Uzun vakt olmuştur ki Şehr-i Diyarbekir hususunda yazılarımız bir kaç kitap tutacak boyutlara ulaşmıştır. Bizi bu yazılarımız sebebiyle kimsenin ne Nobel’e ne de Noel’e aday göstermesi söz konusu olmamakla birlikte bizim de öyle ya da bu şekilde bir niyetimiz kesinlikle söz konusu değildir. Bahusus, bizim mahalle muhtarı olmaya da niyetimiz olmadığı içindir, ne bayram ne seyran günlerinde on beş- yirmi evden fazla haneyi ziyaret etmemiz söz konusu değildir. Bundan dolayı ne miting alanlarında ne sempozyumlarda ve açıkoturumlarda bulunmamız olmamıştır.
Kimsenin ne etlisi ne sütlüsü bizi ilgilendirmemektedir. Bu nedenden ötürü de hiçbir kurumla kuruluşla iç içe bir davranışımız yoktur, olmamıştır, olacağa da benzemez.
Birinci Sahne
Bizi tanımak isteyen kimi okurlar, tanıdıkça hayal kırıklığına uğramaktadır. Kimisi bizim aracımızın son model bilmem ne marka olduğunu varsaymış kimisi de malikhânemizin şu en son yapılan triblexlerden olduğu yanılgısına kapılmıştır. Garibim okurlardan biri ile şehir içi halk otobüsünde tanıştım.
İndirimli olduğu için bindiğimiz araçta ayaktayız. Muhtemel tanıştığı şahsın aradığı insan olduğunu bilmiyor. İş yerine giderken beni sormadan merhaba faslına girişmesini olağan karşılıyorum. Bizim daima dağınık olan masamın bulunduğu odaya geçişimizle irkilmesi bir oldu.
“Hocam sizi arıyordum.” demesiyle güzel bir tesadüf yaşadığını Yeşilçam’ın ölümsüz eserlerinde geçen sahneler gibi anlatmaya çalıştı. Garibim okurumuz, önüne bırakılan çayı varsayarak konuşmaya devam etti. Bendeniz de dinliyorum. Muziplik yaptığı için odaya getirilen suçluyu kendi metotlarımla biraz terbiye edip gönderdim. Görevine geç gelen bir zatı paylamam ve haşlamam uzun sürmedi. Ardından patladığı söylenilen kalorifer peteğine müdahale ederken üst baş ıslandığı için odaya aniden girmem kendisini ürküttü. Ardı sıra kantini işleten adam gelip para istemez mi!...Bir müdavimimiz dert yanıyor:
-Ben bu işi bırakacağım. Hocam çalışmak istemiyorum.
Alttan alıp üste çıkarak bu kışta kıyamette 350 YTL ile çoluk-çocuğunun kimi ihtiyaçlarını karşılamasının şart olduğunu dile getiriyorum. Postacı kapıyı çalmadan içeri giriyor. Elinde bir tomar mektup… Kimi telefonlarla ilgili. Bir adedi iş yeri adına gelen özel mektup. Açmaya yetkili olmam sebebiyle zarf açacağını imdada çağırdım. Açmamla okumam bir oldu. Bana ait 250 YTL tutan icra ihbarnamesi. Merak eden bakışları tatmin ettim. Masada duran kâğıda baktı:
-Bu borcunuzu ödeyemediniz mi?
Cevabını verdiğimde üzgünlüğü simasının aldığı renkten belli oluyordu. Gerçekten üzülmüştü. Ben alışkın olduğum için bozuntuya vermedim. Hayalindeki beni silmiş, yerine sağa sola borcunu ödeyemeyen, işten başını kaldırmayan-saçını tarayamayan birinin imajını bırakmıştı. Neyse ki ortam durulur gibi oldu.
Şehr-i Diyarbekir’den konuşmaya başladık. Bendenize yazılarımı nasıl yazdığıma dair bir sual havale edilince cevabını askıya almadan vermeye çalıştım:
-Bilgisayarda zaman buldukça taksit taksit yazar, öyle tamamlarım. Bir de zaman elverirse kitap okurum. İşte dünya hali. Bu işten de çoluk-çocuğun rızkını elde ediyoruz.
Muhatabım, arabamın olmadığını öğrendiği için soramadı. Önümüzdeki sabah kahvaltısını oluşturan çayla çöreği görünce şaşırdı. üst başımızın perişan haline şahit olunca da işin ne olduğunu kavradı.
Diyarbekir’i bilmemek ayıp sayılmaz. Bildiğini varsayıp ortaya inciler savuranları gördükçe müdahale etmemek, bizim açımızdan ayıp sayılır oldu.
Muhatabım olan zat, benden genç olduğu için kendisine birkaç kitap hediye ettim ve yaşantımızın böyle devam ettiğini sımsıkı, unutmayacak biçimde tekrarlayarak ifade ettim.
Ayrılıp giderken yere düşüp başı kanayan çocuğu kucaklayıp götüren mesai arkadaşıma yol parasını verdiğimi görünce bir şey demeden çıkıp gitti. İki ay içinde gelmediğine göre MEM ile bir daha konuşma imkânımız olmaz. Sık sık yazılarıma yorumlarıyla katkıda bulunması, minnet duygularının yansımasıdır.
İkinci Sahne
Bendeniz kale surlarını yılda dört kez içten ve dışardan dolaşıp kitabe kitabe görerek İç Kale’ye kadar giderim de kimse bana bu ziyaretlerimden dolayı ” Hacı” demedi. Demelerini de bekleyemem. Çünkü Hacc yeri, Mekke-i Mukerreme’dir, Medine-i Münevvere’dir.
Şehr-i Diyarbekir’in kiliselerini adım gibi bilirim de koltuğumuzun altından hiçbir zaman haç düştüğüne şahit çıkan olmadı. Halen arada bir de olsa ziyaret etmemiz söz konusudur, bu mekânları.
Camiî ve Mescid adına neyin nerede olduğunu bilen biri olarak gitmediğimiz alan kalmamıştır. Ol sebebten ismimiz “Evliya Çelebî” olarak algılanmamıştır. Namaz saatlerinde elimizdeki makineyı kapatıp, cemaate katılmamız, “Gazeteciler de namaz kılıyor” sözünü duymamızı sağlamıştır. Yaşlıların verdiği, misk u anber dedikleri ağır kokulu “Made In İndia” markalı esansların “Hacdan gelmiştir. Kutsal toprakların malı” denilerek elimize sürüldüğü gizli-saklı bir şey değildir.
Hanları olduğu söylenegelen şehrimizde atlı birinin gelişinde atının yularını bağlayacağı bir han mevcut değildir.
Küçe küçe gezdiğimiz, arşın arşın dolaştığımız kenar mahallelerinde hiçbir Allah’ın kulu bize sosyete muamelesinde bulunmamıştır. Aynı dili konuşmuşuz, aynı şeylere sevinip üzülmüşüz. “Hello” diyen birkaç ufak çocuk dışında para isteyen olmamış, ne paramız ne elimizdeki çanta ile fotoğraf makinemiz gaspa uğramıştır.
Mahalleleri dolaşırken, “Diyarbekir bu mudur/Desti dolu su mudur” misali eserleri anlayanların bulunmadığına şahid olmuş, söylenegelenlerin “ Vayî ah malamıné” dedirten acı, efkâr, keder kokan seslenişler olduğu anlaşılmamıştır. Elini kulağına götürüp uzun hava çeken görülmemiş, sanat müziği icra edene rastlanmamıştır. Karnı açıkta kalmış, bacağında kısa donuyla elinde tandır ekmeği, kız kardeşinin terliğini giyen bir çocuğa ne olmak istersin yollu soru sorulduğunda “Tarkan” olacağım cevabı da alınmamıştır. Kimse Karaoğlan’ı, Fatihin Fedaisi Kara Murad’ı, Malkoçoğlu’nu, Karapençe’yi hatırlamaz. Bilinse bilinse magazin dünyasının kıytırık kimi isimleridir ki onların hayatlarına da inanılmamaktadır. Lakin onlar gibi bir hayat içinde bulunmak isteyenlere rastlanmakta olup, kılık ve kıyafet açısından benzemek isteyenler yok değildir. Düşük bel kot pantolon, kulaklara küpe, saçlara müdahale, dilde nazikleşme gibi artık olan ve biten sonrası doğal karşılanabilen durumlara rastlanılmadığını söylemek, koskoca bir yalandır.
Açlığı gözlerimle tanıdım, sofralarda. Yoksulluğun gizlenmesine şahit oldum, bağdaş kurarken yere ve anlamışım, dışa vurulmayanların içe akıtılmasının sebebini.
Tandırda pişirilen ekmeğin ilkini almanın mecburiyet, ikincisini almamın da nezaket olduğunu anladım. Sımsıcak tandır ekmeği ile karın doyuranın şükür, bulamayanın aç yattığı bacası tütmez evlerin sayısının binleri geçtiğini bilmekten uzak olmak, yaşanan dünyanın dışında olmaktan kaynaklanmaktadır.
Salam-sosis- sucuk muhabbetini reklamlara taşıyanların reklamlarında bir yanılgı görmediklerinden yana çekimserim. Bilirim ki onlar bilselerdi, bu manzaraların yaşandığını, müdahale etme hakkı olarak reklamlarını geri çekerdi ekranlardan. Fakat bu devrin çarklarının nasıl döndüğünü bilmezler mi? Geç saatlerde yayınlanır oldu, bu reklamlar. Çocuklar sanki uyuyor, bu saatlerde. Uyuyan kim ve uyutulan kim? Utanıyorum, yaşananları anlatamadığım için. Keşke gazeteci olsaydım, ünlü biri olsaydım, yılbaşı bileti -bana çıkmaz ki bilet almadığımdan- ikramiyesi olsaydı pay etseydim mahalle mahalle. O zaman görün babalığın ne olduğunu.
Ne yapayım ki bilet almaktan uzağım yıllardır… bahis ve diğer şans oyunlarını da protestomuz sürecek, yaşadıkça.
Aç mı kalacaklar o zaman bu manzaraya figüran seçtiğimiz, insanlar? Dünyaya gelen hangi canlının rızkı kendisiyle beraber indirilmez yeryüzüne? Bu hakikati inkâr edecek hangi insan vardır ve yalanlayacak olan insanın, insan müsveddelerinin ismi nedir?
Üçüncü Sahne
El sanatları adına oynanan komedyanın Türkiye Güzeli Seçme Yarışması kadar orıjinal olduğuna şahit oldum. Bu alanda bir sempozyum-toplantı karışımı etkinlik yapıldığını biliyorum.
Sanatın canına rahmet okutanların kalkıp ah u vah etmelerine mana veremiyorum. Ne keçecilik ne bakırcılık…Puşi desen kalmamış, mantin-çarşaf desen başka dert. Kuyumculuk desen birkaç kişi ya var ya yok.
Taş duvar örecek usta kalmamış ki yapılar ayağa kaldırılsın. Bedenlerde yapılan onarımlara bakıldığında kaldırım taşının bile değerlendirildiğini görmek başka bir karın ağrısı.
Akl-ı evvelin biri derz adına beden taşlarının arasına beyaz dolgular yaptırmış. Bir başka yerde yıktırılan taş basamakların yerine kalbi çağrıştıran şekiller görmekteyiz. O dönemde de Eros, kalplere oklar fırlatıyor muydu? Emin olun bunu bilmiyorum.
Yaklaşık 1400 yıl önce inşâ edilen Urfa Kapı’dan Mardin Kapı’ya uzanan bedenlerde ortaya çıkartılan ucube görünüme kim ne mana veriyorsa versin, ben bir anlam çıkartamıyorum. O dönemde insanlar, can korkusu içinde taşı taş üstüne bırakırken kalbi resmeden görünümlere ne kadar yakındı. Belki de bu denli çizim ilk kez bedenlerimizden aşk termonolojisine / literatörüne yansıtılmıştır. Bilinmez!...
Musıkî denilerek ortaya konulan icrâ, dünden o kadar uzaktır ki tarifi na-mümkünken bazılarının en olmadık yalanlar uydurtarak hikâyelerini düzdükleri aşkları, elde mendil dillendirmeleri karşısında aktörler ve aktristler halt etmiştir.
Kalkıp bu yaşta bu konuda araştırma yapacak kadar ne zamanımız var ne imkânımız. Onarım adına kafasına göre takılanlar tarih karşısında muhakeme edilsin.
Dördüncü Sahne
Gidilmeyen ilçede var olmayan durumları ve tarihî dokuyu var göstererek yazanlara dokuz pulu reva görenler, bunun yalan olduğunu haykıranlara bir pulu çok görürken araştırmacılığın ruhuna fatiha ve çanına ot tıkatırken ne demeli? Kendilerini bulunmaz Hind Kumaşı bilerek ve göstererek, şehrin tarih ve kültür zenginliği üzerine araştırma yapanlara yardım elini uzatmayan kimi şehir sevdalıları, kumda oynayan çocuklar misali konaklardaki yemekleri, başa takılan iğne oyası leçekleri araştıradursun, kimi çalışmalar içine girenlerin önünü açmaya üşeniyor. Yahut bu alanda iyi niyetli olanların önüne takoz misali işin gerçekleşmesini engelliyor.
Adam, kalkıp şehir yemeklerini araştırsa yirmi yıl önce çekilen birkaç kare eskimemiştir. Meftune, kadayıf, ciğer kebabı, kelle-paça, kibe-mumbar muhabbeti eski tas eski hamam, temcid pilavı gibi beş-on sayfada verilir, adamın eline.
Adam kalkıp bedenlerin kitabeleri için çaba harcamak istese kitabeler için Beysanoğlu Merhumun kitabı tavsiye edilir.
Bunlar Basri Konyar’ı kaynakların dibacelerinden bile tanımaz. Bunlara kalkıp Süleyman Savcı sorula mutlaka Adliye’ye gönderirler, soranı. Bunlara şehri anlatan yıllıklar sorulanda kütüphanede bir-iki kitabı işaret ederler.
Bunlara şehrin alınışı soruldukta çadıra giren kelpten mesele açılır, haram su yolu anlatılır.
Bunlara küçe isimleri denilse yerinde zınk deyip durur, Üstad Abdüssettar Hayati Avşar Hocamızı –yaşarsa- yüz yaşında bile rahatsız ederler.
Kendilerine Hanbelî sokağını sorun, Müftülüğe yollarlar.
Ziya Gökalp’in intiharına sebep bunalımlarını açıp Abdullah Cevdet ve İçtihad’ı sorsanız mutlaka, “İçtihad devri kapanmıştır.”diye Saadet-i Ebediyye’den örnek sundurturlar, bir hafta sonra. Zat-ı âlilerin bazısına Diyarbakır’da kaç kale ayakta durur yollu soru sorulsa şehir kalesinden ve Silvan Kalesi’nden başka bir şey demez. Kalkıp Kâf-i Rûm deseniz, Zerzevan deseniz, Bırkleyn diye sorsanız kemkümler başlar.
Bizden iyi olsunlara dair bir şey sorulsa Diyarbakır Efsaneleri ismi altında saçmalıkları bir bir anlatırlar, kültürel zenginlik adına. İş, bu şehir için ne yapmalı’ya geldiğinde nutuklar arasında sorduğunuz soruya pişman edilirsiniz. Kültür ve Turizm Müdürlüğü adres olarak verilir, işin en sonunda.
Biz, şehrin bu tarz tanıtımının olmamasının olmasından daha hayırlı olduğunu söylesek, afarozu elinde koz olarak kullanan kilise sorumlusu gibi, hakkımızda binbir iftira ve karalama yapılarak, anamızdan doğduğumuza peşiman edilir, ismimiz başkalarıyla yan yana getirilir. Amacımız şehri tanıtmak iken başka anlamlar yüklenilen iş ve işlemlerle mağdur edilmek istemeyiz.

Beşinci Sahne
Eline her kalem alanın Âllame-i cihan kesilmesi, bizim gibi garip-kendi halinde olanlara gıcık gitmek olduğunu bilenler, tam gazla cilalama faslını en iyi şekliyle yaparak, “Diyarbakır, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yar alır.” cümlesine çok anlam yükleyerek, bunun ilkokul ikinci sınıfta öğretildiğinden habersizdir.
Kendilerini “Şeher Çocıği “sayanların bize biçtikleri unvan “Gûndî” iken, bizim gibilerinin şehri kirlettiğini iddia edebilecek kadar zavallılaşanlar, bazen kendi aralarında geceler tertiplermiş. El-hak hepsini karalamak değil maksadımız. Fakat, genelinde bu şehrin sehebi olduğuna inanan bu tarz insanlar, köylüyü ve ilçeliyi şeherden saymazlar. Bilmezler ki şeheri şeher yapan köylerdir, ilçelerdir. Onlar zannederler ki şehirdir, bu köyleri ve ilçeleri vucuda getiren. Nereden bilsinler şeheri köyler ve ilçeler oluşturur. Çok geçmişte şeher bildikleri, savaşların ve kıyımların olduğu anlarda sığınılacak kale olduğunu. Onlar nereden bilsin şeherin sadece zor zamanda işe yaradığını.
Onlar köylüyü hizmete mecbur, parya olarak görürlerdi, bu gün de aynıdır anlam, şekil değişikliğinden öte. Binlerce dönüm araziye sahip olanların bu toprağı nasıl elde ettiğini sormamak kadar aptallık var mıdır?
