Azat ettiğim nevi
şahsına münhasır bir imgenin tokadında, savrulduğum kim bilir hangi şiirin
kıtasında hadi olmadı bir ömür güncesine yığdığım üç beş sakıncalı cümlenin
nazarında…
Günleri gömüt bildim
geceni bir vakti ve sığdırdım koca ömrü şu garip satırların ortasına yetmedi
mimledim gülüşünü çocuk bellediğim ruhun anlık tasasında.
Hezeyanı girizgâhta
bıraktım ve tüm çekincelerimi bir bir ihlal ettim hatta yetmedi, törpülediğim
ahenksiz bir melodiyi mırıldandım sanırsın ki tek ben muzdaripim onca gölgeyi
yâd edip, işkillendiğim hüznün en derin sağanağında tekabül eden bir
hıçkırıkmışçasına muaf tuttuğum mutluluğu peşkeş çektim kısa bir rüyanın
ertesinde.
Günlerden dün müdür de
hala kıvranıyorum doğmak adına?
Yükümlü olan sadece
gönül mü de, deviniyor ölümün nezdinde?
Bilip bilmediğim bir
kayıtsızlık iken maruz kaldığım, ben de kırmalıyım dümeni hani olur da
parçalarım o buzdağını ve çıkarırım ben de şapkamdaki tavşanı…
İsi sisine karıştı
yorgunluğumun ve sus geldi dudaklarıma tek elden gelen gözlerimi alamadığım o
gök kubbe ve seyreldikçe gün ışığı bana eşlik eden gönül gözüm iken adsız ve
rotasız bir ışığın eşliğinde kaybettiğim gölgeme geçiremezken sözümü, kâfir bir
isyanda vuku bulan nefreti beşerin…
Öldürdüğüm cümlelerde
yeniden hayat buldum boş bir sayfada ve galeyana gelen yürekte, tüketilmişliği
bir maruzat bilip, istifledim ne çok devrik cümleyi.
Bir haz mı yoksa bir
naz kadar kaybettiğim aşksız yüreklere çöreklenen tek bir izleğin isyanında,
gölgeli bir aşka nazire eden aşk meleği…
Sevmekten korkan bir
ödlek iken şu sefil benlik nasıl doyar aşka, söyle hele ki makamsız bir
şarkının inleyen namesine gömdüğüm ne çok gözyaşı…
Duygular töhmet altında
ki bir enkazda saklı tuttuğum tutarsız bir gönüldaş iken elimdeki kalem. Kâh
hüznü yâd ettiğim kâh aşkı öbek öbek ayaklarına serdiğim…
Dün ölmüştüm oysa ve
yeniden doğdum şairin gözyaşında.
Cemal Süreya
haykırırken içli bir şarkıyı o bile rest çekmişken hayata, şiirde hayat bulan
bir aşkı mabet bilip, kayıp bir gölgeye rast geldim gecenin bir vakti.
Bilemedim benim olduğunu ve bilemedi benim onu terk ettiğimi oysaki eşrafımdı
gölgeye buyruklar yağdıran ve sakıncalı bir aşk iken bizimki, heybetli bir
yürek sesi gürledi gök delinirken ani bir hezeyanla.
‘’Kan görüyorum taş
görüyorum
bütün heykeller
arasında
karabasan ılık acemi
-uykusuzluğun sütlü
inciri-
kovanlara sızmıyor.
Annem çok küçükken öldü
beni öp, sonra doğur
beni.’’
(Cemal Süreya)
Bilemedim, yitip giden
bir ömrün tezahür ettiği bir yanılgıyı aşk bilip yeniden doğacağımı.
Şair atlamıştı belki de
saklı tuttuğu aşk iken tek maruzatı.
Sevmekten korkar mı
insan hele ki içinde devinen dalgalarda kaybolmuşken…
Gönülsüz bir aşk
kimininki ve yegâne aşk bellediğim günbegün çoğaldığım, anbean öldüğüm bil ki
kayıp bir kıtanın en devrik sancısıyım kâh öldüğüm kâh doğurduğum bir imgede
saklı tuttuğum ayak izim iken benden geride kalan.
Ne öfkeyim ne de sabır
taşı.
Ne aşk’ım ne de derviş.
Bir garip fani,
sırtında yokluğu, ruhunda kuru bir dal
Ve açan bir çiçeğim
sabahın kör vakti.
Yetmedi bilediğim
hüznün en sahici yansımasıyım.
Bir edimde hayat bulan,
bir solukta tükenen ve bir avazda tüketildiğim…
Sildiğim ya da
sindirdiğim belki de simgesini yitirdiğim bir gök gürültüsü kadar korkutucu bir
yalnızlığın attığı o asil tokada sığdırdığım çocukluğum kadar da ürkeğim. Bir
nebze de olsa yaşamayı beceriyorsam eğer, ne mutlu bana ki, ben de yad etmişim
demek ki sırlı bir aynada görmeye muvaffak olduğum bensiz bir düş iken her gece
rüyalarıma giren.
Ne düşkün ne de aciz
sadece bir safsata olsa da ömür bildiğim…
Kırık bir niyazın,
demli o gözyaşının ve anlamsız tufanın çökerttiği bir benlik olsa da isyanı hak
bilmediğim bir teferruatım altı üstü.
Bir hıçkırığa
karıştığım, kaynayıp cümlelerle kaynaştığım hanidir tozutan bir imgeyi sırdaş
bilip, sığındığım. Bir kahkahada boğulduğum sır küpü kelimeler iken isyan
bayrağını açan, barışa uzanan elimi tutan kim varsa ne de olsa sakıncalarını
göz ardı ettiğim bir aşk iken başımın derde girdiği.
Doğduğum gün kundağıma
bırakılan o paketi açmaya doyamazken her gün dönümü, şükür bildiğim niyaz iken
saklı dilimde varsın anlamasın beni bir Allah’ın kulu.
Bir imgeyim belki de
kayıp bir şehrin son ahalisi iken gönül gözümün gördüğü, görünmez bir nimet
benimki aşk bildiğim…
Duvarlarda kazılı ismin
yoksunluğun girdabında hak gördüğüm.
Bir şarkının tınısında
kaybolmuşluğum kadar mubah oysa aşk, içine sığamazken şu faninin benliği.
Ruhumu teslim etmezden önce,
kar bildiğim bir hutbeye şart koştuğum iman yüklü bir gönül benimki, anlaşılmaz
olsa da lehçesi. Hani olur da düşerse yolum sizin oralara bil ki tutacağım
elini rahmetin.