ADALETİ GELİN ETTİK GURBETE 

Takvimin yaprağında, yeni doğan çocuğun adı, erkekse “âdil” kızsa “âdile” yazıyordu. Benim bildiğim bir de “adalet” vardı. İyi de adalet kimin adıydı? Erkeğin mi, kızın mı? Şair: “Adaleti gelin ettik gurbete / Kim bilir… belki de gurbetten öte” derken kız olduğunu söylüyordu ama acaba öyle miydi? Sonra adalet de ne demekti?

Çocukken, bizim köyde “Adalet” komşunun kızının adıydı. Sonra, bir siyasî partinin adı olarak kaldı kafamda. Ben kocaman adam olana kadar, hiç düşünmedim ne demek olduğunu? Adalet işte. Bir isim, bir kelime işte. Ama yusyuvarlak adamın biri onu yalama etmişti. Komşunun kızı da -gelin olduktan sonra- artık kadın olmuştu. Derken hocaların ağzından hutbede bir kelime daha duydum. Ama hoca bir değişik diyordu; söyleyişi Adalet Hanımdan çok Âdil Beye benziyordu. O da neydi acaba, kimdi?

Çocuklarım bir kelimenin anlamını sorunca anlayıp da anlatamadığım durumlar olur. İşin kolayını bulur; “Sözlüğe baktınız mı?” derim.  Size aynısını desem, ayıp olur. Acaba bu kelimelerin manası nedir? Benim bildiğim gibi, bir şeyin, birilerinin adı mıdır yoksa hocaların farklı telaffuz ettiği gibi anlamı da farklı mıdır? Merak ettim. Siz eğer merak etmediyseniz bu yazıyı okumayın çünkü –eskilerin dediğine göre- “vakit, nakittir” yani peşin para. Peşin paramızı boşa harcamayız, değil mi?

Eskiden gurbet bizim köyden öteydi. Komşu köye gelin gitmek gurbetti. Komşu ile işe gitmek, gurbetti. Askere gitmek, gurbetti. Ama şimdi? Komşu ülkeyi bırak taaa Almanya’ya gitmek gurbet sayılıyor.

Ben yapraklı takvime bakmayı severim. Aslında şu adalet konusu da oradan çıktı. Bu yazıyı yazdığım günde yani Haziran’ın 24’ünde, -yıl 1961- “Almanya'ya gidecek ilk işçi kafilesi yola çıktı” yazıyordu. Gurbetçilerin sılaya döndüğü şu günlerde, şairin dediği aklıma geldi. Acaba bizim gurbete gelin ettiğimiz adalet ne haldeydi? Ben diyeyim 40 siz deyin 50 sene önce gelin gittiğine göre, torun-tosuna kavuşmuş olmalıydı. Adil Bey sılaya izine geldiği halde Adalet Hanım neden gelmemişti? Yoksa yine şairin dediği gibi. Belki de gurbetten öteye mi gelin gitmişti?!... Sordum. Âdil Bey, ağzını doldura doldura: “Adalet orda; Avrupa’da arkadaş! Gelmez, bırak başka şeyi, sırf hastaneleri için gelmez.” cevabını verdi.

- Siz niye geldiniz?”

- Sorma, geldim. Çocukluğum burada geçtiği için, sılayı özledim.

Sılaya dönmek? Gurbette olmak? Bu kavramlar nasıl bir şeydi? Sonra gençliğimin şarkılarından birinde şair, “Ben gurbette değilim; gurbet benim içimde” demekteydi. Gurbet nasıl bir şeydi? Sabah namazına cep telefonunun ısrarıyla kalktığım halde, gözümden uyku aktığı halde, sonrasında uykum kaçtı. Şu adalet kelimesi için sözlüğe bakacaktım. Bir de şimdi gurbet kelimesi çıktı. Ama adam, “Ben gurbette değilim; gurbet benim içimde” dediğine göre, benim de içimde olabilir miydi?

Henüz sözlüğe bakmadım. Sizi bilmem ama bana göre sıla, geçmişimiz; gurbet, geçmişe özlemdir. Benim atalarım Selçuklular, Türkmen beyleri, Osmanlılar bu coğrafyaya kollarını sallayarak gelmediler; kılıç sallayıp can verdiler. Bir zamanlar Anadolu “Anatolia” idi. Kayseri de Rum yani Roma yani Bizans Beyinin şehriydi. Bana göre sıla, hafızadır. Çocukluğumda, okuma yazma bilmeyen, bilseler de küçüklere okutmayı seven büyüklerimin cenk kitaplarında okuya okuya ezberlemiştim: “Raviler böyle rivayet ettiler / Ali’nin cengin hikâye ettiler / Ali gitti Kayser-i Rum üstüne / Cümlesini dine davet kasdine…” Arkası gelmedi. Hani derler ya “Arkası kiraz bahçesi.” Sonra? Kayseri Rum’dakiler… Onlar Müslüman Türklere “Hoş geldiniz, ne iyi ettiniz?” mi dediler. Hayvanlar bile yurdunu yuvasını savunduğu halde Rumlar topraklarını savunmadı mı? Savundular. Ama öyle işte. Iraklıların Irak’ı savunduğu gibi. Çünkü Iraklı kız Adalet, Bağdat’tan ırağa yani gurbete gelin gitmiş, sılayı zalim biri idare etmişti. Bu yüzden bir zamanlar bir coğrafyada –ben diyeyim Anatolia’nın siz deyin Antalya’nın bir papazı: “Hıristiyan kalensövesi görmektense Osmanlı sarığı görmeyi yeğlerim” demişti. Çünkü onların yöneticileri de adaleti gurbete gelin etmişti. Başlarına, kendilerinden bir “Saddam” geçmişti. İçlerinden… İçerdeki Saddam’ı devirmek dışarıdaki düşmanı yenmekten zordur. “Hele bir Saddam başımızdan gitsin de…” dediler. Selçuklu geldi, Osmanlı kaldı. Ama ki Iraklılar Anatolia vatandaşı kadar şanslı değildi. Çünkü Bağdat’a “Bağ-ı dâd’a yani bir zamanlar “adaletin bağı-bahçesi” adı konan mekâna girenler Romalıların mirasçısı idi.

Almanya’ya ilk giden gurbetçilerimize, “Atalarınız kılıçlarını sallaya sallaya Viyana’ya kadar gelebildiler. Siz kollarınızı sallaya sallaya Berlin’e girdiniz.” denmişti. Bu söz çok doğru idi. Ama gidenlerin konumu farklı idi. Adamlar “değneği atıp” gitmişti. Fiziklerine bakılmış; kasları test edilmişti. Kimya… hiç. İş bulmak için gitmişlerdi gavur memleketine. Kazanacakları para vardı kaybedecekleri hiçbir şey yoktu. Nitekim para kazandılar; kapısında iş bekledikleri ağaların, beylerin mallarını “nakit” parayla alacak kadar para kazandılar ve de satın aldılar. Gittiler, döndüler, gittiler geldiler. Bu “med-cezir” 40 yıl devam etti. Orayı gördüler, burayı gördüler. Zaten önceden kendilerine burada, “gözünün görmediğine inanma!” dersi verilmişti. Gözleriyle gördüler ve inandılar. “Gavurun dinine lanet ama adaletleri iyiydi.” Zaten burada öğrendikleri din de anam-babam usulüydü. “Adamlar işçilerin dinlerine-minlerine de karışmıyorlardı.” Ancak kendi atalarının da, Kayser-i Rum’a geldiklerinden “hasta adam’ın da pay edilişine kadar, kimsenin dinine karışmadıklarını nerden bileceklerdi. Kurunun içinde yaş da yandığı için, “içlerindeki beyinsizler yüzünden” zor durumda kalındığı için, Rum’lar Kayseri’den gitmişlerdi. Kiliseler, cemaati olmadığı için azalmış, camiler cemaati çok olduğu için çoğalmıştı. Yoksa çağ, “gözünün görmediğine inanma” çağıydı; çağdaşlık da öyle işte. Gözlerinin gördüğüne göre, adalet ordaydı. Zaten “cümlesini dine davet kasdine” diye de bir şey yoktu. Kaldı ki olmayan şey verilemezdi ki… Son 100-150 yılda olan nesneler işe yarasaydı Osmanlı’ya yarardı.

