Mesleğim gereği bilirim hastane odalarının ne kadar gam, kasavet yüklü olduğunu. Yatan hasta için sıkıcıdır. Başında bekleyen içinse kendisini cam fanus içinde hissettiği geçmek bilmeyen zaman dilimidir. Hele de refakatçı gençse saatler geri geri atar adımlarını. Demirden bir el sıkar zannedersin boğazını. Gece boyu bir yumru oturur böğrüne, yüreğin ise çimdiklenir durur…
Epey zamandır hastanedeydim. Acılı ve meşakkatli bir tedavi sürecinin son iki haftasına girmiştim. Mutfak tüpünün aniden alevlenmesi sonucu, söndürmeye çalıştığımız yangından birinci derecede yanıklarla kurtulmuştum. Serviste çalışanların üstün gayretiyle hayata dönmüştüm. Ağrılarım azalmış, aynalarla dargınlığım son bulmuştu nihayet. Epeydir TV seyredemiyor, kitap okuyamıyordum. Çocuklarım, torunlarım münavebeli olarak yanımda sabahlıyordu. Sıra havai torunum Seval’deydi. Uzun telefon konuşmasının ardından başlıyordu mesajlaşmaya. Telefonu bırakıyordu elinden bu sefer de tablete yükleniyor da yükleniyordu. Sıkıldığını, sorduğum sorulara bir zaman sonra verdiği kısa cevaplardan, oflayıp puflamalarından anlamamak imkansızdı.
‘’Seval’im, bir tanem! İstersen sen şimdi eve git. Ben çok iyi hissediyorum kendimi bu gün. Yarın öğleden sonra gelirsin, istersen.’’
‘’Hakikaten iyi mi hissediyorsun kendini
tontoşum? Bu ne güzel haber! Yoksa benim yarenliğimden mi sıkıldın?"
‘’İyiyim dedim ya a kızım! Sevinmedin mi
yoksa?’’
‘’Öyle soruya karşılık soruyla cevap verince
unuttururum sanma tontonum. Sıkıldın mı yoksa benim arkadaşlığımdan? Anneannelerin en şişkosu!’’
‘’Aman da aman! Pek alınganız bu gün. Sıkılır mıymışım ben hiç güzel Seval’imden. Gel bir öpücük ver uzaktan, gitmeden önce. Doğru eve, oyalanma orda burada. Anneni arar söylerim ben.’’
‘’Tamam şişkocuğum,
kaçtım ben hadi bye.’’
‘’Güle güle bebeğim, dur Seval! Dur kızım!’’
‘’Ne oldu anneannelerin en güzeli?’’
‘’Gelirken bana birkaç roman getirsen de,
okusan ne iyi olurdu kızım.’’
‘’Emrin olur Gülriz Sultan. Bak bu
hakikaten iyileşmeye başladığının işareti. Hım, şimdi ne tür roman olsun?
Özlemlerini ucu yanık mektuplara yazıp kara trene yükleyerek yolunu gözleyen
sevdalıları anlatan köy romanı mı ya da zengin erkek-fakir kız aşkını işleyen eski tür roman
mı istersin? Veya günümüzün sabun köpüğü gibi içi kof aşklarının romanı
mı olsun? Romantik mi olsun, komedi mi? Dram mı, fantastik mi? Gerilim mi,
kurgu bilim mi hangisi?’’
‘’Bu kadar lakırdı edeceğini bilseydim, hiç
seslenmezdim a kızım. İyiyiz dediysek, tövbe tövbe!’’
‘’Bilmez misin torununu sultanım? Doğuştan
dalgacıyım ben, rahmetli dayım gibi.’’
‘’Aman kızım! Getir de ne getirirsen getir
Allah, billah aşkına.’’
‘’Buldum, darası ağırım! Buldum ne getireceğimi. Tam da senin seveceğin türden bu kitap.’’
‘’Adı neymiş güzel kızım?’’
‘’Sürpriz, Sultanım. Sürpriz, hadi bye.’’
‘’Deli kız sende!.. Hadi sana da bye…’’
Seval’im ertesi günü, her zamanki
delişmenliğiyle fırtına gibi esti, gürledi. Yalnız başıma kaldığım hastane
odasında. Hayatı hiçbir zaman ciddiye almaz, karamsar olduğumuz anlarda bile
komik bir şeyler bulur güldürürdü bizleri.
‘’Kitap getirdin mi güzel kızım?’’
‘’Getirmez olur muyum hiç sultanların en haşmetlisi.’’
‘’Yaşa! Var ol! Neymiş konusu pek merak
ettim?’’
‘’Hacmi büyük anneanneciğim! Sen inanır
mısın böyle bir şeye bilmem ama bu kitap Amerika’da yok satıyormuş. Çok ilginç
bir konusu var. Bana bile uçuk geldi, ne yalan söyleyeyim.’’
‘’Çatlatma kızım insanı aa!.. Hasta halim
de!’’
‘’Heyecan olsun istedim anneannelerin en sabırsızı…
Şimdi sana bir sorum var. Güya genç yaşta, kaza ile biri ölürse tekamülü yarım
kaldığı için, başka bir bedenle tekrar dünyaya geliyormuş. Buna da
reenkarnasyon deniyormuş. Ruhun sürekli olarak tekrar bedenlendiğine inanan
spiritüalistlerin bu olaya verdiği admış bu. Kitabın konusu bu durumda olan
birinin hayatını anlatıyor. Sen inanır mısın böyle bir şeye, anneannelerin en
bilgesi?
Yıllar yıllar öncesine, Köy Ebe Okulundan mezun
olduğum günleri anımsadım birden. Taşrada altı yıl mecburi hizmetimi yapmak
üzere, Hatay ili Yayladağ ilçesinde görevlendirilmiştim. Ulaşım araçları
şimdiki gibi yaygın değildi. Devamlı gebelik kontrolleri veya acil doğum için
haber geldiğinde köylere at, katır sırtında giderdik. Yaz, kış demez görev
aşkıyla koşardık doğumdan doğuma. Adımı söylemekte zorlanan köylüler ‘’heybeli
ebe’’ takmışlardı adıma. Gittiğim evlerdeki yaşlı ve çocukları sevindirmeyi pek
severdim. Heybemde onlar için kına, akide şekeri, bal mumu, kaya sakızı
bulunurdu mutlaka. Şayet zor doğum gece gerçekleşirse veya kar yolları kaparsa
inemezdim ilçeye. O zaman zorunlu bir misafirliğim olurdu köy muhtarının veya
bayan öğretmenin lojmanında. Tuhaf ve mucizevi doğum hikâyeleri anlatıyorlardı,
bir türlü anlam veremediğim…
Anlatılanlardan en ilginci, güya
Yayıkdamlar Köyü’nde Meryem adlı genç bir hanım gebeliğinin son aylarında bir
rüya görmüş. Pazarda alışveriş yaparken on sekiz-on dokuz yaşlarında bir genç
Meryem’in yanına koşarak gelmiş. ‘’Bir aya kadar sizin evde yeniden dünyaya
geleceğim,’’ deyip kayıplara karışmış. Meryem bu rüyayı, erkek çocuk
doğuracağına dair bir işaret olarak algılayıp, sevinmiş. Erkek çocuk
doğurmasına doğurmuş ama çocuğun karnında ve sırtında nal izlerini andıran çöküntüler
varmış. Bir mana veremedikleri gibi üzerinde de durmamışlar. Çocuk iki yaşında
konuşmaya başlayınca hiç görmediği sıntıraş, kerpeten, çekiç gibi aletlerin
adını saymaya başlamış. Nerede bir eşek, katır, at görse yanına gitmek
istermiş. Gidince de hayvanların ayaklarına ayaklarına bakarmış. Devamlı vara
yoğa huysuzlanır ağlarmış, ailemin yanına gideceğim diye tuttururmuş. Altı-yedi
yaşlarına gelince bir gün:
‘’Benim adım İrfan değil, Cevza. Sen benim
annem değilsin. Ben Suriye’nin Müslimiye ilçesinin, Çayırbahçe mahallesinde oturuyordum.
Babamla birlikte nalbantlık yapıyorduk. Cins bir atın ayağına nal çakarken,
birden huysuzlandı. Zapt edemedik hayvanı. Altına aldı çiğnedi, tepikledi beni.
Kan revan içinde kaldığımı hatırlıyorum. Ruhum bedenimi terk ederken yükselen
feryatları duyuyor, çevremde toplananları görüyordum. Bir hafiflik geldi
üstüme. Beyaz bir ışığa doğru yükselerek içine doğru çekildim. Sonrası kuyu
gibi sığ ve sonsuz karanlık…’’ demiş. Aile büyükleri, nefesi kuvvetli hocalara okutup
muska yazdırmışlar, ecinni taifesine karışan çocuğu bu musibetten kurtarmak
için. Kimi hocalar da: ‘’Rüya görmüştür
bacak kadar çocuk nire, Suriye nire?’’ diye yorumlamışlar. Bazıları: ‘’Paran,
vaktin varsa götür bakalım çocuğu dediği yere. Aslı, astarı yoksa kesilir
sesi,’’ demiş. Kimi hoca: ‘’İslam inancına göre, dünyaya gelen her şahıs
vefatının sonunda amel defterine göre yaptığı fiillerden dolayı hesap
verecektir. Hesabın sonrasında cennet veya cehenneme gideceği inancı
bulunmaktadır. Bunun aksini söylemek Amentünün ahiret inancını inkâr olup
insanı İslam’dan uzaklaştırır. Zayıf
irade sahipleri etkilenir bu hikâyelerden. Israr ederseniz dinden çıkarsınız
alimallah,’’ demiş. Kem, küm eden aileyi kovmuş huzurundan.
İrfan devamlı Suriye’deki hayatından bahsediyormuş. Babasının adı Affan, annesinin adı Sündüs’müş. Dokuz kardeşin en küçükleriymiş. Evleri kocaman bir bahçe içinde tek katlıymış. Bahçenin etrafı taşlarla örülü, cümle kapısı türbe yeşiline boyalı tahtaymış. Nalbant dükkânları bir mahalle aşağıdaki Şah Sultan Cami’nin hemen arkasındaymış. Rüyasında ya da arkadaşlarıyla oynarken şimdiye kadar duymadıkları isimleri söylermiş. Amire, Dafi, Derbend, Ayke, Beşuş…
Aile küçük baş hayvanlardan birkaç tanesini
satıp varmışlar Suriye’nin Müslimiye ilçesine. İrfan düşmüş önlerine; önce
bedesteni geçmişler, sonra yemeniciler arastasını. Şah Sultan Camii’ni görür
görmez başlamış koşmaya İrfan. Camiyi çevreleyen duvarların bitiminde kıvrılan
yolun yarısında yakalamışlar çocuğu, nefes nefese. İki katlı, umur görmüş kâgir
bir binanın önünde durmuş çocuk. Alt katın duvarları yok denecek kadar azmış.
Duvar yerine iki kanatlı, geniş, eskilikten kararıp lime lime olmuş tahta
kapının üzerinde kocaman bir asma kilit varmış. Nalbant dükkânının kapalı olduğunu
görünce, yoldan geçen sakaya Affan
Usta’ya ne olduğunu sormuşlar. Burasının yıllardır kapalı olduğu, ustanın iyice
yaşlandığı cevabını alan İrfan, yönünü
çevirmiş Çayırbahçe Mahallesine doğru. Önce bir afallamış yollar, evler
değişmiş seneler içinde. Arkadaşlarıyla top oynadıkları çayırı hatırlamış ama
yerine pazar yeri kurulduğu için pek çıkaramamış. O mahalde gezinirken yine
koşmaya başlamış, bir aralığa girmiş. Kahvelerden birinin önünde durmuş. ‘’Ben
nalbant Affan Usta’nın ölen oğlu Cevza’yım. Yeniden dünyaya geldim. Evimizi
bilen biri varsa tarif edebilir mi?’’
Kahve sakinleri şaşırmışlar bu işe. Kim bu meczup diye hakir görmüşler.
Azarlayıp, kovmuşlar oradan. Ailesi araya girip ciddi ciddi sorunca,
tuhaflığına rağmen tarif etmişler evi. Tek katlı, taş duvar örülü, yeşil kapıyı
görür görmez ağlamaya başlamış İrfan’cık. Kapının ipine asılmış, alışkın bir
el. Dayağından kurtulan kapı gıcırdayarak açılmış, her zamanki gibi. Avluda
çamaşır kazanındaki çamaşırları tokaçla karıştıran yaşlı kadına doğru koşan İrfan:
‘’Sündüs Ana! Ben geldim! Oğlun Cevza’yım ben. Yeniden
doğdum bak!’’
Yılların hasreti ve şaşkınlığıyla
çözememişler ana oğulu uzun bir süre. Gülmeler, ağlamalara karışmış. Terler,
salya sümüğe... Ev ana baba günü gibi dolmuş, taşmış. Aile bireylerinin
adlarıyla seslenmiş İrfan. Gözleri âmâ Affan, kucağından hiç indirmemiş
Cevza’sını. Sevdiği yiyecekleri hazırlamışlar el birliğiyle. Meryem ve kocası
şaşırıp kalmışlar bu işe. Sevdiği kızı, Amire’yi sormuş gizlice Ayke Ablasına İrfan. ‘’Sen öldükten sonra
içine kapandı Amire’cik. Yıllarca evlenmedi, senin yasını tuttu. Ta ki babasını
kaybedip evlerinin erkeksiz kaldığı güne kadar. Zengin bir tüccarın ikinci
karılığını kabul etti annesini de yanına alacağı sözünü alınca. Çocuklarıyla
yaşayıp dururmuş Halep’te,’’ cevabını almış. Eski arkadaşlarını arayıp bulmuş,
şaşkınlık içinde sarmaş dolaş olmuş koca adamlarla. Eski günleri yad edip
basmışlar çocukça kahkahaları.
Bir hafta vakit geçirmiş iki aile, neşe içinde. Dönüş vakti gelince İrfan ayrılmak istememiş ailesinden, ailesi göndermeye gönülsüzmüş Cevza’larını. Giden ağlamış, uğurlayan ağlamış, apaydınlıkken birden kararan gökyüzü ağlamış bu vedaya. Sonrası İrfan büyüyüp aklı başına gelince her sene gider olmuş Suriye’ye. Son gidişinde Beşire Halasının torunu, güzeller güzeli Elfiye’yi kendisine gelin etmiş. Şimdi otuz yaşlarında olan İrfan’la karısı Hassa’da oturuyorlarmış.
Sağlık ocağındaki doktorum Ateş Bey’e
bahsetmiştim bu acayip doğum hikâyesinden. Verdiği cevap iyice zihnimi
bulandırmıştı. ‘’Reenkarnasyon
olayı; psikiyatri ilmine de, genel mantığa da, İslam inancına da terstir.
Psikiyatri bilim dalı farklı kişisellikler barındıran bedenleri bir hastalık
olarak görür ve bunlara farklı tıbbi isimler atar. Örneğin; multiple
personality disorder. Bu hastalık dünyanın değişik yerlerinde görülüyor
maalesef. ABD’ de yapılan araştırmada tekrar doğduğunu iddia edenler belli bir
bölgede toplanmışlardır. Mısır’da Nil Nehri kenarında, Suriye’de, Hama’ da,
Virjinya’nın doğusunda ve Türkiye’ de Akdeniz bölgesinde. İtibar etmeyin böyle
hikâyelere, bunların çoğu yöreseldir. Yaşayan inanır, duyan kanıksar. Kısır bir
döngüdür bu yıllardır,’’ diye açıklama getirdi, unuttum gitti bu olayı. Ta ki
böyle birini doğurtuncaya kadar...’’
Yukarıpulluyazı Köyü’nden Döne benim
kontrolümde 7.5 aylık gebeydi. Rüyasını anlattı bana bir gün. Zahter toplamaya
gitmişler, köyün üstündeki tepeliklere kadın kadına. Dağın yamacından; koyu
bakır tenli, kıvırcık saçlarını sayısız belikle bir araya toplamış, üstü
çıplak, belinde hasır etek olan bir genç kız çıka gelmiş. Uzun boynuna ve
bileklerine taktığı renk renk halkalar dikkatini çekmiş, Döne’nin. ‘’Yakında
sizin evde yeniden doğacağım’’ deyip kaybolmuş…
(…)
‘’Anneannelerin en filozofu, cevap vermedin
hâlâ, bekliyorum iki dakikadır. Sen böyle şeylere inanır mısın?’’
‘’İnanmak ne kelime Seval’im, ben böyle
birisini doğurturdum bile.’’
‘’Nasıl yani? Ben hiç duymadım senden şimdiye kadar bunu,
anneannelerin en ketumu.’’
‘’Senin aklın bir karış havada kızım, sor
bak ailede herkes bilir bunun hikâyesini.’’
‘’Sen bana bakma, anlat anneannelerin en ebesi.’’
‘’Bak şimdi! Bir gün acilen doğuma çağrıldım Yukarıpulluyazı Köyü’ne. Çocuk makattan gelmiş, kendisinin de anasının da hayatı tehlikeye girmiş. Uzun, zahmetli bir doğum oldu. Selametle kucakladık kız çocuğunu. Yıkamaya kalkınca, ne göreyim. Sırtında yol yol, derisinin derinliğine işlemiş kırbaç izleri var.’’
‘’Ya! Kırbaç izlerimi?’’
‘’Çok bitkin hissediyorum kendimi Seval’im. Devamını biraz uyuyup ayılınca anlatsam nasıl olur? Beni iki saat sonra uyandır e mi güzel kızım.’’
‘’Olur, anneannelerin en uykucusu. Unutma
sakın, sırtında derin kırbaç izleri vardı dedin en son.’’
(…)
‘’Anneannelerin en öykücüsü, hadi uyan.
Anlat doğum olayının kalanını.’’
‘’Aman Seval’im sende torunlarımın en
meraklısı çıktın a kızım! Hasta hasta!’’
‘’Ne yapayım, çok ilginç anlattıkların
anneannelerin en sakini.’’
‘’Kız çocuğuna Dudu adını vermişler.
Konuşmaya başlayınca ailesini inkâr etmiş. Bedeninin üst kısmındaki giysilerini
çıkarıyormuş. Terlik, ayakkabı giydiremiyorlarmış. Köye çerçi geldiği zamanda,
onu evde tutamazlarmış. Boncuk, plastik, tel bileziklere aşırı ilgisi varmış.
İlla alın diye tutturur, ağlarmış.’’
‘’Sonra ne olmuş, anneannelerin en
masalcısı?’’
‘’Sonrasını bilmiyorum Seval’im, mecburi
hizmetim bitti bu arada. Bende göçtüm oralardan.’’
‘’Hiç merak edip arkasını aramadın mı
anneannelerin en meraksızı?’’
‘’Aaa! Kızım! Atmış-yetmiş sene önce yaşandı
bunlar. Nerede, şimdiki gibi miydi o vakitler?’’
‘’Ben araştırıp, bulayım mı neticesini
anneannelerin en ilgisizi.’’
‘’Hadi!
Hadi, arayıp bul bakalım!
Torunlarımın en dedektifi!’’