Onların çocukları doktor, öğretmen, memur olurken etkinlikleri vardı. Şimdi köylü okuduktan sonra düğün yemeklerini hatırlayıp üzülen çingene misali dövünenlerin nostaljisinin dönemi bitti.
Garibim köylünün aşırılıkları, herhalde bastırılmış duyguların dışa vurumudur, sınırsızca. Ne yaparsınız, bizim köylü onlar gibi tutturmaz ne kremi ne boyayı. O ne kadar çok kullanırsa daha güzel olacağını zanneder.
Köylü düğün salonlarında yemekli düğünler yapar, durur, lüküs vesaitlere biner, gerektiğinde triblex villasını da köyünde diker, garaj kapısını da uzaktan kumandayla açar ve kapatır.
Son Sahne
Ey şehrim, yazdığım son sahne olmasa da yazının son sahnesidir, aslında. Evimizde teknolojik gelişmelere uyumlu Mp 5’ten tutun dıgıtal fotoğraf makinesine, gitardan saza, darbukadan defe kadar bir çok çalgı aleti var. Fakat herhangi bir kaset veya çalışmaya sahip değiliz.
Ey şehrim, televizyon desen bir elin parmaklarına iki sayı kaldı.
Ey şehrim, pikaptan DVD-Room denilen alete kadar cihaz var. Yüzlerce plâk, CDlere eşlik eder durur.
Ey şehrim, halen pişen yemeklerden yana şikâyetimiz yok. Biz bulguru halen şehriyeli yer, dururuz. Pirince pilav demeyiz. Hele Karajdağ oldu mu en iyisi.
Ey şehrim, marketlerden alışveriş etme budalası olmadık, olmaya da niyetimiz yok.
Ey şehrim, kulağımıza küpe takmış değiliz, halen. Sakalımızı top kestirmedik, saçımıza toka bağlamadık.
Ey şehrim, halen ilçeden ve köyden gelen misafirlerimiz var. Bayramlarda yirmi yıldır evimizde durmadık. Büyüklerden başlayarak ev ev dolaşır, dururuz.
Bizim için Ramazan Ayı’dır, şeker bayramı değil. Kurban kesersek dağıtırız, kesilirse alırız.
Her cum’a akşamı, yoksula, yetime yemek dağıtma adetimiz sürüyor, inadına.
Ey şehrim, biz halen büyüğün önünden kalkarız, otururken. Küçük görünce onunla yaşıt oluruz hal dilince.
Ey şehrim, senin için ne düşünüyorsam öyleyim. Benim hakkımda ned üşünürse bazıları Rabbim onlara iki katını nasip etsin.
Ey okur, bedduanın alasını biliriz de ne inancımız ne edebimiz ne örfümüz buna izin verir. Ben insanların tümünü bu şehir kadar severim. Bu şehirden ayrılmayı da yaşamama bilirim.
Bayım, uzunca yazımda size şehre ve şehre dair kimi bilgiler sundum, sohbet tadında. Biz, deryada damla misali olmaya çalışır, dururuz. Damla olmaktan uzak olanların isimlerini bize sorma. Sen bu şehri sevip tanıdıkça onları da bileceksin.
Mesela bizim düne kadar çöpe atılan sakatad adı verilen hayvan iç organları fakir fukara aşı idi.
Bu gün zengin sofralarını süsleyip duruyorsa itirazımız onadır. Bir kitapta yazılı safsataları doğru kabul ederek, kaynak gösterenleredir.
Yoksa aynı şeherde yaşadığımız aynı havayı soluduğumuz aynı ekmeği yediğimiz aynı suyu içtiğimiz insanımızla kavgamız yoktur, bu olmadı, olamaz da.
Yazım tarzımıza takılanlara çift sözümüz: Bu şekilde yazmasak emin olun meramı dile getiremeyiz.
Ondandır, sık sık bunu dile getirmemiz. İşin diğer yönlerini sorsanız kara mizah diliyledir, dile getirilen hikâyemiz.
Ey şehir ve ey okur, anlattığımız aslında kendi hikâyemizdir. İşin özü yazı yazarken birçok kelimeyi ziyan etmeden, tasarrufta bulunarak, “Biz bu şehri seviyoruz” diyebilirdik. Ne yaparsınız, lafı evirip çevirmek olmasa taşıdığımız sıfatı hakkeder miydik? Hoş karşılana!..
( Diyarbekir’i Bilmemek Mizahla İç İçe Hikâyemiz başlıklı yazı MehmetALİ tarafından 22.01.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu