Götürün evinize… Yapabileceğimiz bir şey
yok!
Evimize giderken yürümek, sadece saatlerce
yürümek istedim. Amacım vakit kazanmak
mıydı, yürürken kendi kendimle dertleşmek miydi orası muamma… Yoksa duvarlarını
bir zamanlar kahkahalarımızla yıkadığımız evimizde senin yokluğuna nasıl
alışacağımın tedirginliğiyle mi geri geri gitti adımlarım? Yürüdüm yürüdüm, saatlerce yürüdüm. Ne
gözümde yaş, ne ağzımda tükürük kalmayıncaya kadar. Acının ve talihin en ağır yumruğunu yediğimden beri ruhumu meltemlere değil,
fırtınalara teslim etmiştim, annem. Bir çocuk kadar
güvensiz, yalnız ve endişeli. Her şeyi
geri sarıp düzeltebilmek için canımı bile verirdim. Ah! Keşke… Keşke.
Keşke, alışkanlıkla zile bastığımda her
zamanki gibi kapıyı sen açabilseydin annem… Ama sen, içindeki fay
kırıklıklarını, ünlenmemiş sadalarınla harmanlayıp, yılgın bir şekilde
yaşamaktan dem vurmayı çoktan terk etmiştin. Ağzın nicedir mühürlüydü. Hep uzun
otururdun yine her zamanki
yatağında. Çivisi oynak, kapısı aralık bu handa; kaybolmuş ömrüne
yanmayı bırakmıştın artık. En temiz duygularının kırılgan zincirleri ise çoktan
gevşemişti yumuşacık ellerinde. Ateşle buz arasında bir dağlanıp, bir üşüyordu
narin bedenin. Dümen suyuna ram olmuş gibi kendiliğinden gerilen bedenin
gevşeyiveriyor akabinde hücrelerinde hissettiğin uykunun ılımlı sükûnetinde
kayboluyordun. Geriye köpükten bir yelpaze bırakırcasına akan suyun
saydamlığında gezdiriyor gibi bakıyordun, yosun rengi menevişli gözlerinle
bize.
‘’Sahi anne tanıyor muydun beni? Çok
sevdiğin kızın Merih’i. Hani ilk göz ağrım, ilk mürüvvetim diye bağına basıp,
toz kondurmadığın.’’
Toz deyince; şarkılarla dertleşe dertleşe
mobilyaların üzerine sinen o minik tanecikleri sildiğini hatırladım birden…
Endam aynası gibi parlardı, sihirli parmaklarınla dokunduğun her yer. Bembeyaz,
kanaviçe işlemeli divan örtülerini silkeler de silkelerdin. ‘’Kırlentleri
yerinden oynatmayın, perdenin pandülünü hızlıca çekmeyin sakın’’ derdin
bıkmadan, usanmadan. Titizdin annem, biz ise çocuktuk. Sadece bir kaç söz
dinlemeyen, küçük çocuk. Görünmez bir mürekkeple
yazılmış yazı gibiydi, yumuşak tabiyatınla yaptığın katmerli emeklerin. Tek
derdin biraz anlayış, birkaç tatlı dil idi duymak istediğin. Burukluklarını,
öfkelerini, üzerine tuz basılmış gizli yaralarını bize hissettirmezdin güya.
Ama çocuk aklımızla bakışlarında derin suların karanlık ifadesini, yüreğindeki
volkanın patlamak üzere olduğunun işaretlerini seziyorduk annem.
‘’Annem! Bak, ben geldim. Hani sen çok severdin bu
madlenleri. Yanında buz gibi sade şişe gazozda getirdim. Aç gözünü, çöz dilini,
Emine Sultan. Senin türkünü koydum
pikaba. Çalıyor dinle, bak! Hadi beraber söyleyelim bu sefer n’olur.’’
Yeşil ördek gibi, daldım göllere / Sen düşürdün beni dilden dillere
Başım alıp gidem gurbet ellere / Ne sen beni unut ne de ben seni
Seni unutmak mümkün mü hiç annem? İlk önce hediyeni alırdım, gittiğim
yerlerden. Hep çok istediğin şey olurdu nedense. ‘‘Nasıl bildin Merih’im buna ihtiyacım olduğunu?’’ derdin ya,
evdeki küçük kuşların haberini uçuruverirdi bir şekilde. Seni mesut
görmekti çocuklarının tek amacı… İnişli, yokuşlu, uğultulu vadiden gelen amansız
kasırgalardan yorulmuştu bedenin. Frenlemeye çalıştığın yabansı huzursuzluğun gün
yüzüne çıkınca öfkenin bulaşıcılığı ile hiç istemediğin bambaşka iklimlere sürükleniyorduk ailecek. Bu durumlarda yaşadıklarımız / yaşamadıklarımızın
yüreğimizde bıraktığı tortuyla kimsesizlik girdabında buluyorduk kendimizi
annem. Sen de anladın en sonunda hayatla pazarlık yapılamayacağını, törpüledin
sivri çıkışlarını. Zemheri yemiş, güz gülleri gibi kavruk ruh haline bürünüp,
türkülerin kâh dinginliğine vuruldun, kâh yanıklığına…
Yanık derdin fazla
kızarmış ete. Ala pişmeli; kanı, canı yerinde olmalıydı sana göre. Kurban Bayramının ikinci günü terasta kurulu
kuzinenin üstünde cızır cızır kızartırdık etleri. Her sene tekrarlanır, aile
olmanın tadına varılırdı. Hele o ayakta, diri diri, kapış kapış yediğimiz yumuşacık
kül bastılar yok mu? O lezzeti hiç
unutamadım Emine Sultan. Babamı kaybedince büyü bozulmuştu annem. Her sene
çoğaldı mazeretler. Aile efradından palazlananlar uzak iklimlerde çiçeklenip,
meyveye durdu. Bayram günleri kaymaklı tatil kaçamaklarına kapı araladı. Senin
anlayacağın öncelikler, tercihler değişti sultanım. Bir de senin hastalığın
eklenince bunlara, tadı kalmadı. Eskiden bizi mest eden hiçbir şeyin...
‘’Şey deyip durma
kızım, bunun bir adı yok mu? Diline virt etmişsin ne o şey şey.’’ Derdin
ortanca kızın Zühre’ye. ‘’Aman anne, tek kusurum bu olsun. Boş ver, takma
kafana tokadan başka.’’
‘’Başka teneke yok
mu Merih’im? Elimde kaldı kızım, canım köklü çiçek fideleri.’’ Hicabından boynu
bükülmüş küpeliler, kıvrım kıvrım yapraklarına tatlı rayiha hapsetmiş
karanfiller, renk renk tomurcuklanmış menekşeler olurdu elinde. Camgüzeli, kına
çiçeği, arap yasemini, çuhası, kadifesi…
Kadife gibiydi
teni değil mi annem, ilk bebeğim doğduğunda. Nasıl da acemiydim, nasılda çocuk.
Bebeğin bakımıyla ilgili sorduğum her soruya, ‘’çocuğun çocuğu olmuş’’ diye
dalga geçip gülüşürdü arkadaşlar. Ama sen el koydun, kanat gerdin. Bebeğimle
beni yeniden büyüttün Emine Sultan. ‘’Soyma kızım çocuğu birden, sen sıcaktan
bunaldın diye o da mı bunaldı bakalım.
Aheste aheste çıkaracaksın üstünü. Önce yeleğini, sonra zıbınını. Açma…’’
Açma kol böreği
yapardın ramazan gecelerinde, yüzünde rüyalarının izi henüz silinmemişken.
Kızlarını uyandırmaya kıyamazdın, uğraşır da uğraşırdın. Odun ateşiyle inatlaşa
inatlaşa, çaresizlikten nar gibi kızarmış, kokusuyla ziyafete davetiye çıkaran
iki tepsi kol böreğin hazır olurdu sahura. Kızgın kuzine üzerinde hiddetlenerek
kaynayıp duran çaydanlık her dem emrimize amadeydi, sayende annem. Anne olmak
zor anneciğim; hayvana akılsız derler bir de. Kedi, köpek nasıl taşır ağzında
eniğini.
“Enik, menik
getirmeyin bir daha eve sakın ha! Sadece sevmekle olur mu? Hizmetini
göreceksin, ağzı var, dili yok hayvancıkların’’ derdin sultanım. Hatta bir
kuytuya sığınmış; açlıktan, bakımsızlıktan titreyip duran kedi enciğini eve
getirip biberonla besleyip büyütmüştün. Nasıl sokulurdu mırıl mırıl eteğine. Bize
her zaman derdin sakın hayvan deyip geçmeyin…
‘’Geçme evladım bu
tarafa, yerler ıslak. Düşersiniz alimallah, iş çıkarmayın başımıza sabah
sabah’’ derdin torunlarına. Dinleyen kim? Onlarda, bir zamanlar senin bizim
gibi çocuktu annem. Tek dertleri yemek, içmek oynamaktı. Onlara her şey oyun
geliyordu. Yazın, bilhassa köyde…
Köydeki kiraz ağacının, yanakları henüz kızarmaya durmuş lezzet
habbelerinden en nazeninini koparmak. Koparmaya kıyamadığımız salatalıkların
körpesini seçmek. Topladığı vişnelerin ikisini sepete, beşini çekirdeğiyle
midesine indirmek. İndirdiğimiz yükleri eşeğin sırtındaki heybeye yükleyip, kellelerin afyonunu çıkartmaya
uğraşan bize çaktırmadan tarlanın etrafında koşuşturmak. Koştura koştura
kayadaki yeşil yosunları taşla ezip, ellerini kınalamak. Kınalı tavuklara kışt
demek, hindiyi ‘’kabaramazsın kel
Fatma’’ diyerek sinirlendirmek, ördek sürüsünü perem perem dağıtmak…
‘’Dağıttın Zühre’m
kendini iyice. Aklını başına devşir, tevekkül et Allah’a. Bir tek sen misin
eşini kaybeden? Evlatlarının boynunu bükük, yuvanı tarumar bırakma. Geçecek
kızım, bu günlerde. Gerçi delip te geçiyor o belli. O besbelli kızım, delip te
geçiyor…’’
Geçmedi senin
hastalığın, gelip de geçmedi annem. Sahi tanıyor musun bizi, Emine Sultan?
Kızlarını, en sevdiğin torunlarını. Bak biz geldik! Bitimsiz uykularına biraz mola
ver. Kirpiklerinde donan yaşları sil. Dokununca soluverecekmiş
gibi duran kızıl gül goncası dudaklarını arala. Dişlerinin gerisinde
biriktirdiğin ağulu nefesini azat et. Yine öfkelen, hepimize kız. Kusurlarımızı
yüzümüze çarp sultanım. Çarp ki bunca
yıllık bedava hamallığına katlandığın, katran karası tortularla yüreğine
çöreklenen zehri söküp atasın…
Atmalara kıyamadığın salatalık kabuklarıyla
tazelediğin yüzüne öyle yakışırdı ki tebessüm. Gözlerinin içi parlar, kaz ayakların
diken diken yol alır, bize de sirayet ederdi annem. Sen gülmeyi unutunca
gülmez, konuşamayınca bizde konuşmaz olduk sultanım… Dilinden düşürmediğin duanı tanıdığın, tanımadığından esirgemeyen
annem. Aç yumuk gözlerini, yap duanı şimdi. ‘’Evlatlarım de’’ mecalsiz kollarınla
sar, sarmala bizi. Bak biz geldik! Emine Sultan. Kızların, evlatlarından ayırmadığın damadın, ağlamalarına
dayanamadığın torunların. Sen seversin madleni, sade şişe gazozu. Aç ağzını
annem, dur ben yedireyim sultanım. Hatta en sevdiğin türküyü koydum pikaba bak
çalıyor. Hadi hep birlikte söyleyelim, sende söyle ne olur…
Sevdiğim cemalim güneşim mahım / Seni seven aşık çeker ezvahın
Getir el basayım Kelamullah’ın / Ne sen beni unut, ne ben de seni…
Seni
unutabilir miyiz annem. Sen unutulacak kadın mısın Emine Sultan?
Sultanım
ne oldu, niye öyle baktın bize? Tanıdın mı bizi yoksa? Bir şey mi istedin, su
mu? Dur kalkmaya yeltenme. Kuş misali çırpınıp,
dövme havayı dermansız kollarınla. Dudakların mı kıpırdadı ne? Yine
duaya mı durdun, tanıdık tanımadık… Hangimizi tanıyamadın? Şu uzun boylu, sarışın kızı mı çıkaramadın?
Ha, o kim biliyor musun? Hani doğduğunda
teni kadife yumuşaklığında olan ilk torunun, Mete var ya onun sözlüsü Sevtap.
Uzat pamuk elini anneannesi, elini öpmeye geldi gelinin.
‘’Uzat
elini anne.’’
‘’Anne,
elini uzat.’’
‘’Sultanım, elini uzat.’’
‘’Anne!’’
‘’Annem!’’
‘’Anneciğim!’’
Kyble'nin Vârisleri'nden...