Baştan beri gördüğüm her politik harekette ayrışmalar üzerinde duranların hep yükseldiği olmuştur; buna rağmen Anadolu’nun terkibine uygun; şa’şaadan ve tantanadan uzak ama her dem “başını bir gayeye satan kahraman” olmaya namzet hazır ve nazır olmayı şiar edindim. O yıllardan bugüne tam 35 yıl geçmiş... Bunun çeyrek yüzyıla yakın süresi bilfiil benim de yazdığım, konferans verdiğim, tartıştığım bir dönem ve ilk yazmağa başladığımdan bugüne yazdığım mevkutelerde tiraj bakımından sürekli azalma gözlense de bu terkîbî yaklaşımdan asla taviz vermeyeceğim. Böylesi birlik projesi sahipleri % 1’lerde gezinse de, tarihî vazifeleri istikametinde toplumun harcı olmayı sessiz sedasız sürdürmelidirler.
Sonra Erol Güngör Hoca ile aynı gazetede mesai... Gökalp çizgisi ilk eleştirel yatağını bulmuş... bu yüzden 12 Eylül öncesi gençliği o kadar herc ü merc’e rağmen onu tanıdı, kavradı... ya bugün bir eli yağda bir eli balda gençlik niçin klasik müzelik milliyetçiler peşinde de bir Yılmaz Özakpınar’dan haberli değil?... Neden yoksa gençlikle köprübaşı gençler artık yetişmiyor mu? Yoksa bütün gençlik ocakları siyasetin paravanası ve payandası kılınarak hiçbir felsefî kaygu tışamaz hale mi getirildi?
Bugün bir şiirini okutmakla siyasi yasaklı kıldığı lideri iktidara taşıyan süreç ve ardından “medeniyet değiştirme” projesinin de yine ona ihalesi, yoksa o, “bilim adamı ve ülkücülüğü” buluşturan Gökalp’in ruhunun eseri miydi?
“Ziya Gökalp, Osmanlı İmparatorluğunun peşpeşe gelen savaşlarla toprak kaybına uğradığı bir dönemde düşünmeye başlar. Devlet, Avrupa siyasetinin baskısı altındadır. Osmanlı siyaset adamları imparatorluğu ayakta tutacak çareler aramaktadır. Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük-Turancılık ve Batıcılık akımları memlekette bir fikir kaynaşması ve tartışma ortamı meydana getirmiştir. Fikir hayatına Osmanlılığı korumaya çalışan bir düşünce adamı olarak başlayan Ziya Gökalp, daha sonra Türkçü-Turancı olur ve sonunda millî devletin sosyolojik yapısını fikir planında kurmaya uğraşır. Meşrutiyet’ten ölümüne kadar onu Türk fikir ve siyaset hayatının merkezinde tutan birinci özellik, bilim ile idealistliği kişiliğinde birleştirmesidir; ikinci özellik ise, devrimciliğe varan bir değişme taraftarlığını Türk tarihine, Türk kültürüne ve İslâmiyet’e bağlılıkla bağdaştırmak istemesidir.” (Yılmaz Özakpınar, İnsan Düşüncesinin Boyutları, Ötüken İstanbul 2002, s.199-200)
“Ziya Gökalp, en baştaki Osmanlıcılık döneminden hayatının sonuna kadar Batı medeniyetine girmeyi savunmuştur. Batıcılar da aynı hedefe yönelmişti. Fakat Batıcıların hareket noktası din bağnazlığı ile mücadele olduğu için onların Batı medeniyetine girme emelleri psikolojik olarak dinden uzaklaşmaya yol açıyordu. Batı’nın bilimini almak ve bilimin imkân ve gereklerine göre toplumu örgütlendirmek amacını güden Ziya Gökalp ise İslamiyet’e bağlı kalarak Batı medeniyetine girmeyi tasarlıyordu. O sıralarda, Meşrutiyet’in doğurduğu düşünce serbestliği içinde Batı’nın sosyal doktrinleri ve felsefe sistemleri kafalarda etkisini gösteriyordu. Bilimin niteliği iyi anlaşılamadığı için pozitivizm ve materyalizm, bilimin ayrılmaz parçası sanılıyordu.” (Özakpınar, s.200)
Ziya Gökalp, işte Özakpınar’ın da her türlü eleştirisine rağmen ısrarla altını çizdiği gibi, Türk düşünce ufuklarını geliştirmesi bakımından önemli bir adamdır ve tarihsel çizgisini takip etmek gerekmektedir.
Özakpınar, tıpkı Hegel’in ruhçu diyalektiğini bir formülle maddeci diyalektik haline getirerek altüst eden Marx gibi önemli bir iş yapıyor ve Gökalp'ın kültür ve medeniyet tariflerini yeniden farklı boyutlarıyla ele alarak medeniyet kurgusunu sarsıyor ve “üçleme”sini birbirinden çok uzakta ayrı daireler olmaktan kurtararak içiçe halkalar haline getiriyor. Böylece yüz yıl boyunca Gökalp’e en sert eleştirileri yapan hatta açıktan saldıranların asla erişemeyecekleri bir Gökalp eleştirisi ortaya koyduğu halde; onun Türk düşüncesini geliştirmedeki rolünü önemsiyor ve Gökalp’e bilim adamı ve ülkücü olarak sahip çıkıyor:
“Ziya Gökalp büyük bir düşünce adamıdır. Büyük düşünce adamları, toplumu etkiler. Fakat yeni ve karmaşık bir düşünce ürettikleri için de daima yanlış anlaşılma ve basmakalıp bir değerlendirme ile basite indirgenme tehlikesine maruz kalırlar. Toplum, büyük düşünce adamlarına ihtiyaç duyduğu dönemde onların ruhundan, tutkusundan ve kişisel özelliklerinden etkilenir. Ama sonradan gelenler o ruhu anlama ihtiyacını yeteri kadar duymadan, tasavvur dünyasında o tutkuyu kendileri de yaşamadan ve fikirlerin ayrıntılarına yeteri kadar dikkat etmeden o büyük düşünce adamına yaklaşırsa, basmakalıp övgüler, anlamsız saldırılar ortalığı kaplar ya da o büyük düşünce adamı görmezden gelinir. Düşüncenin verimliliği onun kişisel bir çeşni olmaktan kurtulmasıyla ve başka zihinlerle eleştirel işbirliği kurmasıyla mümkündür. Düşünceleri kendi köşelerinde kalmaktan kurtaracak bir düşünce geleneğine, eleştirel işbirliğine ihtiyaç vardır. Ziya Gökalp, kendi zamanında bunu yapmıştır. Bizim de onun fikirlerini birer müze eseri gibi saklamak yerine, o fikirlerle düşünmemiz ve gerektiğinde yeni fikirlere doğru ilerlememiz gerekiyor.” (Özakpınar, s.252-253)
Gerçekten de Gökalp, uzun yıllar İmparatorluğu yıkan bir düşünce akımının öncüsü sayılarak basmakalıp saldırılarla düşünce dünyamızdan gözardı edilmek istenmiş; ya da müze eseri gibi hatta zaman zaman bir put gibi üzerinde tartışmalara bile tahammül edilmemiş ve bu yüzden de her iki koldan en büyük haksızlıklara uğramış bir düşünce adamımızdır. Sağlıklı eleştiriler, temsil ettiği fikri yücelteceği gibi; onu anlamaya çalışan başka akımlar için de yol gösterici olacaktır. Ama ilk Türk sosyologu olarak açtığı çığırda ne yazık ki çok az adam yetişmiştir.
Gökalp’ın kurgusu üzerinden yüzyılı aşkın bir zaman geçti. Fakat beklenen olmadı. Türkiye medeniyet değiştiremedi. Girilmek istenen medeniyet dairesinden birçok şey aparıldı aparılmasına ama ne bilimsel olma iddiası bağnazlıktan kurtulabildi, ne de arzulanan gelişme sağlandı. Bugün Gökalp kurgusunu tartışmak ve medeniyet değiştirme projesini masaya yatırmak lazımdır. Girilmek istenilen medeniyet dairesinin kapısında herşey yapıldı da Sorokin’in dediği gibi, o medeniyet dairesinin nihaî kabulü mü beklenmektedir? Yoksa sadece aradan geçen yüzyıla rağmen önceki iki yüzyıl ile birlikte kültürsüzleşme döngüsü mü derinleşmektedir? Yüz yıl öncesinde Gökalp’ın ortaya koyduğu formül, Batı’nın “Şark Meselesi” etrafında korkunç tarruzuna karşı bir savunma refleksi miydi? Gerçekte böyle bir formüle Gökalp de inanmıyor; bir stratejist gibi hatta zaman zaman bir taktisyen gibi “ayakta kalma programı” mı tasarlıyordu? O halde Gökalp çizgisi bugün yüzyıl öncesini yeniden yorumlamaya ve Gökalp formüllerini yeniden tartışmaya açmaya ihtiyaç duyuyorsa, bu boşuna değildir.
“Nerede yanlışlık yapıldı? Ziya Gökalp, hakikati ortaya koyacak bir teori kurmaya çalışmıyor, politik ve psikolojik zorunlulukların baskısını beyninde hissederek kabul edilebilir bir formül arıyordu. Vardığım bu hükümle, Ziya Gökalp’in kendi bulduğu formüle içtenlikle inanmadığını söylemiş olmuyorum; sadece onu o formülü aramaya yönelten nedenleri belirlemiş oluyorum. “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” formülü Türk millî benliğine sahip çıkma, İslam dinine sarılma ve Batı’nın ilerlemiş bilimini ve teknolojisini alma anlamına gelmiyor muydu? Yanlışlık bunun neresindeydi? Yanlışlık formülün arkasında, Ziya Gökalp’in İslamiyet’e bakış tarzında ve medeniyet kavramında idi.” (Özakpınar, s.202-203)
“Medeniyet kavramının, perakende öğelerin toplamıyla belirlenen böyle mantıksal tanıma dayanması, Türkiye’nin bugün yüz yüze olduğu bunalımın fikir planındaki kaynağıdır. Çünkü bu medeniyet anlayışının sonucu olarak Türkiye, kendini hiçbir medeniyete mensup olmayan bir konuma sokmuştur. Bu yüzden kültür, bütünlüğünü ve ahengini kaybetmiştir.”
Bugün toplumdaki ahlakî çöküntünün, toplumsal dayanışma mekanizmasındaki çözülüşün-çarklarındaki müthiş dağılmanın müsebbibi işte böylesi bir medeniyetsizleşme sürecidir. Bunda sadece Gökalp’in yıkıcı etkisi yoktur; bu Meşrutiyet döneminden itibaren kültür ve medeniyet kavramlarının yanlış tanımlanmasından da kaynaklanmaktadır. Öyle ki, İslamcı fikir adamlarının bile hemen tamamına yakını medeniyeti aynı çerçevede tanımlamışlardır. Kiminde teknolojik ve fen kavramları öne çıkarılmışsa da çoğunlukla benzer yaklaşımlar sergilenmiştir.
“Medeniyet, bir inanç ve ahlâk nizamı olarak kültürü doğuran ruh enerjisi ve ilham kaynağıdır. Fakat bir medeniyet kendi kaynağından beslenen kültürle ihya olur. İslâm medeniyetini ihya davası, aslında bir toplumun hayatı demek olan kültürü, medeniyetin ruhuna göre şekillendirme dâvasıdır; İslâm medeniyeti bilinciyle kendi hayatımızı ihya dâvasıdır.”(s.208)
Medeniyetsiz bir kültüre bilim ve teknoloji eklenemezdi. Türk milleti ruh enerjisini yitirmeye yüz tutunca yani medeniyetinden uzaklaştıkça kültürel gelişmeyi de meydana getirememiş, ahengini bulamayarak inanç ve ahlâk temellerini de sarsmış; yüksek bir ideale baş koyamamıştır. Artık teknolojiyi kullansa bile, medeniyetsiz ama sözde çok kültürlü insan/toplum, onu üreten değerler manzumesinden habersizdir; bu yüzden kullandığı teknolojiyi ucuz ihtiyaçlarını karşılamaya yönelterek kendine mahsus eserlerin üretilemediği arenada “mankurt”laşmaya müsaittir.
Dr. Lütfü ŞEHSUVAROĞLU