağırdığı İstanbul türküsü!" sözünü anlamakta güçlük çekmedik. Çünkü biz hayvanlarla iç içe yaşayan bir geçmişten geldik. Evimizin altı ahırdı. Kışın “alttan ısıtmalı” gibi olurdu. Zaten odanın tabanı topraktı.

Bekar gençlerin, yaz akşamları eve geç gelme sevdaları vardı. “Saat dokuz delikanlısı” denirdi. Babamız da bir zamanlar delikanlıydı, aynı şeyleri yaşamıştı ama duramazdı. Hani derler ya: “Yük devesi anırgan olurmuş.” Geç kalınca kızar; “Çok gezen pabuç, b.k getirirmiş!” derdi.

Rahmetli gençliğinde, köyün iki km. doğusunda bulunan, kayadan oyma inlerin bulunduğu "Ağasma”da, çok davar yemlemiş, çok köpek beslemiş, çok kurt sürüsü görmüş. Bozkurt'u duyarsınız ama yalımsak'ı işittiniz mi? Biz zaten kurt’u “canavar” olarak bilirdik.

Babam, benim çok sonra "Dede Korkut Hikâyeleri”nde bulduğum; "Basat'ın Tepegözü Öldürmesi" hikâyesini babasından, Ağasma'da dinlemiş. Hatta Tepegöz, oradaki ağılda, 300 koyun tek tek ağılın kapısından çıkarken yoklamış. Ne ki Basat akıllı. Koyun postuna bürünmüş. Olay Ağasma'daki ağılda olmuş. Şimdi düşünüyorum da, "Keşke rahmetliye babasının anlattığı hikâyeyi, Türkistan'da yaşamış Dede Korkut'tan okusaydım." diyorum. Ama bırak; kendi saflığında, el değmemişliğinde kalsın. Onlar Derbentbaşı'nın hemen altındaki kayalıkları oyup adını Kesteliç koymadılar mı?! İç Kestel'den inip Yavaş'a nazır ovanın adını Kestelic koymadılar mı?! Eski Kestelic geride kaldı. Kestelic'in ise şimdiki adı Gülbayır. Köy, bayırda kurulmuş; girişinde 1. km. bayır yol var. Ama insanı çalışkan ve üretici. Bu yüzden, ben ilkokuldayken, okulumuzun girişinde yazardı: Gülbayır Köyü İlkokulu. Ama biz sorulunca "Kestelic'liyiz derdik. "Kesteliç'li / Kerme dişli!" diye dalga geçerlerdi. Kerme ne diyeceksiniz. Ahırdaki hayvanların pislikleri yine ahıra bastırılır. Üzerine kuruluk atılır. Çiğnene çiğnene kalıbını alır. Bahar gelip hayvanlar dışarıya, yaylıma çıkınca kurur. Yazın bel küreğiyle parça parça kesilerek kalbur'larla, kucakta dışarı çıkarılır. Kalbur mu? Gözer'in küçüğü. Kermeler güneşte kuruyunca toplanıp bir yere kayılır. Kışın odunla birlikte yakılır. Onlar kok kömürünü bilmezlerdi siz de b.k kömürünü bilemeyebilirsiniz.

“İçerde soy davası / Dışarda köy davası" derler ya. Biz de öte mahalleye hava atardık: "Öte mahallenin uşağı / Kendirden kuşağı!"

Komşu köy dedim de aklıma geldi. Komşu köyümüz Erdemesin. İçeri köy Rum köyü. Battal Gazi, bizim köy İç-Kestel'de olduğu için, yani Türkmen olduğundan, bayırlara tırmanmayıp keseden kestirmeden geçmiş. "Kes de geç!" demiş. Hikâye bu ya. Adı Kestelic kalmış. Rum Köyünün üç tarafı yalçın kayalık, daracık bir girişi var. "Ben de burayı almazsam, bana Er demesin'ler demiş ve almış. Köyün adı Erdemesin kalmış. Derken aynı yıllarda pırpırlı askerin biri, o köylü bir ere memleketini sormuş. "Erdemesin" deyince "Olmaz!" demiş. Bundan sonra sizin köyün adı Erdemli olacak ve olmuş. "Tüfek çatılacak; çaaatt!" O er, o gündür bugündür erdemli olmalı!

Hikâye dedim ya, Kes de geç’in de yakıştırma olduğunu bu yaşta anladım. Geçen yaz Keşlik Köyü’ne, camisindeki tarihi eski yazıyı tesbite gittiğimde, kayadan oyma Keşiş’liği gezdim. Oradaki “Kestel’i görünce, “Haaa..” dedim. Kefek kayalara oyma evlerden oluşan yerleşim birimi olmalıydı.

Rahmetli bir vesileyle anlatırdı. Nasreddin Hoca bir gün eşeğiyle gidiyormuş. Eşeği, yola akıtan başka bir eşeğin pisliğini koklamış. O da inip, kokladığını eşeğin torbasına doldurup boğazına asmış. Ardından: “Kokladığın gibi ye!” demiş. Bunu, oğlanın istediği kıza, kızın da istediği oğlana verilmesi için anlatırdı. Büyüklerin sözü dinlenmezse, herkes isteyerek yaptığının sonucuna katlanmalıydı. Kimseye suç yüklenmesin. Herkes, kokladığını ...Ders, alınmıştır. Şimdikiler, "Mesaj yerine ulaştı" diyorlar.

Ya Rabbi, ne kadarda eşekle ilgili sözü vardı. Ona da babasından kalmıştı. Babam diye demiyorum. Atasözü. Dediğini yapmadığımız, sözünü tutmadığımız zaman misal getirirdi: "Eşeği sahibinin dediği yere bağla da, kurt yerse yesin!"

Kaygısız geçmeyen günlerini anlatmak için, kendi kendine söylenirdi: Adam, “Bu gece rahat bir uyku uyuyacaktım; komşunun eşeğini kurt yedi!” demiş.

Misaller hep hayvanlardandı.

- Alışmadık g.tte kuskun mu durur?!

- Olacak oğlak, b.kundan belli olur.

- Ev danası öküz olmaz.

- İti öldürene sürütürler.

- Öküzün büyük olsun da, çifte yürümezse, yürümesin.

- Tosun cızıya yatınca çiftçi koca öküzü dövermiş; sen ona göz kırptın diye. “Temsilde hata olmaz.” derler işte.

Toy delikanlı iken, her gün işe gitmeye erinirdik. En iyisi yemek yemeyip işten sıyrılmaktı. Babamız olmadığı zaman bir yolunu bulur, küser; yemeği yemezdik. Ağabeyimiz sofradan mesajı gönderirdi: Mallara saman verilince öküz “Beni her gün çifte koşuyorlar; inek ahırda yatıyor” diye yemi yemezmiş. İnek yemeye devam eder: “Ben yemi yiyeyim de çifte gidecek belli olur!” dermiş. Ac acına işe giderdik ama bir defa.

“Üç kuşak” boyunca neler oldu neler. Ahır sekisinden apartman dairesine geçtik. Ama rahmetliden aldığım kültür, “Sen Türkmen misin kesin bilmiyorum ama Türk’sün.” diyordu.

Uykumun kaçtığı bir gecede, “güneyin taşını kuzeye, kuzeyin taşını güneye atacak” durum kalmadığı için, kalkıp bunları yazmasam, aklımda kalmayacak; unutulmuş bir rüya olacaktı. Kalktım; bilgisayarın başına oturdum, yazdım. Sanıyorum, namaza kadar beni uyku tutmaz; kılmadan da yatarsam, şeytan kulağıma işer. Rahmetli, güneş doğmaya yaklaşırken kılınan sabah namazına "Sel önünden kütük kapar gibi." derdi. O da bir şey. Ya sel alıp götürürse...

Elektriğin olmadığı, gazın bulunmadığı bir dünyada, babamı uyku tutmayınca “babasının dediği”ni söylerdi. Kendisi harfleri çatmayı yani okuma / yazmayı askerde, kendi anlattığına göre “bir gecede” kavramıştı. Babası Yusuf Ağa’nın (Y. Işık) mührü sonunda bana hatıra kaldı.

Elektrikli, bilgisayarlı gecelerde, uykum kaçınca rahmetlinin Seyrani’den söylediği türkü aklıma gelir:

"Sekiz olur dokuz olur

Tosun büyür öküz olur

O da bir gün göbe s.çar."

Bu kıta, bir dörtlük olmalıydı; yine birini unutmuş olmalıyım. Seyrani kitabı elimi uzatacağım rafta duruyor, ama eksiği bulup yazsam ne önemi var! Göb’ü okuyanlardan kaç kişi anlıyor, biliyor ki ? Hele “göbe sıçma”nın anlamını? Yani psikolojisini!

Ben işte tam oradaydım.

 

( Sözlü Kültürün Kökleri başlıklı yazı Mustafa IŞIK tarafından 13.05.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.