Henüz
doğmakta
ki güneşin farkına varmamışken, güneşten bir parçanın ateşiyle karşı karşıya kalmak.. Manâ nedir bilmeyen, ufak
sarsıntılar da bile tir tir titreyen, güneşe
yabancı, sabi
ruhum için
anlamsız ve
bilinmezlik heyecanından
kaynaklanan hareketler bütünü belki de soyutlandığım şu ânda hissettiğim kalp ağrılarım. Yahut asıl doğacak güneşin sessizliği içindeki sabırsız ve telaşlı bekleyişim. Önceleri süslü cümlelerle şiirde, beraber çekinmiş birkaç özensiz fotoğrafta ve geçmişi hatırlamakta zayıf olan beynime işlediğim sayılı anıda bulduğum medeti şimdilerde geçmişin en hisli yüreklerinin neşrettiği aşk romanlarında, sigaranın
boyumu aşan
dumanında ve
gözyaşımı akıtacağım dost omuzunda arar oldum. İlk ikisi kolay gerçi, mesele diğerinde. İstemsiz koyulduğum bu yolda bir başka tanıdıkla karşılaşmam şu üç yıldır aramama bakılırsa son derece zorlukta.
Hisleri
alınmış
herkes sanki ne baş
koyacak omuz, ne sevdaya karşılık bir gülümseme bulabilmiş değilim. Gün oluyor zamana suç bulmakla yetiniyor, gün oluyor kendimi olması gerekenden fazla duygusalmış gibi hissediyorum. Nadir
olsa da mantığıma
danıştığımda şu sonuçlar çıkıyor ki,
sanıyorum geleceğime
en doğru
yaklaşımda
bir belirleme.
“Zaman
geçiyor ve insanlar akıntıya çoğu
zaman kendilerini bırakmakta
çözüm buluyorlar. Bu nereye, nasıl biçimde gidileceğini göz ardı etmek, yolda karşılaşacak olası problemde hazırlıksız olmak
gibi bir şey.
Başka
bir deyişle,
kontrolleri elinden öylesine
bırakıvermek, zamanın getirdiği her şeye evet demek gibi. Akıntı tam da içinde bulunduğum çağı hissiyatsız ve laçka duygular eşiğine götürmüş durumda. Birkaç kişi yalnızca akıntı yerine kimi zaman koşarak, kimi zaman yürüyerek ve hatta bazı zamanlar aksi yönde yol kat ederek duygu
denen insanlık
alametine sahip çıkabilmiş durumda. Şu an kulağıma gelen şarkının sahibi de işte böyle birisi. Eksik Şiir’i ve her bir ‘eksik şiirinin’ besteleriyle; devirden çok
uzak bir kalp ritminin tabiri caizse “minik serçesi”.. Bir başkası da Fatıma’sı için koskoca bir eser vermiş, kalbinin ziyadesiyle büyük olmasından bence, sonra O’nu unutup daha kaç aşkı tüketmiş, ancak son nefesine yaklaşmışken yaş farkının yarı ömrünü bulduğu Lüsyen’de tıkanmış. Böylelikle O da bir devirde “Şair-i Azam” diye anılmaya hak kazanmış. Bu aynı yolda olduğumuzu düşündüğüm iki kişinin kaderini kendimde görüyor, kanıtlarımı mantığımla uyuşturmaya çalışıyorum. Diğer yandan akıntıya kapılan
bence acizlere dair ne kadar az düşlerimi
karartırsam o
kadar kârda
olduğumu
biliyorum.”
Mantığımı dinlediğimde ekseriyetle içinden çıkamadığım durumlarda olmak yolumun doğruluğunu ya da mübahlığını kanıtlamasının yanında devrin insanlarının
hayatlarında tadamayacakları acıyla birlikte yaşama lezzetini de fark etmemi
sağlıyor. Şans ki aradığım omuz da, delisi olduğum gülümseme de akıntıda, hissizce nefes alıyor. İstediğim ne Minik Serçe olmak ne de Şairi Azam olmak, istediğim kaçırdığım güneşin doğuşunu izlemek ve akıntıya kapılmamak. Dost yahut aşk meselelerinde de şarkılar dostum, Makberdeki her
bir kelime de O’nun
kalıntıları değil mi zaten?
Şöyle
bir okuyorum da yazdıklarımı, O’na olan sinirimden veya
bilmiyorum hasretimden, tıpkı O’nun gibi bencilce davranıyor,
kendimi ilk adımda yenilmiş
olmama rağmen
haksız
mertebelerde görüyorum.
Oysa
ben ki, cesaretsizliğin
çözümünü Ankara’nın sisli havasında kaybetmiş, hevesimi ancak kâğıtlara dökebilmiş, nefes almayı dahi şarkısız yapamaz hale gelmiş, daha en başta yorgunluktan bitap düşmüş, uykulardan hayatım pahasına vazgeçmiş, kor olmadan küllenmiş, acziyetini kabullenmişim. Aslında akıntıdan korkarken rüzgâra kapılmış küllerden başka hiçbir şeyim.
Muhammet
Cahit Bekci
25.08.2013
Yazarın
Önceki Yazısı