PERŞEMBELİK
Uzun zamandır beklediği atamalar
gerçekleşmişti. Gönlü hep kendi doğup büyüdüğü şehirde olmayı isterdi, fakat
buna da şükürdü. Çünkü beklemeye hiç tahammülü yoktu. İçinde tarifsiz bir
heyecan vardı. Yıllardır sıralarda dirsek çürüttükten sonra, özenerek baktığı
öğretmen masasına oturabilecekti. Kendisine bakacak küçük beyinlere, ilim,
irfan adına, elinden geldiğince yol gösterecekti.
Hoşgörünün timsali, Hz
Mevlana’nın diyarına gelmişti. İlk önce yüce insanın türbesini ziyaret etti.
Alaaddin tepesinden seyretti Konya’yı. Her tarafı Tarih kokan, Selçuklu’ya
başkentlik yapan, İç Anadolu’nun incisi olan bu güzel şehirden, görev yapacağı
Türk Dilinin Başkentine doğru yola çıkıyordu. O tarihte Karaman, henüz
Konya’nın bir ilçesiydi.
Konya’nın ucu bucağı görünmeyen
ovasında, bir iplik gibi uzanan yollardan giderken, etrafı meraklı gözlerle
seyrediyordu. Havuç diyarı Kaşınhanı, ardından Çumra, derken artık ovanın
sırtını dayadığı dağlara yaklaşmışlardı. Sağ tarafında Hacıbaba Dağı, sol
tarafta ise Karadağ, manzarayı muhteşem kılıyordu. Ve Hacıbaba dağının eteğinde
Kazım Karabekir, ardından Karaman’a ulaşmışlardı. Akşama doğru varmıştı
Karaman’a, o geceyi bir otelde geçirdi. Ertesi sabah, o muhteşem Karaman
Kalesinin heybetini seyretti otel odasının penceresinden.
Vakit geçirmeden resmi
işlemlerini tamamladı. Bu küçük şirin ilçede kalmayacaktı. Oradan da bir köye
verilmişti. Biraz burukluk içinde, gideceği köyün otobüsünün durduğu yere
geldi. Küçük bir çay ocağının önünde bekleyen otobüsün camındaki yazıyı okudu,
“ Akarköy” biraz tedirgin bir halde yaklaştı arabaya. İçeride kimse yoktu.
Fakat kendisinin arabaya baktığını gören kırk yaşlarında birisi seslenmişti.
“ Hayrola hemşerim, kime
baktınız?
Sesin geldiği yere doğru ağır
adımlarla yürüdü. Bir taraftan da kendisine seslenen adama cevap veriyordu.
“ Şoföre bakmıştım.
“ Birazdan gelir, gel şöyle otur.
Çay ocağının önündeki
taburelerden birisini çekti altına. Kendisine seslenen adam sordu,
“ Hayırdır kardeş, ne yapacaksın
şoförü?
“ Ben öğretmenim, Akarköy’e
gideceğim de…
“ Haa, öyle mi? Demek Losta’ya mı
gideceksin?
“ Hayır, ben Akarköy’e gideceğim.
“ Tamam ya, aynı yer zaten,
“Anlamadım!
“ Akarköy Losta’nın yeni adı. Ama
biz hala alışamadık bu ada. Ya kusura bakma hocam, çay içer misin?
Bu hoş karşılamadan oldukça
memnun olmuştu. İtiraz etmedi. Adamın söylediği çayı içti ve o esnada şoför de
gelmişti.
Birkaç saat sonra, geldiği yoldan
geri Konya istikametine gidiyordu. Bir müddet sonra yoldan, Hacıbaba dağı
istikametine döndüler. Özyurt ve ardından göreve başlayacağı Akarköy’e
ulaşmışlardı. Köyün girişindeydi okul. Sanki buraya gelen herkese, ilk o hoş
geldin diyordu.
Henüz şehirler, köyler modern
hayata esir düşmemişti. Köyde elektrikle bile yeni tanışmışlardı. Henüz
teknoloji ile insanlığın çetin geçecek kavgasından habersiz, bu yeniliğe ayak
uydurma çabasındaydılar. İçecekleri suyu, kuyulardan çekiyorlar, evlerin
genellikle gençleri bu işi bir merasim edasıyla gerçekleşiyorlardı.
Köye geldiği ilk günden itibaren,
bir misafir gibi karşılanmıştı. Neredeyse her gün, köylülerden bir kişi yemeğe
davet ediyordu. Kendisine bir ev bulana kadar, muhtarın evinin bir odasına
yerleşmişti. Her sabah kahvaltısını muhtarın evinde yapıyordu. Diğer öğünler,
mutlaka bir komşusunun evine gidiyordu.
Günün büyük bir bölümünü, okulda
geçiriyordu. Boş zamanında ise, etrafı daha iyi tanıyabilmek amacıyla geziyor
ve sosyal yaşantıyı takip ediyordu. İnsanları o kadar içten ve samimi idi ki,
çoğu zaman onların bu hallerini, yapmacık zannediyordu.
