Kelimelerin
doğurganlığında ürerken ardıç düşlerim düş bilip de düşüşe geçtiğim, uğradım
her hezeyanda.
Sonrasında sorumlu
kılındığım ve hesap verdiğim ertesinde o kılıbık zafiyetleri ile girmişken
kısır döngüye muaf tutulmuş zihniyetimin çok gerisindeki o kırsal bölgedeki
sahipsiz mahlûkatlar. Kırılgan ve tanıdık hatta bilindik süreçten geçerken usul
usul uzanan her ele pervasızca dokunurken ve sokmak en ücra köşeye dost
bildiğim ölü düşleri, sarı benizli adamlar kış güneşinin turunculuğunu
gündönümü bilen. Hele ki başak rengi saçlarıyla sokak aralarında seğirten
gürbüz yaz çocukları…
Diretmedim değil
diretmek yeltenmedim bile. Sonuydu cümlenin haricinde kar bildiğim hiçbir
noktalama işareti yoktu. Öyle ya, virgülüne noktasına dokunmadan sadece okudum
bir kitap gibi. Önce yergileri okudum tek tek ne de olsa ilhamımı onlardan
alıyordum yoksa çoktan yitip gitmiştim. Aslında hala varlığıma tam anlamıyla
haiz olamadım ama… Sonrası yok hiçbir ama’nın cevabı da yok zaten bu denklemin.
Tek sabit sayı yok iken kolaysa bildiğin tüm formülleri uygula kâh ezberinde kâh
cümlelerin tecellisi o dip notlar…
Satırlardan firar etmiş
ne çok düşüngeç isli ve perdeleri yüzlerindeki o ölü bakışlı adamlar ve
kadınlar…
Neyin açıklamasını kime
yapıyorum ki. Duvarın ötesinde yakaladığım hiçbir görüntü de yok üstelik.
Sadece sesler duyuyorum: Birbirine bağıran kadınlar ve adamlar… Bak gecenin
kaçı oldu artık ne yapıyorsam gecenin bir vakti. Tüm gün peşindeyim uykumun.
Gece oluyor bu sefer gündüzün peşindeyim. Peşimde bir sürü kadın ve adam bir
yandan birbirlerine sayıp sövmeyi de marifet sanıyorlar. Ya çocuklar nereye
kayboldu? Yoksa hiç mi var olmadılar? Tanrım, nereye gidiyoruz biz? Çocuklar da
terk ettiyse dünyayı bizi kim kurtaracak?
Tanrı da mı terk etti yoksa…
Yine de yakarıyorum gece gündüz sadece O duyuyor beni, adım gibi biliyorum
diyemem ama biliyorum. Adım neydi benim? İyi de bu ismi ben seçmedim ki.
İnsanlar başka başka isimlerle çağırmakta beni, sayısız ek sonda ve başta.
Kelimeler niye bu kadar anlamsız hatta fazlasıyla yetersiz de. Ya ben yetiyor muyum?
Kelaynak kuşları gibi neyin tahakkümündeysem…
Of yine gece oldu.
Aslında dün de gece olmuştu belki bu sefer cayar, dedim. Dedim demesine de…
Güneş de küstü
biliyorum. Ben zaten herkese küsüm aslında önceleri değildim böyle. Sonra
birileri birilerine bir şeyler söyledi. İçinde ben geçiyordum galiba. Yok, yok
eminim. Bendim cümlenin nesnesi. Ne çok şey duydum ama görmedim. Sonra hepten
gördüm göreceğimi. Boş bir tabut taşıyorlardı ve üzerine siyah boyayla ne
yazmışlardı, düşünüyorum da… A, evet, ölü düşler’di tabutun üzerine sonradan
kazıdıkları. Toprağı kazdılar sonra. Toprak çok inatçıydı, içine almak istemedi
ölü düşleri. Sığmadı önce sonra da sığmadı. Mezar bekçileri en sonunda pes
etti.’’Ne halin varsa gör’’deyip bıraktılar öylece. Sonra adamlar gördüm yine
kadınlara sayıp söven. Derken kadının biri pat diye düştü yolun ortasında. Kan
içindeydi üstü başı. Boya sandım önce. Lakin kadın ölünce anladım boya olmadığını.
Bu sefer o boş tabutun yanına taşıdılar ölü kadını. Toprak yine istemedi
gömütü. ‘’Doydum ben’’ diye bağırdığını duydum.
Kadını da bıraktılar
öylece. Belli ki araftı burası.
Adam. Hangi adam mı?
Kadını bıçaklayan adamdan bahsediyorum. Gevrek gevrek gülerken gördüm
adamı.’’Oh be rahatladım. Kurtuldum karı dırdırından’’ diye şarkı söylüyordu.
İki polis yanaştı adamın yanına: ‘’Zebani senden şikâyetçi. Yürü cehenneme’’
deyip alıp götürdüler adamı.
Köşe başında rast
geldiğim o kem gözlü dilber seğirtirken kaldırımda bir çalım bir çalım.
Çırpı bacaklı fabrika
kızları.
Geniş mezhepli bar
kadınları. Kadınlar da kadın hani hele el attı mı sırtımdaki küfeye üç beş kişi
dahi taşıyamazken o lenduhayı.
Adamlar peyda olmuş
okul önlerinde: Olgun ve dolgun cüzdanları hınca hınç dolu…
Ergen düşlerinde
beklerken prenslerini yaya kalmış iş dönüşü, atı çoktan kaçak membalarda
dilimlenirken.
Ne varsa yığılı nasıl
da tıkış tıkış zihnim gecenin kör vakti.
Şarkılar çoktan savsa
da sırasını kulağımda devinirken name name.
Ürkünç coğrafyalardan
kaçmış kan bulanmış gömlekleri ile sınırda nöbet tutan bu yakaya geçmek üzere…
Ey özgürlük,
Hani adalet,
Çilleri benek benek
Bazen kelebek misali
Bazense bir asır.
Doğumu milat öncesi
Aşk, emek ve ihanet.
Kırılgan dünyalarında
ne çok kadın ölüme aday her yeni gün yeni zorbalar düşmüşken peşlerine.
Kaçak göçek yaşamlar
belki de en göze batanı. Vatansız, sahipsiz aşk kadınları ve aşk çocukları.
Edilgen ve sıradan bazen akla zarar zoraki bir gülümse adına sirke satan
yüzleri…
‘’Hey, abla versene bir
onluk.’’
‘’Hadi, ortasını
bulalım. Yeter beşlik de…’’
Pazarlıklar bitimsiz,
biteviye.
Payına düşene razı gel.
Seçme şansın yok ki.
Âşık şehrin ölü
insanları kadar payidar semtlerin girizgâhındaki tabelalar.
Nüfus: 10.000 Rakım…
Ve silik harfleri ile
yobaz müritleri isimsiz köylerin.
Yaşanası iklimler rüzgârın
aralıksız nöbete durduğu.
Yine kadınlar ve yine
adamlar.
İsimsiz oğlan
çocukları.
Kızlar kuyu başında
gözleri nemli. Hoş bir eda kiminde. Analarının çoğunun sönse de gözünün feri.
Evde adam hizmet
bekler.
Sofra, çamaşır ve
gecenin bir vakti…
Seğirtirken tarlada,
bağda, bahçede yüz görümlüğü ister gelinlik kızlar cilveli cilveli gülüp
gerisin gerisin kaçarken.
‘’Uzak dur benden.
Olmaz.’’
Mizaçlar değişken olsa
da insan her yerde aynı. Saf yine saf. Âşık her dem aşık. Kızgın, öfkeli zaman
zaman.
Buruk ya da tek kişilik
sofrada saf tutarken.
Terzi Rukiye’nin evde
kalmış kızı…
Yönü belirsiz ve
gayesiz bir o kadar.
Fazlasıyla konuşkan
olmasına rağmen içe kapanık o ruh hali yorarken günbegün hele ki akları
arttıkça saç öbeklerinin ve yüreğinde saklı imge yığınları tutarsız zaman zaman
bazen sıradan bazen her sözü külliyen yalan.
Gün devinirken hala
aynı şarkı kulağımda:
‘’Dönülmez akşamın
ufkundayız vakit çok geç.’’
En büyük korku/m belki de…
Yetişememek bir sonraki güne oysa neler istifli kaptanın seyir defterinde.
Rotası kayıp bir
istikametin tek kişilik güvertesi mükellef bir masada demlenirken acı
istilasında hayaletlerin korka korka beklemek o meçhul sonu. Ne geride kalan ne
yarına gebe iken hiçbir umut.