Kalp, Rasulullah’tan ne kadar inikas alırsa, o derece kemale erer. Cenab-ı Hak ayet-i kerimede Rasûlünü terkim ederek şöyle buyurur:

“Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygambere çokça salat eder. Ey müminler! Siz de O’na salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” (el-Ahzab, 56)

Şu ilahi mesaja bir bakın; Allah ve Melekleri Can Muhammed –aleyhisselatü vesselam-‘e bol bol salatı selam getiriyor, siz de getiriniz buyuruyor Rabbimiz. Biz salavatı şerifleri sayısız getirmeliyiz ve şükür secdelerine kapanmalıyız ki, böyle bir peygamberin ümmeti olma şerefi herkese nasip olmaz… Adını adıyla beraber yazan Mevla’mıza da sonsuz hamdü senalar etmeliyiz ki, bizi İslam’la şereflendirip Muhammed Mustafa –aleyhisselatü vesselam-‘e ümmet olmayı nasip etmiş…

Zaman o gül gibi gül görmemiş zaman olalı
Gülün güzelliği dillerde dastan olalı...

Gül ki, Hz. Muhammed –aleyhisselatü vesselam-‘in sembolüdür. Yani O fahri kainat, ahlakıyla güller gülüdür. Zahirî ve bâtınî her haliyle güllerin şahıdır.

Böyle bir peygambere ümmet olmak ne büyük bir bahtiyarlık ve ne büyük bir şereftir! İnsanoğlu gelişinde gidişinde, maddesinde manasında, edebinde erkanında O'na uymadıkça hüsrandadır, felakettedir. Beşeriyetin ebedi huzur ve saadete kavuşması ancak O büyük insanı her zaman ve mekanda, her işte ve herhalde örnek almakla mümkündür. O, bizim sebebi hidayetimizdir, halaskârımızdır. İslâm'ın hakikatini, hayatın ve mematın zevkini bize o öğretmiştir. Kalbimizin tek ziyneti O'nu hatırlama, dilimizin biricik virdi O'nu anmak olmalıdır. O’nsuz nasıl yaşarız? Allah cümlemizi şefaatine mazhar buyursun.

Bezmi Alem Valide Sultan, O mükemmel insana olan muhabbetini yüzük taşına şu cümleleri işleterek ifade ediyordu:

“Muhabbetten Muhammed olu hasıl,
Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl?
Zuhurundan Bezm-i Alem oldu vasıl”

Bir diğer Rasülullah aşığı ve adı asırlardır unutulmayan Fuzulî... Su Kasidesi’nde O’na olan muhabbetini şu mısralarında ne güzel dile getiriyor:

“Saçma ey göz eşkinden gönlümdeki odlara su
Kim bu denli tutuşan odlara kılmaz çare su…

