İNLERE IŞIKSIZ İNİLİR Mİ?

Bir dostum sordu:

Üç aydır neden yazmadın ve sustun?

Ben de ona cevaben dedim ki; sözün anlam ifade etmediği, yazının müsvedde olarak tanımlandığı, liderlerin put gibi kutsandığı, toplulukların sürü gibi algılandığı, kısacası at izinin it izine karıştığı bir dönemde; konuşmanın adı saçmalamak, yazmanın adı ise kışkırtmak olur. Bu tür dönemlerde ne yaparsan yap “sözde” sıfatından kurtuluşun olamaz. Sözde yazar, sözde adam, sözde müslüman, sözde solcu vs. tabiî ki bu dönemde herkes aynı zamanda “özde”dir. Kısacası önyargının hakim olduğu bir yerde yargıda bulunmak safdillikten başka bir şey değildir. Savaş devam ederken barıştan bahsetmek abesle iştigaldir. Savaş esnasında, barış adına mızrak uçlarına Kuran nüshalarını dahi takmak, savaş kurallarını ihlaldir. Bu tür eylemler, barıştan öte, savaşı derinleştirir. Tarihin şehadeti bunun delaletidir.

Savaş sonrasındaki zafer, galib tarafı, mütekkebirlikten öte mütevazılığa sevk etmelidir. Savaş bittikten sonra, savaştan bahsetmek, galibiyeti mağlubiyete hamile kılmaktır. Tarih, her muzaffer komutanın söylemlerini not etmemiştir; ancak tarihin seyrini değiştirecek söylem ve eylemlerini not etmiştir. Kudüs fatihi Sultan Salahaddin’in fetihten sonraki tavrı ile Mekke fatihi Hz. Peygamberin olağanüstü davranışı, tarihin dikkatinden kaçmamıştır. O gün Mekkeliler, günümüz deyimiyle, ölümlerden ölüm seçiniz sorusunu beklerken, o mümtaz zat  “Ben bugün size, kardeşim Yusuf’un, -Bugün sizin için kınama yoktur; umulur ki Allah da hatalarınızı affeder; çünkü O, merhamet­lilerin en merhametlisidir- dediği gibi derim. Haydi gidin; hepi­niz hürsünüz!” demişti. Peki, bugün Başbakan Erdoğan, aynı tavrı sergileyebilecek bir özeliğe veya kudrette sahip midir, bilemiyorum. Görünen o ki Başbakan bundan hayli uzaktır. Acaba bunu Başbakandan ummak, tarihi mi, tarihleri mi yoksa kişileri mi karıştırmaktır. Onu da bilemiyorum. Ancak, bunun bireysel bir hak olduğundan kuşkum yoktur. Affetmek, yargılamamak değildir; yargıyı seyrine bırakmaktır.

Naçizanenin, Başbakana tavsiyesi odur ki, hasımlarının inlerine girilmemesidir. Çünkü, ine girmek kat’i olsa da, inden çıkıp çıkmama, olasıdır. Eğer girse de ışıksız girmemelidir. O ışık da yargı olmalıdır. Sonunda onlarla yapacağı anlaşma metnine “İnlerimizden çıkacaksınız veya inlerimizi terk edeceksiniz.” maddesini de mutlaka eklemelidir.

İslam inancına göre tuvalete konuşmak sakıncalı görülmüştür. Temel esprisi odur ki, WC pek kötü bir yer olduğundan Rakib ile Atid denilen sağ ve sol melekeleri, insanla tuvalete girmezler. İnsan tuvalette bulunduğu müddetçe, tuvaletten uzak beklerler, kayıt almayı durdururlar. WC’de yapılan herhangi yanlış bir konuşmada, meleklerin WC’ye girip kayıt almaları gerektiğinden konuşmamak elzem görülmüştür. Gel gör ki bizim bu “mübarek”ler, tuvaletlerde bile kayıtları durdurmamışlardır. Yani melekler dahi tuvalette  “pause” tuşuna basarken “muhterem”ler hep “devam” tuşunu basılı tutmuşlardır. Yani en alçak yerde de en zirve yerde de kayda devam etmişlerdir. Onun içindir ki bu “mübarek”lerin inlerine girmek tehlike arz etmektedir.

Tarafgirlik, Taraftarı Kör Eder

Bazı dostlarım bana soruyorlar. Yazılarında ve konuşmalarında neden kesin tarafını belirtmiyorsun, daha çok tarafsız davranmaya çalışıyorsun. Yoksa korkuyor musun?

Ben de diyorum ki, tarafsızlık en büyük taraf değil midir? Bilimi bilim yapan tarafsızlığı değil midir? Bugün, herkes bilimin bir ürünü olan teknolojiye tekmil çekmiyor mu? Bugün başkanlardan çobanlara kadar, herkes teknolojiye, acziyetini ve teslimiyetini izhar etmiyor mu? Demek ki tarafsızlığını koruyabilen en güçlü olandır. Dahası biz, suya sabuna dokunmayan, ortalıkta gezinen, nabza göre şerbet veren kişilerden münezzehiz. Tam tersine biz, bildiğini okuyan, anladığını yazanlardanız. En azından böyle olduğumuza inanıyoruz. Bizim de tarafımız vardır. Ölçütümüz; akıl, hukuk, izan ve vicdandır. İşte bunlarla bizler, tarafımız olan tarafsızlığımızı koruyabiliyor, tarafgir olmaktan kurtuluyoruz. Meylettiğimiz taraf varsa da onu kontrol altına alabiliyoruz.

Tarafgirlik, taraftarı kör eder; kör etmezse de şaşı kılar. Tarafgirlik yapanın tarafı, bir yanlış yaparsa, yanlışı doğru olarak algılar, onu hayra yorumlar. Etrafını ahtapot gibi sarmış normlar ve kurallar içinde özünü kaybeder, çalar saat durumuna düşer. Birileri ayarlar zamanı gelince ötmeye başlar.

Düşünüyorum, eğer ben de taraf olsaydım, Öcalan’ın sorgu kasetlerindeki tuhaf söylemlerine, Erdoğan’ın gayrıdemokratik eylemlerine, Gülen’in çirkef işlemlerine, ne diyecektim? Belki de ben de en fazla, montaj, şantaj, dublaj, iftira veya ihanet derdim.

Beni yakinen tanıyan ve inceleyen velut ve edib bir dostum, şiddetli bir şekilde, benim artık makalevi yazılardan öte deneme türü yazıları yazmamı arzu etmektedir.  Doğrusu ben de artık insanları ikna etmeye çalışmaktan yoruldum. Öze dönüş zamanın geldiğine insanlardan öte kendimle uğraşmanın gerekliliğine bir nevi inanmaya başladım. Yüce Rab dahi, şeytanı ikna etmek istemiş; ancak şeytan kendince ikna olmamış, nara duçar olmuştur. Demek ki ikna etmeye çalışmak, kazandırmaz, bilakis kaybettirir. İkna edilmesi gereken varsa da önce insanın kendisi olmalıdır.

Ötekilerin Oyları “Öteki”lere Gitti

Yazı yazıp seçim sonuçlarını dile getirmemek, değerlendirmemek susamış birisinin su pınarının yanından, su içmeden geçmesi demektir. Bu da pek düşünülemez.

Doğrusu seçim sonuçlarına baktığımızda, bu seçim, AKP’yi kurtardı, BDP’yi uyardı, CHP’yi tokatladı, MHP’yi ürküttü, diğer bütün partileri ise kovdu.

Başbakan tek başına süreci yönetmeyi başardı. Hem mağrur hem de mağdur bir politika yürüttü. Verdiği savaşı, muhafazakârlara, bunun bir iman- küfür mücadelesi, milliyetçilere bunun bir milli mücadele, tüm vatandaşlara ise bunun bir varlık-yokluk mücadelesi olduğunu kabul ettirdi. Böylece Batıyı süpürdü, Doğuda ise kazandığı encümen sayısıyla BDP’nin resmen koalisyon ortağı oldu. BDP ise her şeye rağmen büyük bir başarı elde etti. Muş hariç, Kürtlüğünü koruyan hemen hemen tüm illeri aldı. böylece fiili Kürdistan’ın haritasını çizebildi. Kürtler her şeye rağmen; bu alevidir, bu kadındır, bu sosyalisttir, bu buralı değildir, bu hizmet eder bu etmez demediler, açık ve net bir şekilde illa Kürt ve Kürdistan dediler. Ancak şunun da altını kalın çizgilerle çizdiler. Başka bir sefere kadar bunları göz önünde bulundurmazsanız, projeler üretmezseniz, hizmet etmezseniz, halkı, yamalı yollara dahi hasret bırakırsanız, biz de Kürdistan’dan vazgeçer, bir Türkiye partisi olan AKP’ye oy veririz. O zaman sizler de MHP’yle birlikte meclis dışında doyasıya tartışma fırsatını bulmuş olursunuz.

Kanımca, bizimkilerin yoldaş politikası, iflas etmiştir. Parti, hem yoldaşlar hem de kendisini “öteki” olarak algılayanların isteği üzerine HDP (Halkların Demokratik Partisi)’yi kurdu. Seçimde, 21 bloktan oluşan partinin esamesi bile görülmedi. Kürtler dahi, nedense oy vermedi. Üç buçuk milyonluk Kürt kentinde dahi, oy oranını düşürdü. 2009’da oy oranı 4.8 iken bu sefer 4.6’ya indi.

Oysa HDP, kendisini parti tüzüğünde şu şekilde tanımlamıştır: “Parti; tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin, dışlanan ve yok sayılan bütün halkların ve inanç topluluklarının, kadınların, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, gençlerin, işsizlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) bireylerinin, göçmenlerin, yaşam alanları tahrip edilenlerin; aydın, yazar, sanatçı ve bilim insanları ile bütün bu kesimlerle birlikte mücadele yürüten güçlerin her türden baskı, sömürü ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak ve insan onuruna yaraşır bir yaşam kurmak üzere bir araya geldiği, demokratik halk iktidarını hedefleyen bir siyasi partidir.” Hoca Nasrettin’in kendi karısına dediği gibi “Yahnilik et nerede? Şayet et bu ise bizim Tekir nerede?” O halde biz de soruyoruz. Ötekileştirilen varsa, oy nerede; oy yoksa, ötekiler nerede? Anlaşılan, Türkiye’de ya ötekileştirilen yoktur ya da “öteki”lerin oyları ÖTEKİLERE gitti.

HÜLASAYI KELAM VESSELAM.

 

 

 

                                                                                                      05.04.2014

                                                                                                           Ziyaeddîn EMBARÎ

                                                                                                           ([email protected])

 

 

( İnlere Işıksız İnilir Mi başlıklı yazı EMBARÎ tarafından 5.04.2014 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.