TEKERRÜR EDEN TARİH-4. BÖLÜM-‘’AH KUDÜS AH !’’ VE HASTA
ADAMIN AVRUPA BİRLİĞİNE GİRMESİ
Evet, başlığı yanlış okumuyorsunuz. Türkiye Cumhuriyetinin bir türlü giremediği
Avrupa Birliğine Osmanlı Devleti girmişti. Kudüs ne alaka peki? Onu da bu
yazının içinde göreceksiniz.
Şimdi ‘’ Hocam, Osmanlı Devleti zamanında Avrupa Birliği mi vardı? Amma da
sallamışsın.’’ Diyenler olabilir mutlaka. O halde ben yazayım siz karar verin
var mıymış, yok muymuş.
Tanzimat Fermanının okunması ve yürürlüğe girmesinden sonra Osmanlı Devleti
hızla Avrupalılaşmaya başladı.
Pardon, yanlış oldu. Her şeyden önce hızla Avrupalılaşan şimdiki dönemde de
olduğu gibi Osmanlının elit tabakasıydı. Bunun başında Osmanlı hanedanı
gelmekle birlikte II. Mahmut ile ortaya çıkmış olan devlet memurluğu dolayısıyla bürokratlar ve
devlet memurları, tabii ki olmazsa olmaz şairler, edipler, kısaca sanat erbabı ( zenaat değil, san’at ) ve
ensesi kalın takımı...Kasaba ve köylerde yaşayan vatandaşın hayatında artan
vergiler dışında değişen bir şey yoktu.( Vergilerin sürekli artması da aslında
bir değişiklik değildi.) Öte taraftan Avrupalılaşma dediğimiz şey Sanayi
İnkılabına ayak uydurma, bilim ve teknikte ilerleme yollarını arama filan
değildi. Avrupalı ne yerse onu yemek, ne giyerse onu giymek, kısaca şeklen
Avrupaya benzemekten ibaretti bu Avrupalılaşma,medenileşme, çağdaşlaşma...
Kısaca bir papağan veya maymun taklitçiliğinden başka bir şey değildi. Ancak ne
yazık ki dün olduğu gibi bugün de batılılaşma denen şeyin bu olduğu empoze
edildi millete.
1841 Yılında ilk kez kağıt para kullanmaya bile başlamıştık ( Kaime idi bu
paranın adı. ) Kağıt para kullanımı da yeni bir meslek doğurmuştu: Kalpazanlık.
Evet, batılılaşıyorduk(!) Ama bunun elbette bir faturası olmalıydı ve vardı
tabii ki. Batılı gibi yaşayabilmek için çok paraya, çok çok paraya ihtiyaç
vardı ve alın teri ile çok çok para kazanmak mümkün değildi. Dolayısıyla da
Fuzulî’nin ‘’ Selam verdim rüşvet değildir diye almadılar ‘’ şikayetine sebep
olan rüşvet, iltimas, adam kayırma, görevi liayakat sahiplerine değil de daha fazla
rüşvet sunanlara verme durumları bu
dönemde bin kat daha arttı adeta.Aslında batılılaşmıyor batıllaşıyorduk.
Devletin başındakilerin birbirleriyle didişmeleri, sık sık değişen ekonomi
programları, yolsuzluğun envai çeşidinin yapılması, devlet adamlarının
neredeyse her birinin sırtını bir Avrupa Devletine dayaması koskoca Devlet-i
Âliye’yi hızla uçuruma sürüklüyordu
İstanbul Boğazının her iki yakası da başta padişah ve ailesi olmak üzere paşaların, bürokratların yaptırdıkları saray,
köşk, kasırlarla dolmaya başlamıştı ve bu yapıların hepsi Türk Mimarisinin
değil Avrupa mimarisinin özelliklerini taşımaktaydı. Hatta camilerimiz bile
artık Avrupai bir mimariyle yaptırılıyordu. Dahası bu eserleri ( Camiler de
dahil ) artık Mimar Sinanlar, Mimar Kemalettinler, Mimar Dalgıç Mehmet Ağalar
değil, Karabet Balyan, Nikoğos Balyan, Sarkis Balyan’lar yapıyordu. Abdülmecit
döneminde yapımına başlanıp onun zamanında bitirilen Dolmabahçe Sarayı,
Dolmabahçe Valide Camii dışında ondan sonraki dönemde yaptırılan Beylerbeyi ve
Çırağan Sarayları da Balyan kardeşlerin eseriydi. Sultan II. Abdülhamit’in
Yıldız Sarayının mimarları da Sarkis ve Agop Balyan kardeşler yanında İtalyan
mimar Raimondo D'Aronco
idi.
Adeta 1718-1730 Yılları arasında yaşanan Lale devrine dönülmüştü tekrar...
Devlet-i Âliye’nin tam anlamıyla ayranı yoktu içmeye ama faytonla gidiyordu
sı.maya.
Bu arada devlet neredeyse ekonomik
olarak iflas edecek durumdayken burnumuzdan kıl da aldırmıyorduk hani. Mesela 1853
Yılında İstanbul’da yaşanan hem deprem ve hem de yangın felaketi karşısında
Avrupanın ‘’ Yardım gönderelim.’’ taleplerini ‘’ Kimsenin yardımına ihtiyacımız
yok.’’ Diye geri çevirmiştik. Bütün dünyanın durup da seyrettiği İrlanda daki
açlık, kıtlık ve insan ölümleri üzerine sadece Osmanlı Padişahı Abdülmecit bu
ülkeye Türk gemileri ile erzak ve para yardımında bulunmuştu da Kraliçe
Victoria’yı bir hayli kızdırmıştı.
Lafa daldım Hasta adamı ve Avrupa Birliğine girişimizi unuttum sanmayın. Tam
oradayız şimdi.
Yıl 1853...
Rusya’nın Petrograt şehrinde Çar I. Nikola Avrupalı elçilerin katıldığı bir
balo tertipliyor 9 Ocak günü...Baloya katılanlar arasında İngiliz elçisi George
Hamilton Seymour da var.
Rus Çarı I. Nikola, İngiliz elçisi George Hamilton’un koluna girip onu bir
köşeye çekiyor ve fısıldayarak konuşuyor:
‘’ KOLLARIMIZIN ARASINDA HASTA BİR ADAM VAR. ÇOK HASTA...LAZIM OLAN BÜTÜN
TEDBİRLERİ ALMADAN ÖNCE KAYBETMEMİZ BÜYÜK FELAKET OLACAKTIR. TÜRKİYE ANSIZIN
ÖLEBİLİR. BU TAKDİRDE ÜZERİMİZE KALACAKTIR.ÖLÜLERİ DİRİLTEMEYİZ. TÜRKİYE ÖLÜNCE
BİR DAHA DİRİLMEMEK ÜZERE ÖLECEKTİR.’’
Evet bu sözleri yaklaşık olarak 20 sene
önce ‘’ Seni Mehmet Ali paşa belasından kurtarabilirim’’ Diyen ve Osmanlı’nın
yardımına 25.000 kişilik ordusu ve donanmasıyla koşan Rusya söylüyor ve bizler
bir kere daha devletler arasında ebedi dostluk ya da düşmanlık diye bir şeyin
olmadığını, ilişkileri çıkarların belirlediğini görüyoruz.
İngiltere o anki siyaseti icabı Osmanlı Devleti toprakları üzerinde güçlü hiç
bir devlet istemediği için tabii ki Rusya’nın açık açık ‘’ Gel Osmanlı
devletini tarihe gömüp topraklarını da paylaşalım.’’ Teklifine sıcak bakmadı.
Elçi Sir Hamilton ‘’ Âlicenap devletler hastanın ölümünü ve onun mirasından pay
almayı değil, onu yaşatmanın çarelerini ararlar.’’ Mealinde bir cevap verdi Rus
çarına. Bunun anlamı ‘’ Biz bu işte yokuz. Aklın varsa sen de sakın içinde
bizim olmadığımız çılgınca bir plan yapma’’ idi.
Rusya bu çılgınlığı yapacaktı ama durduk yere savaş ilan edemezdi Osmanlıya.
Bir bahanesi olmalıydı. O bahane de hazırdı aslında..
Bu sefer savaşın sebebi Kudüs’tü...Evet evet, bugün ‘’ Kırmızı çizgimizdir’’
Dediğimiz ama bizim Kırmızı çizgimiz olduğu halde ABD nin, İsrail’in başkenti
ilan ettiği Kudüs’ten bahsediyorum.
Kanuni zamanında Kudüs’deki Hrıstiyanlarca kutsal olan yerlerin(Hz. İsa’nın doğduğu Beytü’l-lahim mağarası ve
kilisesi, Kamame Kilisesi, Kutsal Mezar Kilisesi gibi yerler) bakımı, tertip ve
düzeni ile anahtarı Katoliklere verilmişti ama IV. Murat 1634 de bu durumu
değiştirerek anahtarı Rum Ortodoks kilisesine vermişti. Bu durum da Kudüs’de sürekli
bir Ortodoks- Katolik çatışmasına yol açmıştı.
1843 Yılında Beyt’ül Lahimdeki Kutsal Doğuş Kilisesinin gümüş haçı çalınmış ve
bu yüzden Katoliklerle Ortokslar birbirlerine girmişlerdi. Osmanlı Devleti
bu kargaşayı önlemek için çok uğraşsa da bir sonuca varamıyordu. Çünkü
Ortodokslar lehine bir düzenleme yapsa 1739 Belgrat Antlaşmasıya Katoliklerin
koruyuculuğu hakkı elde etmiş olan Fransa ayağa kalkıyor, Katolikler lehine
düzenleme yapsa bu sefer de 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla Ortodoksların
koruyuculuğu hakkı elde etmiş olan Rusya ‘’ Hooop. Dur bakalım.’’ Diyordu. Her
iki tarafı da menun etmek mümkün değildi.
İşte bu ahval ve şerait içinde Rusya’nın, Osmanlı’ya ‘’ Hasta Adam’’ teşhisi
koymasından çok kısa süre sonra Rusya,elçi olarak Prens Mençikof’u Türkiye’ye
gönderdi.
Oldukça küstah, kaba, saygısız bir herif olan Mençikof Osmanlı Devletini resmen
tehdit etti: ‘’ Kutsal Yerler Meselesi bir an
önce halledilmelidir, Osmanlı Devleti, Ortodoks Kilisesi’nin imtiyazları
hakkında Rusya’ya sağlam ve hiçbir zaman değişmeyecek şekilde güvence
vermelidir, Kudüs’e giden Rus tebaasının maruz kaldığı kötü muamelelere son
verilmelidir.’’ Diye esti gürledi.
Osmanlı Devleti bu konuda sürekli tehdit edilmekten bıktığından kısaca ‘’
Hastir lan. Elinden geleni ardınıza koymayın ‘’ Mealinde bir cevap verdi
Mençikof’a.
Mençikof 21 Mayıs 1853 de tehditler savura savura Osmanlı Topraklarından
ayrılırken Rusya Osmanlı Devleti ile tüm ilişkilerini kesti ve 3 Temmuz 1853 de
Rus General Gorçakov’un Eflak ve Boğdana 50.000 Kişilik bir ordu ile girmesi
suretiyle Osmanlı- Rus Savaşı ( Kırım Harbi ) Resmen başlamış oldu.
Savaşın başlarında Osmanlı ordusu hezimet üzerine hezimet yaşadı. Öyle olunca
da iki şey birden yapmak zorunda kaldı:1-Özellikle Fransa’ya ‘’ Yahu hele bir
de siz el atın şu savaşa, biz sizin Katoliklerin hakkı için savaşıyoruz’’ dedi.
2-Savaşın masraflarını karşılayacak ekonomik gücü kalmadığından bir yıl önce ‘’
yardımınıza ihtiyacımız yok.’’ Dediği İgiltere’ye ( Sonra Fransa’ya) el açarak 1854
de ilk kez oldukça yüksek faizli borç aldı. (Osmanlı Devleti ilk kez
gayrimüslim devletlerden borç alıyordu.)
Rusların Karadeniz’in hakimiyetini ellerine geçirmesi Akdeniz için de bir tehditti
ve İngiltere buna asla müsaade edemezdi.
Derken efendim çok da uzatmayalım. İngiltere, Fransa ve Piyemonte hükumeti,
hatta savaşın sonlarına doğru İsveç’in dahi katılımıyla bir müttefik grup
oluşturuldu ve Rusya’ya savaş açıldı. Rusya artık her cephede yenilmeye
başlamıştı. Savaşın en çetin geçtiği yer Kırım yarımadası olduğundan Kırım
Savaşı denen bu savaşta Sivastopol’un düşmesi ve Çar I. Nikola’nın bir rivayete
göre üzüntüden intihar etmesi sonucu 1856 da Paris’te anlaşma masasına oturdu
ilgili devletler.
Osmanlı Devleti bir taraftan Paris’te barış masasına otururken bir taraftan da
yine Avrupa Devletlerinin gözüne girmek ve antlaşmada aşırı demokrasi(!)
istekleriyle karşılarına çıkmalarını önlemek için gayrimüslimlere oldukça geniş
haklar içeren İslahat Fermanını ilan etti. Böylece gayrimüslimler her bakımdan
müslüman teba ile eşit haklara kavuşmuş oluyordu. ( Mesela sadece
gayrimüslimlerden alınan cizye vergisi kalkıyordu artık. )
Peki 1856 daki bu antlaşma niçin bir başka yerde değil de Paris’te imzalandı?
Evet, gavur hiç bir şeyi tesadüfen yapmazdı. Bu da bir tesadüf değildi elbette.
Nsıl ki 1535 de Kanuni ‘’ Bütün Fransa artık Osmanlı Devletinin koruyuculuğu
altındadır’’ Diyerek Fransa’yı küçümsemişse şimdi de Fransa ve tüm Avrupa
Osmanlı devletini küçümseme, aşağılama fırsatını ele geçirmişlerdi. Antlaşma
maddelerinin ilki ile bu sefer Osmanlı Devleti Avrupa devletlerinin koruyucu(!)
kanatları altına girmiş oluyordu.
1856 da imzalanan bu antlaşmanın
maddelerine gelince: ( İlk maddeye özellikle dikkatiniz çekmek isterim.)
1. Osmanlı
Devleti, bir Avrupa devleti sayılacak ve toprak bütünlüğü Avrupalı
devletlerinin kefilliği altında olacak.
2. Rusya ve
Osmanlı Devleti Karadeniz’de donanma bulundurmayacak ve tersane kuramayacak.
3. Karadeniz
tarafsız hale getirilecek, Boğazlardan savaş gemisi geçmeyecek ve boğazlar
ticaret gemilerine açık olacak.
4. Boğazlar,
1841 Londra Boğazlar Sözleşmesi‘ne göre yönetilecek.
5. İki taraf
birbirlerinden aldıkları yerleri geri verecekler.
6. Eflak ve
Boğdan, Avrupalı devletlerin kefilliği altında ve özerk olacak.
7. Islahat Fermanı‘yla güvence altına alınan gayrimüslim
haklarına, hiçbir devlet karışmayacak.