-Bebeğinin
kanı… Bu kadar basit! Sadece onun pak
kanı…
-Anlaşıldı
efendim!
Adam, bebeğin boynuna, esaslı bir kasatura
darbesi indirdi. Bebeğin başı, boynundan merhametsizce ayrıldı: Hiç arkasına
bakmadan. Kan, gecenin boğuk siyahını karamsar bir kırmızıya buladı.
Yıldırım’ın esmer teni, siyah kıvır
kıvır saçları ve kömür siyahı boncuk gözleri, bu boğuk siyahın perdesinden
rahatlıkla faydalanıyordu. Korkuyla izledi, iki adamın havada oluşturduğu
ebruliyi! Eşi haklıydı; Muşta, vardı…
Şeytan, Zehir adını verdiği yüzükler
var etti. Yeryüzüne azami kötülük yayma hülyalarındaydı. Bu yüzükleri, kötülüğü
putlaştırmış “kaybetmişlere”
bağışlıyordu. Bu kaybetmişlere de “Muşta,” diyordu. Muştalar, yüzüğün
ucundaki iğnede var olan, “sonsuz kötülük esansını” iyiliği putlaştırmış
“inanmışlara” batırıyordu. Böylece daha fazla kötülük… Ve daha fazla kötülük…
Tanrı, bütün bunları da test olarak
gördü. Elleşmedi, izlemekle yetindi. Elbet kötülüğe hizmet edenlere azap,
iyiliğe secde edenlere vahap vardı.
Yıldırım, beyninin uzun belleğine kaydettiği resmi
hatırlayarak, salınıyordu sokaklarda. Ellerini, siyah polarının cebine koydu.
Kafasını kaldırımla empatik öne düşürdü. Kapalı dükkânların tabelaları, loş bir
gölge indiriyordu bedenine. Eşinin söylediklerini çıkarıyordu bir bir, aklının
odalarından. Eşi ona, şeytanın hain; ama küstah planını anlatmıştı. Şeytan
eşini de Muştalar’a dâhil etmek istemişti. Üstelik Muşta olabilmek için,
kötülüğü putlaştırmış bir “kaybeden” olmak gerektiğini de söylemişti; ama ne
gibi bir kötülük yapmıştı ki? Neyi kaybetmişti? Zihnini kurcalayan soruların
cevabını arıyordu.
Eşini
öldüren de büyük ihtimalle: Şeytan yâda ona hizmet edenlerdi. Muşta olmayı
katiyen reddetmişti eşi. O gün, ay yüzünü göstermeden ellerine düşmüştü cansız
bedeni. Ne pahasına olursa olsun, öğrenecekti bu kaybetmişliği. Cansız bedenin
öcünü almak ve kötülüğün sebebini öğrenmek… Bunu yapabileceği tek yöntem ise:
Muşta olmaktı.
Yıldırım,
kafasını kaldırdı; karşıdan gelen sarışın güzel bayanın, fermuarı açık sırt çantasına
bıraktı bombayı. Bu sarışını, gittiği bir barda görmüştü. Konsomatris kız,
birkaç adımlama sonrasında varacaktı o bara. Vardı da…
Yıldırım
telefonunu aldı kederli ellerine. Ölümü aradı. Aramayla birlikte bomba arz-ı
endam etti gökyüzünde. Şarapnel parçalarına, et parçaları eşlik etti. Gene
kırmızı, gene siyah, gene ebruli…
Yüzünde
tebessüm belirdi, genç adamın! Hedeflediği gibi, onlarca insanı gönderdi
meleklere. Kaybetti masumiyetini. Artık o da bir “kaybedendi”.
Sabah
uyandığında Zehir’i –yüzüğü- buldu başına paralel komodinde. Hedeflediği gibi “Muşta”
olmuştu artık.
Eşinin
anlattığı üzere: 2 Muşta birbirine ters düşerse, Muştalık düşecekti. Azami
kötülük sona erecekti. İnsani kötülük kalacaktı geriye. En önemlisi: Biricik
eşi ne kötülük etmişti yahu? Bu soruyu sormak için, şeytanı karşısına alması
gerekiyordu.
Gece
yarısı olduğunda, tekrar parselledi sokakları. Yüzük, dün geceki Muşta’ya
çekiyordu onu; zihnini etkiliyordu. Caddeyi boydan boya geçtikten sonra,
köşeden dönen Muşta’yı gördü. Ara bir sokağa girmişti. Yıldırım, sadık bir
gölge gibi tamda dibindeydi. Tekinsiz sokağın, sessiz atmosferindeki bir çift
ayakkabı sesini, çekti çıkardı Muşta’nın kulakları. Arkasını döndüğünde,
Yıldırım’ın sol işaret parmağındaki Zehir’i gördü: “Senin ne işin var bu
bölgede?” dedi. Yıldırım tersledi: “Hepimizin azabına müşkül olmaya geldim”
diyerek. Yıldırım, Muşta’nın tedirgin suratına, kendi suratından bir tebessüm
selam etti! Yüzüğün ucundaki iğneyi, Muşta’nın teniyle buluşturdu. Anbean,
yüzükler toz olup ufalandı: Aheste aheste. Muştalık düşmüştü.
Yüzük
tozu kokusunu, içine çekti Yıldırım. Gururla arkasını döndü. 1 metre kadar
ileride, bir çift kırmızı göz gördü; öfkeli, intikamcı, hesapçı…
-Tam da hayallerdeki gibisin: Alabildiğine kırmızı,
alabildiğine öfkeli!
-Hayallerindir, seni ölüme denk getiren.
-Alabildiğine Şeytan!
-Azami kötülüğümü yerle yeksan edip, hayatına
devam edeceğini sanıyordun demek?
-Sanmak, ummaktır. Benim umduğum ise iki şeydi:
Biricik eşimin intikamını almak ve hangi kötülüğü yaptığını öğrenmek.
-Sen hâlâ biricik eşim mi diyorsun, –kibirli bir
kıkırdamayla- hah, dedi! Seni aldatan karına? Hah!
Yıldırım, öfkeden mantığına “elveda” dedi. Doğru
muydu bu? Gözleri titreyerek, bir iki damla gözyaşı saldı yanaklarına!
-Lütfen! Yalan olduğunu söyle! Yalvarırım…
-Oradan, sana yalan söylemeye muhtaç olduğum gibi
bir görüntü mü görüyorsun? Asla! Ben kaybedenleri alırım yanıma. Senin karında
kaybetti! Masumiyetini kaybetti! Onun suçu: Kocasını aldatmak ve sevgilisini öldürmekti.
Yıldırım,
nemden Şeytan’ı göremeyerek, başını öne eğdi: “Sevgili?”. Umutsuz bir şevkle
koştu, caddenin ortasına. Koca bir “vesselam,” dedi hayata. Hayat da uğurladı
onu. Toprağını bol tutarım diye de söz verdi.