(Ey göz, (Allah’ın Rasülünün muhabbetiyle) gönlünde tutuşup alevlenmiş ateşlere göz yaşından su dökme! Çünkü bu son derece aşk hararetiyle tutuşmuş olan ateşlere su dökmek çare değildir. Bu aşk ateşi sönmez.) Fuzulî, ünlü Su Kasidesi’nin berceste mısrasında, Sevgili’nin dudağına tüm varlığıyla sakilik etme arzusunu ifade eder. Kasidede Allah Rasülü –aleyhisselatü vesselam-’ne olan muhabbetin doruğuna ulaşarak diyor ki:
“Dest-bûsi arzusuyla ölürsem ger dostlar Kuze eylen toprağım sunun anınla yare su”
“Sevgili’nin elini öpmeden ölürsem eğer, toprağımdan testi eyleyin, Sevgili’ye onunla su sunun.”
Çeşmelerin şehrin merkezine hükmettiği çağlarda, hayatın bir şadırvandan şırıl şırıl dökülür gibi ete-kemiğe değdiği zamanlarda, suyu dağıtan da, suyu içen de bir eşsiz lûtfa muhatap olduklarını, bitimsiz bir ihsan denizinin orta yerinde bulunduklarını gayet iyi bilirlerdi. Su bir materyal değildi, bir iletişim iksiriydi; su satılık değildi, “ölülerin ruhlarına değesice” mücessem ve akışkan bir şefkatti. Onun içindir ki, suyu ya da içeceği sunmak, çok özel, çok özenli bir tabirle ifade edilirdi. O zamanlar su sunan sâkîler, ihtimal ki şairler kadar muteberdi, çünkü tıpkı bir şair gibi, göklü olan ve illâ ki kasden, lütfen “indirilen” suyu, topraktan testilerinde cisimleştiriyor, elle tutulur, gözle görülür, tadılabilir kılıyorlardı. Değil mi ki, şair de, göklü olan manayı yerli olan kelamın içinde tutmaya, manaya biçim vermeye çalışıyor, sâkî de göklü olan ve biri yanıcı (hidrojen) biri yakıcı (oksijen) iki ateş arasından gönderilen suyu da avucundan insan dudağına doğru yudum yudum kafiyeleştiriyor, elinde sunduğunun “elinde olmadan” geldiğini biliyor, hissediyor. Ve tıpkı şiir gibi su da dudağa değdiğinde bir var oluşu ateşliyor, içe doğru ilerleyen hayat ateşini harlıyor, tâ ruhlara değen yumuşacık bir lûtfu besliyor. Hal böyle olunca, Fuzulî’nin bir şairken nihayet şiiriyle ulaşamadığı sevgiliye bir sâki’nin elinde testi olarak varmayı umması hiç de şaşılası değildir. Şair suyu şiirleştirip okuyanın dudağına ve dimağına değdirirken, şiiri ve anlamı da su gibi billurlaştırarak sâkînin eline vermiştir Su Kasidesi’nde...
Fuzulî gibi bizim de Sevgili’nin elini öpmek arzusuyla öleceğimiz kesin… Zira şu fani dünya hayatında gölgelerden ötesi yok… Öyleyse, bir toprak testi olan bedenimizde şimdilik ağırladığımız kalbimize su misali doldurabildiğimiz kadar esmâ tecellisi dolduralım. Böylece hali hazırda bir kabir olan gövdemizden dost dudaklara hakikat busesi gönderebiliriz. Şimdi, burada…
Hazreti Muhammed –aleyhisselatü vesselam-, beşer olarak ve suret bakımından elbette bir “kul”dur, lakin siret itibariyle “Şah-ı Rusül” dür. Bu incelik ve esrar alemini seyreden Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri ne güzel söyler:
“Ayinedir bu alem her şey Hak ile kaim, Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim!..”
Allah Rasûlü’nün –aleyhisselatü vesselam- muhabbetiyle dolup taşanlardan biri de Güllerin Efendisi’ne duygularını şöyle ifade ediyor:

Muhabbet deryasında, coştum duruldum bugün,
Bitmeyen bekleyişle, estim yoruldum bugün.
Sana açılan gönül, haddini bilmeyerek,
Cazibene kapıldım, yandım kavruldum bugün.

Şiirlere konu olan Güllerin Efendisi, nesirlere de konu oluyor. Mevlana Halidi Bağdadi (k.s), Hz. Peygamber –aleyhisselatü vesselam-‘in aşk ve muhabbetinden yanan bir gönülle şunları söyler:

“Ey asilerin sığınağı! Sayısız hatalarımla beni himayene alman için kapına geldim. Ah… o mübarek ayağının bastığı eşiği her zaman doya doya öpebilsem!”

“Bu gönül sevdam sadece beni mi bu hale koydu? Arifler bilirler ki, mübarek ayağını öpmek aşk ve iştiyakı felekleri bile mecnun etmiştir! Şimdi onlar, kendilerinden geçmiş bir vaziyette hiç durmadan senin aşkınla dönüp duruyorlar.”

“Ey letafet güneşi! Senin güzelliğin, teşbih sanatını dahi yok eder. Zira vasıfların yazıya da şiire de sığmıyor.”

“Akıl seni medh-u senada sıkıntıya düştü. Çünkü onun istidadı, seni layıkıyla idrake kafi değildir…”

“Ey Allah’ın sevgilisi! Alemleri bir zerreye sığdırmak mümkün olur, fakat seni lisana sığdırmak mümkün olmuyor.”
“Ya Rasûlullah! Sonsuz merhametine sığınıp kapına geldim! Bana merhamet deryasından bir katre lutfet !”

“Günahım sayılmayacak kadar çok, yüzüm katran gibi karadır. Ey canımdan aziz canan! Su ile temizlenmesi mümkün olmayan bu kirleri senin şeref verdiğin toprağa yüz sürerek temizlemeğe geldim!..”

Hayatını insanların iyi ve kaliteli olması için harcamış, ömrünü insanlara hizmete adamış hafi zikrin piri olmuş ve yolunu takip edenlere mürşidi kamil olmuş Allah ve Rasûlü –aleyhisselatü vesselam- aşığı bir kimsenin bu denli yakarışını görünce bizim halimiz nice olur? Muhasebesini inceden inceye yapmamız, bu konuda çok tefekkür etmemiz lazım. Muhabbetin doruğuna erişebilmek için bu gibi Allah dostlarını kendimize rehber edinmeliyiz.

Rasül-i Ekrem –aleyhisselatü vesselam- Efendimiz vefat ettiklerinde ashabın hali, hüznünden yanıp eriyen mumlar gibiydi. O gün Allah Rasûlünün firakı ile gönüller bir anda hasret yangınlarıyla kavrulmuş, ashabı kiram, halden hale girmişti. Hz. Ömer (r.a) kendisinden geçmiş, Hz. Ebu Bekir (r.a), insanları teskin edinceye kadar binbir güçlük yaşamıştı. Zira O’nu görmemeye bir gün bile dayanamayan aşık gönüller, artık bu fani dünyada O’nu hiç göremeyecekti. İşte bu hicran ve yanışa dayanamayan Abdullah bin Zeyd (r.a), ellerini ilahi dergaha, mahzun bir gönülle açarak:

“Ya Rabbi! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben, her şeyden çok sevdiğim peygamberimden sonra artık dünyada bir şey görmeyeyim!..” diye samimi göz yaşları içinde iltica etti ve oracıkta gözleri âmâ oldu.

Acaba Abdullah bin Zeyd, Bilal-i Habeşi, İmam-ı Nevevi, Seyyid Ahmed-i Yesevi ve emsallerinin gönül iklimlerinden bizlerde ne kadar hisse var?.. Bizler de, ashabdan beri devam edegelen bu muhabbet tezahürleri çerçevesinde, Allah Rasulü’ne muhabbetteki seviyemizi ölçmeli ve O’na ne derecede ümmet olarak yaşayabildiğimizi mizan edip, ruhumuza manevi bir diriliş ve uyanış aşısı yapmalıyız.

İnsan, kendine gönül gözüyle bakınca ve kendini tefekkür edince alemin, yani yaratıkların en önde geleni olduğunu görecektir. 18. yüzyıl şairlerinden Şeyh Galip şu mısralarda bunu açık bir şekilde ifade ediyor:

“Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen,
Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen.”

(Ey insan! Kendine gönül gözü ile iyice bak ki sen alemin, yani yaratıkların özüsün ve sen kainatın göz bebeği olan âdemsin. Kainat senin emrine amade kılındı. Şu alemdeki her şey senin için var oldu… Sen kim için varsın? Yeryüzüne halife olarak gelen kişi, kendine bir bak. Ötelere gitmene gerek yok, kendi azaların üzerinde bir tefekküre dal… Dünyada yaratılmış her şey sana hizmet için var, sen ne için varsın? Senin görevin Rabbine kulluktan başka bir şey değildir. O halde O’na nasıl kulluk yapmak gerekiyorsa öylece kul ol… O’ndan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece kork…)
Selam ve dua ile...

Fatih YILMAZ















( Muhabbet-2 başlıklı yazı fatih-yilmaz tarafından 2.11.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.