Sıla ve gurbet… İçimde sılaya dönme özlemi vardı. İnsanın geçmişe dönme özlemi psikolojiktir. Çocukluğuna dönmek gibi. Çocukluğumun gaz lambası yanan akşamlarına, uzun kış gecelerinde dinlediğim masallara döndüm. Masal kahramanı, Kaf Dağı’nın ardındaki Kale’den sevgilisini kurtaracaktı. Az gitti uz gitti dere tepe düz gitti; altı ay bir güz gitti. Kalenin kapısına dayandı. Kapının sağında bağlı bir at, solunda zincirli bir aslan vardı. Atın önünde et, aslanın önünde ot atmışlardı. Kahramanlığa yakışır bir şey yapmalı, dereler tepeler gibi kale kapısını da geçmeliydi. Atın önündeki eti aldı aslanın önüne attı. Aslan ete hücum etmişken otu alıp atın önüne bıraktı. Koştu içeriye… 39. odaya ulaştı, 40. kapıyı açtı. Yıllardır kurtarılmayı bekleyen sevgilisini aldı kaçtı. Kapıda karnı doymuş bekleyen ata atladı. Aslan mı? Karnı doyduğundan diliyle ağzını yıkamaktaydı. Bakmayın aslana vahşi dediklerine. Hiçbir aslan insanların binde biri kadar adam yememiştir. Hiçbir yırtıcı hayvan sürüsü Bağdat’taki kadar adam parçalamamıştır. Filistin’deki Yahudi, Saray-Bosna’daki Sırplı kadar… Ben masal anlatıyorum ama yırtıcı hayvanlara canavar demek mavaldır. Kim demişti onu? Rahmetli Neyzen Tevfik miydi? “İnsan, iki ayağı üstüne kalkmış bir canavardır!”

At, kendine iyilik eden iyi adamın sırtına binmesine sevindi. Kişnemeliydi ama birden kendine geldi. Çene kemiklerini gerdi ve ses vermedi. Sevinç haykırışı Adil Bey’i Zalim sahibine ihbar anlamına gelirdi. Bütün enerjisini bacaklarına verdi; hedefe kilitlenmeliydi.

İçimdeki gurbet? Oraya döndüm. Orada da bir kahraman vardı, Ömer diye biriydi. Adalet Hanımla evliydi. Adalet denince Ömer, Ömer denince adalet akla gelirdi. O aileyi özledim. Ama hep aynı gitmiyordu. Bir süre sonra muhtar geldi; Muhtar es-Sakafî… Sonra 2. Ömer… Dünyada her şey değişmekteydi; değişmeyen tek şey, değişmeydi. Ama 2. Ömer bir sünnet bıraktı. Siz, “Peygamberin sünnetinden başka sünnet olmaz” diyebilirsiniz? Ben hadis usûlünü bilirim. Ümmetin de sünneti olur ama Peygamber ümmetinin… 2. Ömer de minbere çıkıp hutbe okudu. Onun hutbesi bizim bildiğimiz hutbe gibi değildi; yayınlanan bir genelgeydi. “Din, öğüt vermek; iyiyi, doğruyu, güzeli söylemekti." Söyledi. Ama son söylenen akılda kalacağı için sözü, sözlerin en güzeli ile bitirmek istedi. Arapça olarak: “Elaaa! İnne ahsene’l Kelam/ Kelamullahi’l Azizi’l Allâm” dedi yani: “Ey millet! Dikkat edin, sözlerin en güzeli, her şeyi bilen Yüce Allah’ın sözüdür.” Ve bir formül ekledi: Aziz Allah’ın Kitabından bir cümle. (Nahl, 90) Sonra o cümle hutbenin son cümlesi oluverdi. Her hatip onu tekrarladı, her Cuma o söz yinelendi. Derken sünnet yani âdet, gelenek haline geldi.

O cümleyi siz biliyorsunuz. O cümle yabancı dil yani Arapça olduğu halde biliyorsunuz. O cümleyi her hafta bir kere dinliyorsunuz. Hatta son zamanlarda hocalar, ana dilimizde anlamını da veriyorlar. Üç buyruk ve üç yasak içeren bir formül söylüyorlar. Bu formül, Aziz Allah’ın formülüdür. Hayatın bütün problemlerini çözecek bir formül. Hatta bir maddesi, birinci maddesi var ki, bırakın Müslümanız –yani Allah’a teslim olduk- diyen bizleri, “gavur-Müslüman” bütün insanlığın mutlu olmasının temeli: “Adalet”.

40 yıldır ilahiyat okuduğum, 30 yıldır İmam-Hatip hocası olduğum halde, son 10 yıldır bir şeyi yapmayı hep düşündüm ama gerçekleştiremedim. Öğrencilerime hutbe okutmayı öğretirken “bir kerecik sürpriz” yapmalarını istemek. Yani bu formülün ilk cümlesini okuyup gerisini okumadan minberden inmek… “İnnallah’e ye’muru bi’l Adl.” Yani “Allah, Adaleti emrediyor.”İşte o zaman uyur-uyanık halde olan cemaat ayıkacak, hatta “Hoca şaşırdı!” diye hutbenin olup olmadığını birbirine soracak; tartışacaktı.

Ben 30 yıl önce, hutbe okumak için Baldöktü Camii’nin minberine çıktığımda, şaşırmıştım. Formülün buyruklar kısmını okumuş, heyecandan dolayı, yasaklar kısmını yani “ve yenha…”yı birkaç denemeden sonra aklıma getirebilmiştim. “Stajyer talebe, olur böyle şeyler. Alışacak…” denmişti. Şimdiki aklım olsaydı. Daha ilk cümleyle işi bitirirdim. Ama nerdeee? Genç bilse, yaşlı yapabilse…

Bu düşüncemi öğrencilerime kesinlikle öğretmedim. Çünkü ben denemedim. Yapmamış, yapamamıştım. Cemaat artık bana “acemi” demeyeceklerdi. Memurdum, benim gibi düşünmeyen âmirlerim hoş görmeyeceklerdi. Rahmetli babam: “Oğul, güneş çarığı, çarık ayağı sıkar” derdi. Oğullarım yerinde olan öğrencilerimi, kendi yapmadığım şeye yönlendiremezdim. İş bulmak için taa Almanya’ya kadar giden insanımızın işine zarar veremezdim. Çünkü Aziz Allah: “Yapmadığınız/ yapamayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Bu büyük günah!” (Saf,  2-3) buyuruyordu.

Ben yapamadım; size de yapmanızı önermiyorum. Ama şu birinci buyruğun ne olduğunu, sürpriz bir şekilde anlatmak için bir yol deniyorum. Gurbete, belki de gurbetten öte gelin ettiğimiz adaletin sılaya dönmesini istiyorum. Çünkü adalet gelmeden zulüm gitmez.

Bazen eşitlikle adalet karıştırılıyor. Osmanlının yıkıldığı son yüzyılında bile adalet kelimesi adalet, müsavât kelimesi ise eşitliktir. Masalımızla anlatacak olursak, atın önüne et, aslanın önüne ot koymak zulümdür. Atın ve aslanın önlerine aynı miktarda ot veya et koymak eşitliktir. Aslanın önüne et, atın önüne ot koymak adalettir.

Bir ara umutlanır gibi olduk. Ancak bel bağladığımız insanların “sisteme sızmak adına” sınav sorularını sızdırdıklarını gördük. Oysa sınav, adaletin ölçüsüydü. Sütte olmasa da mayada bir bozukluk vardı. Ne de olsa “misyoner mantığı” kullanıyorlardı.

Adalet, gurbete gelin gittiğine göre, “Müslüman-gavur” herkese lazım olan bir şey. Adalet herkese lazım olduğuna göre, gavura da Müslümana da âdil davranılması gerekiyor. İyi de bunu kim yapacak? Atalarımız, birbirlerine karşı âdil davranıyordu. Dedelerimiz, gayr-ı müslimlere âdil davranıyordu. Öyle ki Müslüman olmayan biri Müslümanın adaletini görüp, sarığı kalensöveye tercih etti. Tarih, öyle diyor. “Siz, sizden olanı yani Müslümanı bırakın; aynen sizin gibi düşünmeyen biri hakkında ne düşündüğünüze, nasıl davrandığınıza bir bakın.” (Mâide 8)  O zaman “Dinine lanet ama adaletleri iyi” diyen işçimize hak vereceksiniz.

Ne dersiniz, gurbetteki adalet dönecek mi ya da gurbetten öteye… gidecek mi?

( Adaleti Gelin Ettik Gurbete başlıklı yazı Mustafa IŞIK tarafından 28.05.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu