“Her yaz, bu sıkıcı köye gelmek zorunda mıyız anne?”
 
“Babanla benim çocukluğumuz bu köyde geçti. Senin için bir şey ifade etmese de, burası bizim ait olduğumuz yer. Hadi git şimdi Hasan’la falan oyna.”
 
“O çocukta çok sıkıcı. Fable, ne güzel bir oyun dediğimde, aptal aptal yüzüme bakmıştı.”
 
“Hayat konsollardan ibaret değil. Hadi git şimdi bir şeyler yap. Meşgul etme beni. Yazlığı temizlemem lazım.”
 
“Hah yazlığa bak!”
 
                Demiray bedenen evcil, beynen sanal çocuklardandı. 13 yaşındaki bu sevimli çocuk, güneş görmemiş bembeyaz yüzüyle, köydeki çocuklardan hemen ayırt ediliyordu. Ne onlar Demiray’a ne Demiray onlara ısınamamıştı.
 
                Bu köyde, Demiray kendini çok yalnız hissediyordu. Daha ilk günden sıkılmış ve her zaman gittiği çam ormanına gitmişti. Orada daha önceden kendine yaptığı oturağa oturup, gölü seyrediyordu. Düşüncelere dalmıştı. Birden yanına yaşlıca bir adam oturuverdi. İlk başta saçlarının üst kısmı dökülmüş, geri kalan saçı bembeyaz ve kıvır kıvır, hafif kirli ve yine bembeyaz sakalları ile yeşil kocaman gözleri ve buruşuk bir teni olan bu adamdan korktu. Gözlerini öylece dikmiş adama bakıyordu.  Adamsa Demiray’ın ondan korktuğunu anlamış, hafif bir tebessümle ufka doğru bakıyordu. Küçük çocuk, “sende kimsin?” demeye cesaret dahi edemiyordu. Ormanda ve yalnızlardı. Bu durum açıklaması zor bir hal almıştı. En sonunda adam çocuğa gözlerini kısarak baktı ve “çok mu yalnızsın?” diye sordu. Demiray, hafifçe kafasını sallayarak yalnızlığını onayladı. Adam heyecanlı bir ses tonuyla devam etti:
 
“Sana öyle bir şey verebilirim ki, bu dünyada hiçbir şeye benzemez.”
 
“Na… Nasıl bir şey?”
 
“Fantastik bir şey… Fable gibi, masalsı bir şey.”
 
“Se… Sen nereden biliyorsun Fable’ı? Onu bilecek kadar genç değilsin.”
 
“Ama onu bilecek kadar fantastiğim.”
 
“Git buradan!”
 
“Üzgünüm, asi çocuk. Senin yalnızlığını bitirmekle görevlendirildim.”
 
“Nasıl yani? Ki… Kim görevlendirdi?”
 
“Fazla soru sorma. Al şu kutuyu. Kendini en yalnız hissettiğinde kullan; ancak en büyük yalnızlık karanlığın esiri olmaktır. Bunu da unutma.”
 
                Bu cümleden sonra küçük çocuk elindeki kutuya bakarken, yaşlı adam gözden kayboldu. Bu olay Demiray için fazlaca gizem doluydu. Ürperdi; ancak aldığı macera kokusu, onu mutlu etmeye yetiyordu.
 
                Yazlığa doğru ilerlerken, kutuyu nasıl açacağını düşünüyordu. Ayrıca içinde ne olduğu daha büyük bir merak konusuydu. Eve gittiğinde annesine ve babasına ayaküstü bir “merhaba” dedi. Hemen üst kattaki odasına çıktı. Kutuyu inceledi ve bir bıçağın işini göreceğini düşündü. Mutfaktan aldığı bıçakla kutunun kapağını zorlamaya başladı; ancak işe yaramadı. Sinirlenerek kutuyu duvara fırlattı. Duvara çarpıp yere düşen kutuda, hafif bir mavi ışık yansıması oldu. Demiray’ın göz bebekleri büyüdü. Nasıl bir şeye bulaştığının biraz farkına vardı. Odadan çıkıp, birkaç tur attı bahçede. Daha sonra cesaretini toplayıp odaya tekrar girdi. Yavaş ve korkak adımlarla kutuya yaklaştı. Eline aldı ve incelemeye koyuldu. Kutunun altında “benim en sadık dostum gölge gibidir” yazıyordu. Bu sözleri yüksek bir sesle birlikte söylemesiyle kutu açıldı. Açılırken yine o mavi yansıma belirdi. Kutunun içinden 2 adet lens çıktı. Bu küçük çocuk için anlamsız bir hediyeydi. Bunların ne işe yarayacağını merak etti. Lensleri gözüne taktı. Hiçbir şey olmadı. Bir işe yaramıyordu. Bunca uğraşa rağmen, sonucun bu olması hayal kırıklığı oldu. Lensleri kutuya koydu ve odadan çıktı.
 
                Akşam yemeğinden sonra odasına geri geldi. Lensleri bir kez daha taktı ve hiçbir farklılık sezemedi. Üzgün üzgün yatağına uzandı ve düşünmeye başladı. Tamda o sırada elektrikler kesildi. Aniden olduğu yerde toparlandı.
 
“Hey sende kimsin?”
 
“Sen… Sen nasıl görüyorsun beni?”
 
“Burada şaşkın olan ve normal olan benim. Sence de soruları ben sorsam, daha akılcı olmaz mı?”
 
“Aa tamam! Kusura bakma.”
 
“Sende kimsin?”
 
“Ben bir meleğim. Ama senin beni görememen lazım… Yani ben istemediğim sürece.”
 
“Melek mi? Biri benimle dalga mı geçiyor? Şaka değil mi?”
 
“ Hayır!”
 
“Melek ha? Ne meleğisin peki?”
 
“Umbra derler bana. Sizin dilinizde gölge… Koruyucu meleklerden biriyim. Yani üstünden bir tren geçip de, ölmediğin zaman teşekkür etmen gereken kişi benim.”
 
“Teşekkür ederim ukala melek.”
 
“Lafı bile olmaz ufaklık.”
 
Demiray,  “demek koruyucu melek ha?” diyerek biraz düşündü ve pencereden aşağı atladı.
 
“Du… Du… Dur n’apıyorsun?” nidalarıyla; Gölge, hafif bir rüzgârla, çalıları çocuğun düştüğü yere estirdi. Demiray, yüzü gözü çizik içinde yerden kalktı.
 
“Sen nasıl koruyucu meleksin be? Az kalsın ölüyordum.”
 
“Sen kafayı mı yedin? Ne diye atlıyorsun camdan. Ben küçük bir meleğim. Dört büyük melekle karıştırdın beni, galiba. Ben sadece, dünyevi işlerin akışını değiştirebilirim. Olmayan bir branda açamam altına.”
 
“Hadi ya!”
 
“Bir daha benim işimi zorlaştırma!”
 
“Sanırım öyle yapsam iyi olacak. Ah yüzüm sızlıyor.”
 

                Dört büyük melekten biri olan, Mikail tarafından Demiray’a verilen lensler, küçük çocuk için büyük bir şanstı. Ona kimsenin sahip olamayacağı bir dost hediye ettiler. Sadece karanlıkta, yani yalnızlığın en sevdiği kardeşi karanlıkta işe yarıyordu. Gölge meleği, ömrü boyunca Demiray’ın yanında oldu ve ona görünmeyi bırakmadı. Tek bir şartı vardı; kendisinden kimseye bahsetmeyecekti. Yalnızlığın beyni kemiren bir fareden farkı yoktu. Ve kimse fareleri sevmez.

( Gölge başlıklı yazı EfendiZibidi tarafından 28.07.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu