1 Bataklık
Aklımdan hiç çıkmayan acı anılarımdan biri, komşumuz Sami Dayı'nın ineğinin kör derenin bataklığında çırpınarak can vermesidir. O gün hayatın tekerrür eden gerçeklerinden birini öğrendim. Belki sonrasında yaşadıklarımla ‘bataklık' kelimesinin tevafuk eseri bir bütünlük oluşturmasıydı bu olayın bana bu denli tesir etmesine sebep.

O günü merak ettiniz belki. Hayvanın acı içinde kıvranmasını, çaresizliğini ve belki de tecrübesizliğinin getirdiği sonu çocuk gözlerimle görmüş olmak benim için çok zordu. İki gece o manzara gözlerimden kaybolmadı ve ben bir dirhem bile uyuyamadım.

Gelelim olaya; sabah erkenden Sami Dayı ineğini sürüye katmış. Hayvan biraz huysuzmuş ve öğleye yakın sürüden ayrılıp bostanlara dalmış. Zavallı çoban ne kadar kovaladıysa da yakalayamamış.

Köyü ikiye bölen derenin gölete dökülmeden önceki kısmında geniş bir çayırlık vardı. Çayırlığın bostanlara yakın kısmında da bataklık. Köylü, çoluk çocuk düşmesin diye bataklığın etrafını çitle çevirmişti. Hayvan o gün çitleri kırıp bataklığa düşmüş. Çobanın çağrısıyla köylü yardıma koştu. Bataklığın çevresinde daire oluşturan kalabalığın elinden hiçbir şey gelmiyordu. Kısa zamanda başarılı bir plan ile hayvanı kurtarmak mümkün görünmüyordu. Hayvan çırpınıyor, çırpındıkça gömülüyordu. Sami Dayı telaş ile koşturuyor, çaresiz dövünüp duruyordu.

Hayvanın böğürmesi, ayaklarını sallaması onu sona götüren birer hamleden başka bir şey değildi. Herkes bir fikir ortaya atıyor ama en çok ‘çırpınmasa kurtulur' sesi yükseliyordu. ‘Çırpınmasa kurtulur... çırpınmasa kurtulur...' Maalesef hayvan bataklığa gömülüp gitti.

Yaşım otuzu geçti ama o anı daha dün gibi hafızamın köşesinden bana mütemadiyen seslenmekte: ‘Çırpınmasa kurtulur...'

***

Bu olaydan bir yıl sonda ilçeye taşındık. Babam, Çamaltı Kıraathanesi'nde garsonluk yapıyordu. Akşam yevmiyesini alıp eve döner, gecekondumuzun güneye bakan yamacında, ceviz ağacının altına yerleştirdiği sedire uzanır, bir cigara tüttürdükten sonra sofranın başına geçerdi.

Zaman zaman geçinememekten yakınsa, bizim büyüdüğümüzü, okul masraflarının arttığını söylese de ümitvar tavrı her zaman eve huzur katardı. Annemin de halinden şikayet ettiği yoktu. Tarlaları satıp aldığımız gecekondu barınmamızı, babamın yevmiyesi de nafakamızı sağlıyordu. Belki de huzurdan daha büyük hayalleri yoktu.

Babam bazen kız kardeşimin ve benim elimden tutar ilçeyi dolaştırırdı. Zaman zaman çerezler, boyalı şekerler de aldığı olurdu. Akşamları birimizi sağına birimizi soluna oturtup, ödevlerimizde yardımcı olmaya çalışırdı. Bu sırada annem de bir köşeye çekilir, tığını eline alıp bir şeyler fısıldayarak örgü örerdi.

Bir gün annem aniden hastalandı. Babam telaş içinde eve gelip annemi doktora götürdü. Annem birkaç gün hastanede kaldıktan sonra sıhhatine kavuşmuş olarak eve döndü. Fakat yaklaşık bir ay sonra babam eve daha geç gelmeye, bizimle ilgilenmemeye, hatta zaman zaman eve ekmek getirmemeye başladı. Başlangıçta fark edemediğim bu detaylar zamanla evdeki huzurun kaçtığını da gösterdi. Babamın geç gelmeleri, anneme bağırıp çağırması, bizi azarlayıp bazen de dövmesi iyice sıklaştı.

