1 Tâğuta Muhâkeme Olmayı İstiyorlar (1. 2. 3. Ve 4. Soru)

TÂĞUTA MUHÂKEME OLMAYI İSTİYORLAR

(1. 2. 3. VE 4. SORU)

HUTBETU’L-HÂCE:

Hamd, -âlemlerin rabbi olan- Allâh’a mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. O’nun hidâyete erdirdiğini hiç kimse saptıramaz, saptırdığını ise hiç kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki, Allâh’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem O’nun kulu ve Rasûlüdür.

Allâh Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır:

“Ey îmân edenler! Allâh’tan korkulması gerektiği gibi korkun ve sizler ancak Müslümanlar olarak ölün!” (Âli İmrân: 3/102)

“Ey insânlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allâh’tan ve akrabalık haklarına riâyetsizlikten sakının! Şüphesiz Allâh sizin üzerinize gözetleyicidir.” (Nisâ: 4/1) 

“Ey îmân edenler! Allâh’tan sakının ve sözün en doğrusunu söyleyin ki Allâh, amellerinizi ıslah etsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzab: 33/70-71)

Bundan sonra: 

Muhakkak ki sözlerin en doğrusu Allâh’ın kelâmı (Kur’ân-ı Kerîm), yolların en hayırlısı ise Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in yoludur (Sünneti’dir). İşlerin en kötüsü sonradan uydurulanlardır. Sonradan uydurulup dîne sokulan her şey bid’at, her bid’at dalâlet, her dalâlet ise ateştedir.

MUKADDİME:

Allâh’u Teâlâ’nın âdemoğluna farz kıldığı ilk şey, tâğutları reddederek kendisine imân etmektir. Bu reddi gerçekleştirerek Allâh’a imân edenler, Allâh’ın inkıtâsı mümkün olmayan sapa sağlam kulbuna yani “Urvetu’l-Vuska”ya tutunmuş olurlar. Ve o kulba tutunarak sebât edenler, tüm emir ve yasakları, bütün kanun ve nizamları, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’dan alırlar. Her hallerinde sâdece O’na itaat ederler. Allâh Azze ve Celle de kendisini ilâh kabul ederek velâyetini tercih eden tevhîd ehli kullarını, sonu hüsrân olan şeylerden emin kılar. Ve onlara her türlü hayrı barındıran şeyleri sunarak, bu kullarını, hususî velâyetine alır.

Allâh’u Teâlâ’nın velâyetine aldığı kullar için artık mahzun olmak, galibiyetten mahrum kalmak, izzet ve şeref gibi değerlere ulaşamamak diye bir şey yoktur. Zîrâ Allâh Subhânehu ve Teâlâ, her dâim gâlib olandır ve Allâh’ın velâyetindekiler de gâlib olacak olanlardır. Ancak bazen imtihanın bir gereği olarak Allâh’ın velâyetinde olanlar da sıkıntı ve mihnet dönemi yaşayabilirler. Hatırlayalım ki tevhîdin başmuallimi, Allâh’ın sevgilisi Muhammed aleyhisselâm dâhi Mekke yıllarında tevhîdi yaşamak ve yaşatmak uğrunda birçok sıkıntıya göğüs germişti…

Şimdi ise imtihan sırası bize gelmiştir. Bizler de tüm şirklerden berî olarak Rabbimizi tevhîd ediyoruz. Ancak el-Âlim olan Allâh Subhânehu ve Teâlâ, imân ettiğini söyleyen kullarından isbât istediğini şöyle beyân etmektedir: 

“Elif, Lâm, Mim. İnsânlar, (sâdece) ‘Îmân ettik’ demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik. Allâh, doğru söyleyenleri de, yalancıları da mutlaka bilir (ve gerçekleri ortaya çıkarır).” (Ankebut: 29/1-3)

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara: 2/155) 

Âyet-i kerîmelerde ifâde edildiği üzere Allâh’u Teâlâ îmân ettiğini söyleyen kimseleri çeşitli şeylerle imtihan edeceğini bildirmektedir. 

Sahâbeden Süheyl bin Sinan radıyallâhu anh’ı hatırlayalım. O, dîni uğrunda tüm mal varlığın-dan vazgeçebilmişti. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem ise onun bu yaptığını onaylayarak, kazançlı bir alışveriş olduğunu söylemişti. Bugün bizlerin de Süheyl bin Sinan gibi dînimiz uğrunda tüm mallarımızdan vazgeçmemiz gerekebilir. Unutulmamalıdır ki kazançlı alışveriş malı değil, dîni tercih etmektir.

İmtihanın bir gereği olarak kimi zaman da asr-ı saâdet’in kahramanlarından Âsım bin Sâbit radıyallâhu anh gibi dîni tebliğ uğrunda nefislerimizi fedâ etmemiz gerekebilir. O, İslâm’ın kurtuluş vesilesi olan hakîkatlerini, câhiliyye toplumuna anlatmak için yola çıkmış ve yolda pusuya düşürülerek Allâh yolunda şehid edilmişti. Ve Rabbimiz onun bedenini kâfirlerin eline düşmekten korumuştu. Elbette ki Allâh, dîni uğrunda mücâdele edenleri korumaya kâdir olandır. Ne güzel bir görev ve de ne güzel bir son.

Kimi zaman cihad meydanlarında dîni korumak uğrunda Hamza ve Mûs’âb radıyallâhu anhumâ gibi canlarımızdan hiç düşünmeden vazgeçmemiz gerekebilir. 

Kimi zaman îdam sehpalarında Hubeyb bin Adiyy radıyallâhu anh gibi İslâm düşmanlarına peygamber sevgisinin ne demek olduğunu öğretmemiz gerekebilir… 

Yine bazen imâmlarımızdan Saîd bin Cubeyr gibi zulme karşı kıyam etmek gerekir. Ebû Hanîfe gibi zâlim otoriteyi ucunda ölüm de olsa meşrulaştıracak amellerden kaçınmamız gerekir. Onların küfür akîdelerini Ahmed bin Hanbel gibi canımız pahasına da olsa reddederek hakkı isbât etmemiz gerekir. Bid’at ve hurâfelerle mücâdele ederken İbn Teymiyye gibi ömrümüzü zindanlarda da geçirsek, bundan korkmamamız gerekir…

Allâh Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır:

 “Yoksa sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?”  (Bakara: 2/214)

“Kulun, kula olan kulluğunu kaldırmaktır hedefimiz yeryüzünde,
Yıldıramaz bizi bu dâvada gelen; ölüm, sürgün, hapis ve işkence,
Ölüm şehâdettir, sürgün seyahattir, hapis uzlettir, işkence istiğfardır bize,
Ne mutludur ki, el-Hakk olanı tevhîd edip, bu dâvada cihâd edenlere.”

Evet, bu saydıklarım sayamadıklarıma oranla, okyanusta olan kumların yanında, elimde bulunan bir kum taneciği bile etmeyecek kadardır. İzzet ve şeref Allâh’ın, Rasûlü’nün ve mü’minlerindir.

Allâh Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır:

“Oysa izzet (güç, onur ve üstünlük) Allâh’ın, Rasûlü’nün ve mü’minlerindir. Ancak münâfıklar (bunu) bilmiyorlar.” (Munafikun: 63/8)

Tüm bunların bilincinde olarak içerisinde bulunduğumuz zaman diliminde Allâh’ın hâkimiyetine göz diken lânetli tâğutların ve de yardakçılarının oyunlarını bozmak, belamlarını rezil ederek etkisiz hale getirmek, biz muvahhidlerin görevidir. Herkes üzerine düşeni yapmalıdır. Gerektiğinde tevhîd uğrunda malından, hürriyetinden ve de zamanı geldiğinde canından vazgeçebilmelidir. Unutmayalım ki, -ihtiyacı olmadığı halde- dînine yardım edenlere Allâh yardım etmekte ve onları tevhîd üzere kavileştirmektedir.  

Allâh Subhânehu Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

“Ey imân edenler, eğer siz Allâh’a (onun dînine) yardım ederseniz (desteklerseniz), O da size yardım eder ve ayaklarınızı (tevhîd üzere) sağlamlaştırır.”(Muhammed: 47/7) 

Bu sebeble kitâbımızın konusu açısından Allâh’u Teâlâ’ nın hâkimiyetinde şüphe yayma çabasında olan şeytânın, Muhammed-i Şerîat dışındaki bir yerden veya bir kimseden hüküm isteme konusunda ortaya attığı bâtıl kanaâtlerin yok edilmesini ve de Müslüman kardeşlerime bu konuda taklide değil de, Kur’ân ve Sünnet’e dayalı Ehl-i Sünnet akîdesini, Ehl-i Sünnet âlimlerinin ağzından sunarak -Allâh’ın dilediği kadar- yardımcı olmayı umuyorum. 

Okuyuculardan ricam, kitâbı başından sonuna kadar eksiksiz okumalarıdır. Zîrâ soruların cevâbları birbirlerini tamamlamakta olup, sistematik olarak tüm şüphelere -inşâallâh- cevâb vermektedir. Bazı yerlerdeki tekrarlar, soruların gereğine binâendir.    

Şunu da hemen belirtmek istiyorum ki, Allâh’ın Kitâbı haricindeki her kitâb eksik ve hatâlıdır. “Tâğuta Muhâkeme Olmayı İstiyorlar” adlı bu kitâbtaki doğrular İslâm’ın doğrularıdır. Eksikler ve hatâlar benden ve şeytândandır. Tüm hatâlarımdan, her hâlukârda tevbe ediyor ve Rabbim ’den âcizane olarak ortaya koyduğum gayretten ötürü hatâlarımı bağışlamasını niyâz ediyorum. 

Yardım ve başarı, izzet ve şeref Allâh’tandır. 

1. Soru: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ne demektir?

Cevâb:    

Hamd ve hüküm, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya mahsustur.

“Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” dendiğinde bundan neyin kastedildiğinin anlaşılması için “sünnet” ve “cemaat” kelimele-rinin tek tek açıklanması gerekir. 

“S-n-n” kökünden gelen sünnet kelimesi lügatte: “Bir şeyin kolaylıkla akması ve dökülmesi” anlamına gelmektedir. Bu anlamıyla bağlantılı olarak sünnete, “sîret” mânâsı da verilmiştir. 

Dilciler tarafından sünnet kelimesine: “Tavsif edilmek (nitelemek) kaydıyla iyi veya kötü gidişât, tarîkat/yol, yol güzergâhı, yaşam tarzı, uygulama, metot, önceden bilinmeyen bir şeyi tâkib edilen bir yol haline getirme, bir yola girip yürüme, toplum için kural koyma, beyân etme ve bir şeyi âdet olarak ihdâs etmek, örnek olarak ortaya koymak” gibi mânâlar verilmiştir. [Bak: “S-n-n” Maddesi: İsfahânî, el-Müfredat; Firûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab; Cevherî, es-Sıhâh; İbn Fâris, Mucemu Makâyisi’l-Luğa; Zebidî, Tâcu’l-Arûs…] 

Sünnet kelimesi: Gidişât, sîret, tâkib edilen ve örnek alınan yol, hayat tarzı, metot gibi anlamlarını korumakla birlikte bu anlamlar Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in tarîk ve sîretine, O’nun gidişâtına tahsis olunmuştur.

Muhaddisler (hadîs âlimleri) sünnet kavramını şöyle tanımlarlar: 

“Sünnet: Gerek peygamberliğinden önce gerekse de peygamberliğinden sonra Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’den nakledilen söz, fiil, takrir, sıfat, ahlâk, âdet veya hareketleridir.”

Fâkihler (fıkıh âlimleri) ise muhaddislerin sünnet kavramı hakkındaki bu tarifini daraltarak şöyle derler: 

“Sünnet: Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in peygamberliğinden sonraki söz, fiil ve takrirleridir.” 

Akîde âlimlerinin ıstılâhında: 

“Sünnet: İlim, îtikâd, söz ve amel cihetiyle Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in ashâbının üzerinde olduğu yoldur. O ittiba edilmesi gereken, ehli övülen ve muhâlifleri kötülenen bir yoldur.” [İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ: 18/6-10; Halîl Herrâs, Şerhu Akîdeti’l-Vâsıtiyye: 61; Nasır bin Abdulkerîm, Mehâbis fî Akîdeti Ehli’s-Sunne: 13.] 

“C-m-a” kökünden gelen cemaat kelimesi ise lügatte: “Toplamak, toplanmak ve bir araya gelmek” anlamlarını içermektedir. 

Akîde âlimlerinin ıstılâhında cemaat kelimesinin mânâsı şöyledir: “Allâh’ın Kitâbı ile Rasû-lü’nün Sünneti’ndeki apaçık hakkın etrafında toplanmış ve bu ümmetin selefini teşkil eden ashâb-ı kirâm ile tabiîn ve kıyâmete kadar onlara ihsan ilkesince uyanlardır.” [Bak: “C-m-a” Mad-desi: İsfahânî, el-Müfredat; Firûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab; Cevherî, es-Sıhâh; İbn Fâris, Mucemu Makâyisi’l-Luğa; Zebidî, Tâcu’l-Arûs; Halîl Herrâs, Şerhu Akîdeti’l-Vâsıtiyye: 61]

Bu sebeble akîde ilminde cemaat lafzı, dînde ilim ve fıkıh sâhibi, hadîs ehli kimseler ile kendilerine uyulan ve sünnet ile amel eden hidâyet önderleri, onların yollarını izleyip, izlerinden giden kimseler hakkında kullanılır. İşte bunlar, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e ve Müslümanların ilk cemaatini teşkil eden onun ashâbına uyan kimselerdir. Hak üzere bulunan her bir cemaat de onların devamıdır.

Sünnet ve cemaat kelimelerinin anlamlarını açıkladıktan sonra, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dendiğinde bundan neyin kastedildiğini kısaca beyân edelim:

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in ve ashâbının,  îmân ve amel ettiği yol üzerinde giden-lere verilen bir isimdir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in kendisiyle ta-nınmış olduğu başka isimleri de vardır. Bunlardan bazıları şöyledir: Ehl-i Sünnet, Ehl-i Cemaat, Selef-i Sâlih, Ehl-i Eser ve Ehl-i Hadîs… 

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat: İtikatlarını, sözlerini, amellerini, Kur’ân-ı Kerîm’den ve Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in Sünneti’nden alarak îmân ve amel ederler. Kur’ân ve Sünnet’in önüne hiçbir şeyi geçirmeden onların hükümlerine tâbi olurlar ve asla bu ikisini birbirinden ayırmazlar. Dînin kaynağı olan Kitâb’ın müteşabihlerini muhkemlerine götürerek anlamaya çalışırlar. Sünnet’i ister mütevâtir, ister ahad olsun akîdenin ve fıkhın esası kabul ederler. Kur’ân ve Sünnet nasslarını sahâbe, tabiîn ve onlara uyanların anlayışı üzere idrak ederler. Onların nasslar hakkında söylemediklerini asla söylemezler. Kur’ân ve Sünnet’te dînin esasları eksiksiz olarak açıklandığından dîne sonradan sokulan her şeyi bid’at olarak kabul ederek, her türlü bid’ati reddederler…

Başarı, el-Hamîd ve el-Hakîm olan Allâh’tandır.

2. Soru: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin özellikleri nelerdir?

Cevâb:     

Hamd ve hüküm, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya mahsustur.

Fırka-ı Nâciye (kurtuluş ehli) olan Ehl-i Sünnet’in bu kitâbın hacmini aşan birçok özellikleri bulunmaktadır. Bu özelliklerinden bazıları kısaca şöyledir:

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Kur’ân ve Sünnet’e kayıtsız ve şartsız itaat ederler. Kur’ân ve Sünnet’in önüne hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi geçirmezler. [Ey hakka tâlib olan kişi! Kayıtsız ve şartsız îmân etmen gereken Kur’ân ve -sahîh- Sünnet’in hakîkatlerinden başkası değildir. Kayıtsız ve şartsız itaat etmenin de farz olduğu tek merci Kur’ân ve Sünnet’in hakîkatleridir. Zîrâ Kur’ ân ve Sünnet akîdenin aslı, fıkhın esasıdır. Hüküm Kur’ân ve Sünnet’te aranır. Fetva Kur’ân ve Sünnet’e göre verilir. Yaşantı Kur’ân ve Sünnet’e göre belirlenir… İşte bunlar,  îmân ettiğini iddia edenlerin isbât etmesi gereken şeylerin en önemlilerindendir. Rabbim, muvaffakiyat versin.]

Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“De ki: Allâh’a ve Rasûl’e itaat edin. Eğer (itaatten) yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allâh kâfi-rleri sevmez.” (Âli İmrân: 3/32)

“Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne karşı gelirse, şüphesiz onlar için, içinde ebedî kalacakları ce-hennem ateşi vardır.” (Cin: 72/23) 

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Allâh’a ve Rasûlü’ne isyân olacak şeyleri emretmedikleri sürece nefislerinin hoşuna gitmese dâhi Müslüman olan idârecilerine ve âlimlerine itaat ederler. Hak oldukları sürece bunlara itaatsizliği, Allâh’a isyân olarak bilirler. 

Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: 

“Ey îmân edenler! Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Ve sizden olan (Müslüman) ulu’l-emre (idâreci ve âlimlere) de (Allâh’a ve Rasûlü’ne isyânı emretmedikleri sürece) itaat edin.” (Nisâ: 4/59) 

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, dînde ihtilâf etmeyerek hepbirlikte Allâh’ın ipine (Kur’ân ve Sünnet’e) sarılarak cemaat üzere kalırlar.

[Ey hak ve hakîkatlerin sevdâlısı! Küfrün azgın seller gibi üzerimize doğru aktığı bu zamanda îmân üzere kalmak ve îmân üzere Rabbine kavuşmak istiyorsan, hakîkat üzere yaşayan ve yaşanması uğrunda hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmayan tevhîd ehli bir cemaatin ferdi ol. Zîrâ hak üzere sebât eden cemaat, asrımızdaki Nuh’un -aleyhisselâm- gemisidir. Ondan ayrılmak küfrün azgın dalgalarıyla yalnız başına boğuşmaktır ki, buna kimin gücü yetebilir? O gemide sana en ağır işleri yapman dâhi emredilse sabret! Zîrâ îmân nurun küfrün katran karanlığında ve amansız fırtınalarında yalnız başına ne kadar dayanabilir? Sonra Müslümanlara hizmetinden dolayı, kıyamet günü imrenilecek olan makamlar niçin senin olmasın? Ve seni günahlardan sakındırıp takvâya ulaştırmak için bazı yaptırımlar uygulandığında sana düşen şey hayr dâvetçilerine itaattir. İsyan ise şeytânın saptırmasından başka bir şey değildir. Uyanık ol! Ve elindeki hazinenin değerini bil! Çünkü hesap günü yakındır. Allâh’ın azâbı çetin ve şedid olacaktır… Allâh’ım gazâbından rahmetine sığınırız. Bizi Arş’ın gölgesinde gölgelendir. Allâhumme Âmin.]   

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

“Hep birlikte Allâh’ın ipine (Kur’ân ve Sünnet’e) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin.” (Âli İmrân: 3/103)

“Her kim, kendisine hidâyet (doğru yol) besbelli olduktan sonra Rasûl’e karşı çıkar, mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir yerdir.” (Nisâ: 4/115)

Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: 

“Dikkat edin! Sizden önceki Ehl-i Kitâb yetmiş iki dîni fırkaya ayrılmışlardı. Bu ümmette yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bu fırkalardan yetmişiki fırka cehennemlik (sâdece) bir tanesi cennetliktir. Bu (cennetlik olan fırka) cemaattir.” [(SAHİH HADÎS:) Ebû Dâvûd (4597); İbn Mâce (3993)…]

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düştüğünde onu, Allâh’a ve Rasûlü’ne yani Kitâb ve Sünnet’e döndürerek çözümü bu iki kaynakta ararlar. [Zîrâ bu, ilerleyen sahifelerde görüleceği üzere, tevhîd ehli olmanın şartlarından bir şarttır. Kur’ân ve Sünnet’in hakemliğinden başkasını aramak ve ondan râzı olmak ancak Kitâb ve Sünnet’e îmânlarında zan sâhibi olan kimselerden sudûr edebilecek küfrî amellerdendir. Neûzubillâh.] 

Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur: 

“Hakkında ihtilâfa (ayrılığa) düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allâh’a aittir.” (Şûrâ: 42/10)

“Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız onu Allâh’a ve Rasûlü’ne (Kur’ân ve Sünnet’e) götürün. (Nisâ: 4/59) 

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, ilim, amel, ihlâs ve sabır ilkeleri üzere hareket ederler. 

Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur: 

“Mü’minlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir kısmının dînde derin bir kavrayış edinmek (tafakkuhta bulunmak) ve kavimleri dönüp geldiklerinde onları (emri bi’l-mâruf ve nehyi ani’l-münker yaparak) uyarmak için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.” (Tevbe: 9/122)

“Asra yemin ederim ki, insân gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak îmân edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” (Asr: 103/1-3) 

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, emri bi’l-mâruf nehyi ani’l-münker görevini güçleri yettiğince her dâim yerine getirirler. 

Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur: 

“Onlar, Allâh’a ve âhiret gününe îmân ederler. Mârufu (iyiliği) emrederler. Münkerden (kötülükten) menederler, hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar sâlihlerdendir.” (Âli İmrân: 3/114) 

Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: 

“Sizden her kim bir münker (İslâm’a uygun olmayan şeyler) görürse (seyirci kalmayıp) onu eliyle düzeltsin. Şâyet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle düzeltmeye çalışsın. Ona da gücü yetmezse kalbiyle onu hoş görmeyip kabullenmesin ki bu da îmânın en zayıf derecesidir.” [(SAHİH HADÎS:) Müslim (78); İbn Mâce (4013)…] 

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, hem akîdede hem fıkıhta ifrat ve tefridin ortasında vasat bir şekilde hareket ederler. [Bil ki! Akîdede ve fıkıhta, ahlâkta ve yaşantıda orta yol, yani vasat olmak, altın kuraldır. İfrat ile tefrit arasında vasat olmak vardır. Bu, Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Bid’at’ı, Ehl-i İttiba ile Ehl-i Taassub’u, Ehli Zühd ile Ehl-i Dünyâ’yı… birbirinden ayıran şeydir.]  

Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur: 

“Böylece, sizler insânlara birer şahit olasınız ve Rasûl de size bir şahit olsun diye sizi vasat bir ümmet yaptık.” (Bakara: 2/143) 

İşte bu özellikler, yetmişüç fırkaya ayrılacağı bildirilen ümmetin içinde Allâh’ın azâbından kurtulacak olan tek fırkanın bazı özellikleridir. Onlar, Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in ve ashâbının yolunu izleyerek hak üzere olacaklar ve hakka düşmanlık edenler onlara hiçbir zarar veremeyeceklerdir.

Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: 

“Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan biri hariç hepsi Cehennem’de olacaktır. Ashâb: ‘Kimdir onlar ya Rasûlullâh’ diye sorunca: Rasûlullâh şöyle buyurmuştur: Benim ve ashâbımın yolu üzere olanlardır’.”  [(HASEN HADÎS:) Tirmizî: (2641); Hâkim (444)…] 

“Ümmetimden bir topluluk, Allâh’ın emrini dimdik ayakta tutmağa devam edeceklerdir. Onları yardımsız bırakanlar da ve onlara muhâlefet edenlerde onlara zarar veremeyeceklerdir. Onlar, Allâh’ın emri gelinceye kadar bu halleri üzere kalmaya devam edeceklerdir.” [(SAHİH HADÎS:) Buhârî (3641); Müslim: (1037)…]

Arşın el-Kerîm olan Rabb’ine duamız odur ki, bizleri de kurtulan bu fırkaya dâhil ederek haşretsin. Allâhumme Âmin.  

Başarı, el-Hamîd ve el-Hakîm olan Allâh’tandır.

3. Soru: Tâğut ne demektir? 

Cevâb:   

Hamd ve hüküm, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya mahsustur.

Arabça bir kelime olan “tâğut”: “T-ğ-y” kök harflerinden türemiş olup, tekil ve çoğul, dişil ve eril olarak kullanılan bir cins isimdir. Bu kelimede aslolan onun müzekker olmasıdır. Ancak hem müzekker/eril hem de müennes/dişil için kullanılır. 

Tâğut kelimesin masdarı olan “tuğyân”: “İsyan et-mek, haddi aşmak, azgınlık ve sapkınlık” gibi anlamlara gel-mektedir. [Bak: “T-ğ-y” Maddesi: İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab; Firûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît; Zebidî, Tâsu’l-Arus; Ragıb, Mufredat;… İbn Cevzî, Zâdu’l-Mesir: 1/231-232; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân: 3/281.] 

Nitekim Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye rahimehullâh, şöyle demiştir: “Tâğut, ‘fa’lût’ kalıbında olup, ‘tuğyân’dan türemiştir. Tuğyân ise: Haddi aşmaktır. Bu da zulüm ve haksızlıktır.” [İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ: 28/200.] 

Tâğut kelimesinin ıstılâh (terim) mânâsı hakkında ümmetin âlimleri birçok açıklamalar yapmışlardır. Onlardan bazıları şöyledir:  

İmâm İbn Cevzî rahimehullâh, tâğut kavramının tanımına dair şöyle demiştir: “Tâğuttan neyin kastedildiği hakkında beş görüş vardır.

Birincisi: O, şeytândır. Bunu Ömer bin Hattab, İbn Abbas, Mücâhid, Şâbi, Suddi ve diğerleri demişlerdir. 

İkincisi: O, kâhindir. Bunu Saîd bin Cubeyr ve Ebû’l-Âlîye demişlerdir. 

Üçüncüsü: O, sihirbazdır. Bunu Muhammed bin Sirin demiştir. 

Dördüncüsü: Putlardır. Bunu Yezidi ve Zeccac demişlerdir. 

Beşincisi: Ehl-i Kitâb’ın azgınlarıdır. Bunu da Zeccac demiştir.” [İbn Cevzî, Zâdu’l-Mesir: 1/231-232.] 

Tabiînin büyüklerinden İmâm Mücâhid rahimehullâh’tan rivayet edildiğine göre tâğut: “İnsânların idârecisi konumunda bulunan, halkın kendisine danışıp işlerinin hükme bağlanmasını istedikleri, insân sûretindeki şeytânlardır. Tâğut (Allâh’ın kanunları dışında) kendisine başvurulan insânların efendisidir.” [Suyutî, ed-Durru’l-Mensur: 2/22.] 

İlk müfessirlerden Mukâtil bin Süleymân rahimehullâh tâğutu: “Şeytân, putlar ve Yahûdî Ka’b bin Eşref” olarak üç farklı mânâda tefsîr etmiştir. [(Şeytân:) Bakara: 2/256; Nisâ: 4/76; Maide: 5/60 (Putlar:) Nahl: 16/36; Zumer: 39/17  (Ka’b bin Eşref:) Bakara: 2/257; Nisâ: 4/51. Mukâtil bin Süleymân, el-Eşbâh ve’n-Nezir fi’l-Kur’âni’l-Kerîm: 142-143.]

İmâm Taberî rahimehullâh’a göre tâğut: “Allâh’a karşı isyânkâr olup, zorla, zorlamayla veya gönül rızâsıyla kendisine tapınılıp ma’bûd tutulan insân, şeytân, put, heykel ya da herhangi başka bir şeydir.” [Taberî, Câmiu’l-Beyân: 5/419.]

İmâm Mâverdî rahimehullâh, bu tanımlara kötülüğü emreden nefsi de ilave etmiştir. [Mâverdî, en-Nukt ve’l-Uyûn: 1/327.]

İmâm Beğavî rahimehullâh ise tâğutu şöyle tanımlamıştır: “Tâğut: İnsânın tuğyân etmesine sebeb olan her şeydir.” [Beğavî, Meâlimu’t-Tenzîl: 1/350.]

Kadı Beydâvî rahimehullâh’a göre tâğut: “Tuğyânın zirvesine ulaşan, Allâh’a kulluğu engelleyen şeydir.” [Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl: 1/155.]

Ragıb el-İsfehânî rahimehullâh “Müfredat” da, Allâh’ın dışında tapınılan şeylerin tamamı, sapkın önderler, hayır yolundan çevirenler ve Ehl-i Kitâb’ın azgınlarının da tâğut olarak isimlendirildiğini belirtmiştir. [İsfehânî, Müfredat: 1/520-521.]