Aradan geçen birkaç haftanın
ardından, köye tamamen yerleşmişti. Okulda kendisiyle birlikte üç tane daha
öğretmen vardı. Onlar yıllardır bu şirin köyde görev yapmışlardı. Hatta okul
müdürü Fehmi Bey’in onuncu yılıydı. Bu küçük köyde tam on yıl kalmıştı. Kendisi
bunca zaman burada kalabilir miydi, bilmiyordu.
Kısa sürede hem köye, okula, hem
de öğretmenliğe alışmıştı. Ders bitmiş, öğrenciler evlerine doğru koşarak
gidiyorlardı. Onların evlerine koşuşturmalarını seyretmek, bambaşka bir haz
veriyordu. Okulun bahçe kapısına yaslandı ve bu manzaranın tadını çıkarıyordu.
Kendi çocukluğu gözünün önüne gelmişti. Ne kadar heyecanlı olurdu şimdi onlar
gibi eve koşabilmek?
Bir müddet daha seyretti giden
öğrencileri. Bu defa başka bir manzara gözlerinin önünde cereyan etmişti. Yaşı
on bir, on iki olan bir kız çocuğu, elinde üstü bez parçasıyla örtülü bir
tabakla, karşıdan geliyordu. Aklından, “ Her halde akşam yemeği getiriyor” diye
geçirmişti. Gelen çocuğun yüzüne tebessümle bakıyordu. Çocuk yanından geçerken,
kendisine tebessümle bakan öğretmenine, aynı şekilde tebessümle mukabelede
bulunmuş ve yanından geçip gitmişti.
Yanılmışlığının verdiği
mahcubiyeti, dillendirmeden evine doğru yürümek istedi. Fakat meraklanmıştı.
Acaba kime gidiyordu? Giden çocuğun arkasından baktı. Okulun az ilerisinde ki
bir evin bahçe kasından içeriye girdiğini gördü. Birkaç dakika sonra elinde
tabakla yeniden göründü. Fakat bu defa tabak boştu. İyice meraklanmıştı. Durduğu
yerden ayrılmadan bekledi. Nihayet çocuk yanından geçiyordu ki, sormadan
edemedi.
“ Hayrola, nereden böyle?
Çocuk, kendisine tebessümle bakan
öğretmenine gülümseyerek cevap veriyordu.
“ Hatice teyzeden geliyorum.
Perşembelik getirmiştim…
İlk defa duyduğu bu kelimenin ne
manaya geldiğini bilmiyordu. Fakat sormadı ne demek olduğunu. Çocuk kendi
evinin yolunu tutmuştu. Ve kendisi de hala okulun idaresinde bulunan Fehmi
Bey’in odasına gelmişti. Fehmi Bey, on yıldır bu köyde olduğuna göre buraların
adetlerini bilebilirdi.
Dışarıda gördüğü manzarayı,
olduğu gibi anlattı. Hiç tanımadığı bu âdeti sormuştu. Fehmi Bey, merakla
kendisinden cevap bekleyen Halil öğretmene olayı anlatmaya başlamıştı.
“ O mu? Diyerek başladı söze.
Perşembelik, buralarda dayanışmanın, yardımlaşmanın en güzel örneklerinden
birisidir. Zenginiyle, fakiriyle bütün köylünün yaptığı iyiliğin adıdır. Her
hafta yardım yapmayı kendilerine adet edinmişler. Genellikle köyün ihtiyaç
sahiplerine, herkes elinden geldiği kadar yardım ederler. Bunu gördüğün gibi,
bir tabak içinde götürürler. İçinde ya bakliyat, ya da biraz yağ olur. Herkes
neye güç yetirebilirse onu verir. Kimi yağı, kimi tuzu derken, ihtiyaç
sahibinin bir haftalık erzakı bu şekilde karşılanır. Her mahalle kendi fakirine
götürür perşembeliği.
Duyduğu bu sözler karşısında
gerçekten ne diyeceğini bilememişti. Oysa insanların menfaatine düştüğü bu
zamanda, bir başkasına yardım yapabilmek için türlü bahaneler üreten bir
topluma, hayran olmamak elde değildi.
O kadar çok hoşuna gitmişti ki, o
da her hafta bu iyilik kervanına katılmaya karar vermişti. Hayatında bir dönüm
noktası olmuştu. İki yıl daha kaldı köyde. Öyle sevmişti ki köyü,
öğrencilerini, fakat annesinin ısrarına dayanamayıp tayinini istemişti. Oğlunun
gurbette olmasına dayanamıyordu. Bir de muradı vardı, mürüvvetini görmek
istiyordu.
Köyden ayrılırken, bu kadar zor
duruma düşeceğini hayal bile edemezdi. Gittiği her yerde, burada gördüğü
perşembelik âdetini terk etmedi. Kimi zaman mahallesindeki bir fakire, kimi
zaman sınıfındaki öğrencilerine verirdi. Halil öğretmen, bunu kendisine bir
yükümlülük olarak gördü. Ve etrafındaki insanları da bu güzelliğe davet
ediyordu. Böylesi adetler, modern hayata kurban edilmemeliydi.