Aylar geçtikçe küçük gecekondumuzdaki huzurun yerine korku, kavga, endişe ve umutsuzluk dolmaya başlamıştı. Anlam veremediğim bu değişimin bir sebebi olmalıydı fakat ne olabilirdi en ufak bir fikrim yoktu. Kötü bir insan mı olmaya karar vermişti babam?

Okul masraflarımız karşılanmıyor, eve bir ekmek dahi girmiyordu. Annemin sık sık mutfağa geçip ağladığını görüyordum. Geç saatlerde yorganın altından babam ve annemin kavgalarına tanık oluyor, zaman zaman annemin çığlıkları ile sıçrıyordum. Kız kardeşime sarılıp, onun korkularını bir nebze dindirmeye çalışsam da kendi korkularımı yenecek gücüm olmadığından bunu başarıp başaramadığıma emin olamıyordum.

İnsanın, hele de bir çocuğun yaşantısına sinmiş kabus sahneleri gibiydi günlerimiz. Babamın gece yarısı parmak uçlarına basarak eve girmesi, tenha bir köşeye geçip ağlaması, sonra bütün yaptıklarının nedametiyle anneme yalvarıp yakarması kızgınlığımın yerini çaresiz bir merhamete sevk ediyordu.

Sabah harçlık dahi istemeden okulun yoluna düşüp, sessizce bir en arka sıraya oturup, öğretmenin söylediğinden çok hayatın söylediğini dinlemeye koyulduğum an, kara tahtada pervasızca dolaşan huzursuzluk aklıma, duygularıma ve gözlerime sirayet ediyordu. Yalnızdım, çaresizdim, umutsuzdum. Yıkılan duvarlarımın altında renkli hayallerim cansız yatıyordu. Kopup rüzgara karışmış, nereye gideceğini bilmeyen bir yaprak gibi hayatın göğünde savruluyordum.

Bir gün okula gitmemeye, çalışıp eve para getirmeye karar verdim. Ne yapabilirdim bilmiyordum. Belki simit satardım. Belki ayakkabı boyardım. Belki hamallık yapardım cılız bedenimle. Babamın boşalttığı yeri doldurmak için, akşam eve bir ekmekle dönmek ve annemin gözünde bir kahraman olmak için bir şeyler yapmalıydım.

Bir sabah erkenden kalkıp önlüğümü giymeden yola koyuldum. Çınaraltı Kırağathanesi'nin önünden geçerken babama rastladım. Sabah müşterilerine çay dağıtıyordu. İlk defa o gün babamın ne kadar değiştiğini fark ettim. Elmacık kemikleri çıkmış, başı adeta kasete gömülmüştü. Solgun yüzünde kocaman iki leke gibi duran gözleri susuz bir kuyuyu andırıyordu. Sırtında tonlarca yük, bedeninde amansız bir maraz vardı sanki. Kızmak mı onu daha çok yıpratırdı acımak mı acaba? Ya da okulu terk eden oğlunun iş bulmak için ilçenin sokaklarına düşmüş olması mı?

Beni görünce önce duraksadı, sonra bana doğru yöneldi.
'Okula gitmedin mi?' diye sordu.
Sustum.
Tekrar sordu.
'Okula neden gitmedin? Sabahın köründe nereye böyle?'

'İş bulacağım.' dedim, yüzüne bakmadan. Asık suratım isyanın bir işaretiydi ama bunu becerebildiğimden emin değildim. Zira öyle zayıf ve aciz duruyordu ki ona acımaktan başka bir şey hissedemiyordum.

Kulağımdan tuttu, tenha bir yere çekip çömeldi. Gözleri bir gerçeği itiraf ediyor, dili ise bu itirafı yok etmeye çalışıyordu.
'Eve dönüp doğruca okula gideceksin! İş senin neyine zıpır.' dedi.

Söylediklerini yaptım ama babam istediği için değil, onun gerçekten benim okula gitmemenden acı duyacağını düşündüğüm içindi.

Birkaç gün sonra geç saatlerde kapı açıldı. Babam olduğu sessizce içeri girişinden belliydi. Önce fısıltı halinde duyduğum sesler annemin bağırmalarıyla yükseldi. Sabaha kadar süren tartışmanın ardından annem kardeşimle uyuduğum odaya girip kapı arkasına kıvrıldı. Babam ortalıkta görünmüyordu. Gözüme henüz uyku girmemiş, olup bitenlere istemsizce tanık olmuştum. Sabah ezanı okunurken annem uyandı ve abdestini alıp namaza durdu. Namazın ardından hem dua ediyor hem hıçkırıklarla ağlıyordu. İçimdeki enkazın altında ezilen çocukluğum, mavi hayallerimi gökyüzüme uçurmuş, yılların yükünü omuzlamış bir ihtiyara dönüşmüştü.

Henüz anlamlandıramadığım bir refleksle yatağımdan kalkıp annemin yanına diz çöktüm. Tıpkı onun yaptığı gibi ellerimi açıp Allah'tan huzur dilemeye başladım. Meselenin ne olduğunu, evimize çöken huzursuzluğun sebebini bilmememe rağmen yolunda gitmeyen, istikametimizden döndüren bir şeylerin varlığını hissediyor, hatta yaşıyordum.

Güneş ufukta yükselmeye başladığı an, gecekondu mahallesini saran aydınlığın bütün fakir insanlara huzuru müjdelediğini düşünüyordum. Belki de az önce annemle ettiğimiz duanın bir sonucu gibi, Allah'ın bize bir lütfu gibi parlaktı gökyüzü. Bütün bu güzel beklentilerime rağmen, biraz sonra kapı çaldı ve içeri iyi giyimli 3 kişi girdi. Annem adamların kim olduğunu biliyormuş gibi tepkisizdi. Bense merak içinde kafamdaki soruya cevap bekliyor ancak anneme sormaya cesaret edemiyordum. Salondan adamların sesi geliyor ancak ne konuştuklarını, neden bahsettiklerini anlamıyordum. Kapıya yöneldim ancak annem dışarı çıkmama izin vermedi.

Yaklaşık bir saat sonra sesler kesildi ve babam odaya girdi. Başı önde, gözleri buğulu ümit ve feraseti kırık çaresizce diz çöktü annemin önünde. Sonra hiçbir şey söylemeden çıkıp gitti. Salona çıktığımda gördüğüm manzara küçük aklımın muhakeme sınırlarının ötesindeydi. Televizyonumuz, kanepelerimiz, halılarımız hatta perdelerimiz bile yoktu. Birbirinden ayrılmış parkelerin arasında ahşap tozları uçuyor, eşyaların gizlediği örümcek ağları rüzgarında etkisiyle sallanıp duruyordu.
'Haczettiler' dedi annem.

Neydi ‘haciz'? Eşyalarımızın götürülmesiyle bu kelimenin nasıl bir bağı vardı? Bilmiyor hatta bilmek dahi istemiyordum.

Bütün olanların ardından babam artık çok daha geç eve gelmeye başladı. Bazen sabah ezanı okunurken içeri giriyor, birkaç saat uyuduktan sonra kimseyle konuşmadan çekip gidiyordu. Onu özlediğim zamanlar Çamaltı Kırağathanesi'nin karşısındaki metruk yapıya girip, müşterilere çay dağıtmasını izliyordum. Mütemadiyen başı önde, bitkin, zavallı bir hali vardı.

Kısa süre sonra yaşadığımız sıkıntılara bir yenisi daha eklendi. Geç gelmelerine hatta hiç gelmemelerine alıştığımız babam bir akşam erkenden eve gelip sabah taşınacağımızı söyledi. Annem yine tepkisizdi ve babamın söylediği her şeye karşı tek silah olarak suskunluğu kullanıyor gibiydi.

Sabah erkenden evimizin önüne bir kamyon yaklaştı ve zaten birkaç parça olan eşyamızı yükleyip birkaç sokak aşağıdaki bir gecekonduya taşındık. Evimizi, eşyalarımızı kaybetmemize rağmen annemde sanki o gün başka bir hal vardı. Daha sevinçli, daha mutlu gibi tebessüm ediyor, babamla az da olsa konuşuyordu. Bense bu anlamsız sürecin ardından çocukluğundan bile soğumuş biri olarak yeni evimizin avlusundaki ceviz ağacının altında oturuyor ve hayaller kuruyordum.

Bir gün babam henüz gün batmadan eve geldi. Elinde küçük bir Pazar poşeti vardı. Yüzü daha aydınlık, gözleri daha parlaktı. Zayıf bedenindeki maraz yavaş yavaş yerini sıhhate bırakıyormuş gibi bir hal vardı. Sonraki günlerde de bu hali devam etti. Her gün bir parça eşya ile eve erkenden gelmeye başladı. Annem daha mutlu, küçük gecekondumuz daha huzurluydu. Umutlarım kurumuş dalların arasından fışkıran nihaller gibi günden güne yeşeriyor ve büyüyordu.

Bir akşam babam kardeşimle benim elimden tuttu ve ilçeyi gezmeye başladık. Çamaltı Kırağatanesi'nin önünden geçerken babam öfkeli bir şekilde kıraathaneye baktı. Bense yaşadıklarımızın müsebbibi olduğuna inandığım kırağathanenin önüne gelince büyük bir korkuya kapıldım. Sanki babam elimizi bırakıp gözden kaybolacak gibi geldi.

İçerden kah isyan, kah serzeniş, kah sevinç ve kahkaha sesleri yükseliyor, bacasından yükselen soba dumanı bile yaşananlara isyan eder gibi öfkeyle gökyüzüne karışıyordu. Yahut ben bütün varlığın bu yerden nefret ettiğine inanmak istiyordum.
İstikametsizce yürüdük. Belediye binasının önünden eski pazara, oradan da merkez camiine yürüdük.
'Bugün kandil.' dedi.

Hep birlikte camiye girdik ve namazın ardından kandil simidi alıp evin yolunu tuttuk. Annem yemeği hazırlamış bizi bekliyordu. Annemin yüzündeki tebessüm, babamın nedametin güzelleştirdiği umudu, kardeşimin gözlerindeki ışık ve benim hayallerim... Huzur bazen bir lokma ekmek, bazen bir küçük tebessüm, bazen sıcak bir dokunuştu. Bir daha babam eve hiç geç kalmadı. Annem bir daha babama hiç bağırmadı. Ben bir daha asla umutsuz olmadım.

Gelelim Sami Dayı'nın bataklığa saplanan ineği ile yaşadıklarımız arasındaki alakaya. Annem hastalandığı gün babam doktora götürebilmek için Tefeci Osman'dan borç almış. Söz verdiği tarihte borcunu ödeyemediği için Tefeci Osman sıkıştırmaya başlamış. Babam bir akşam yevmiyesini alınca Çamaltı Kırağathanesi'nin üst katındaki kumarhaneye çıkmış. Belki kazanırım umuduyla masaya oturmuş ancak o gün bütün yevmiyesini arada bırakmış. Ertesi gün kaybettiği yevmiyeyi kazanmak ve Tefeci Osman'a borcunu ödeyebilmek için yeniden oturmuş. Bu kısır döngü aylarca devam etmiş. Arkadaşlarına, ilçedeki faizci esnaflara borçlanmış. Ödenmeyen borçlar yüzünden eşyalarımız haczedilmiş. O da yetersiz kalınca babam gecekondumuzu satmış.

Bir sabah eve dönerken imam babamı tanıdığı için zorla camiye götürmüş ve o gün vaazında şu ayeti okumuş:"Ey İnananlar, içki, kumar, tapınılmak için dikilmiş taşlar (putlar), fal okları, ancak şeytanın işinden birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz."

Babam o gün gecekonduyu satmaya ve bir daha kumar oynamamaya yemin etmiş.

Kumar bataklığına saplanan, çaresizlik tuzağına düşen babam çırpınırken kendisine tutması için bir ip atılmıştı. Babam bu ipin hikmetine inanıp ona sarıldı ve belki de tıpkı Sami Dayı'nın ineği gibi gömülüp gitmekten kurtuldu.




( Bataklık başlıklı yazı poet19 tarafından 19.03.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.