Allâme Âlûsî rahimehullâh ise tefsîrinde tâğutla ilgili bütün bu görüşlere yer verdikten sonra şöyle demiştir: “En doğrusu bütün bu sayılanlara tâğut demektir.” [Âlûsî, Ruhu’l-Meâni: 2/14.]      

İmâm Mâlik rahimehullâh’a göre tâğut: “Allâh’tan başka (kendisine) ibâdet edilen her şeydir.” [Mukâtil bin Süleymân, el-Eşbâh ve’n-Nezir fi’l-Kur’âni’l-Kerîm: 142-143.]

Leys, Ebû Ubeyd, Kisai, Vahîdî ve lügatçilerin cumhuru da bu görüştedir. [Nevevî, el-Minhâc fi Şerhi Sahîhi Müslim: 3/18.]

İmâm İbn Kayyim rahimehullâh ise tâğut kavramı hakkında takdire şâyân bir tanım yaparak şöyle demiştir: “Tâğut: Kendisine ibâdet edilme, bağlanılma ve itaat edilme noktasında haddini aşan kul demektir. İnsânların tâğutu, Allâh ve Rasûlü’ nün kanunlarıyla hükmetmeyen, Allâh’tan başka kendisine muhâkeme olunan, ibâdet edilen ve Allâh’ın emrine dayanmaksızın, Allâh’a itaat etmeksizin kendisine tâbi olunanlardır. Bunları düşünür ve insânların durumlarına bakarsan, insânların çoğunun Allâh’a değil tâğutlara ibâdet ettiğini, Allâh ve Rasûlü’nün hükümlerine değil, tâğutların hükümlerine muhâkeme olduklarını, Allâh ve Rasûlü’ne değil, tâğuta itaat edip tâbi olduklarını görürsün.” [İbn Kayyim,  İlâmu’l-Muvakkıîn: 1/40.] 

Şehid Seyyid Kutub rahimehullâh, şöyle demiştir: “Tâğut, ‘tuğyân’ kökünden türemiştir. Gerçeği çiğneyen Allâh’ın kulları için çizdiği sınırı aşan düşünce, sistem ve ideoloji anlamına gelir. Bu düşüncenin, sistemin ve ideolojinin, Allâh’a inanmaktan, O’nun koyduğu kanunlara uymak gibi herhangi bağlayıcı bir kuralı yoktur. 

İlkelerini Allâh’u Teâlâ’nın kanunlarından almayan her sistem, her kurum, her düşünce, her davranış kuralı, her gelenek tâğut kapsamına girer. Buna göre ancak kim tâğutun karşısına çıkar ve sistemindeki kâfirliklerin tümünü kökünden reddederek Allâh’a inanır ve yalnızca ona boyun eğerse kurtuluşa erer.” [Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l-Kur’ân: 1/292.]

Şeyh Muhammed Hâmid el-Fakî rahimehullâh, tâğutun tarifinde şöyle demiştir: “Selefin sözlerinden özetle tâğutu şöyle tanımlayabiliriz: Kulu Allâh’a ibâdetten, dîni ve itaati yalnızca Allâh’a ve Rasûlü’ne has kılmaktan çeviren ve alıkoyan her şeydir. Bu, cinlerden olan şeytân da olabilir, insânlardan olan şeytân da olabilir. Ağaçlar, taşlar ve diğer başka şeyler de olabilir. Şüphesiz buna kanlar, mallar ve ırzlar hususunda insânların koymuş olduğu, İslâm’a ve İslâm Şerîatı’na uymayan kanunlarla hükmetme de dâhildir. Bu yolla hadlerin ikamesi, fâizin, zinânın, içkinin haram kılınması gibi Allâh’ın Şerîatı’ndan olan şeyler geçersiz kılınmış olur ve insânların koymuş oldukları bu kanunlar, kendi yaptırım güçleri ve onları uygulayanların yetkisi ile yasallaşarak korunurlar. Dolayısıyla kanunların kendisi bizzat tâğuttur, bu kanunları koyanlar ve propagandasını yapanlar tâğutturlar, gerek kasıtlı gerekse kasıtsız olarak Rasûlullâh’ın getirmiş olduğu gerçeklere uymaktan insânları alıkoymak için insân aklının icat etmiş olduğu her türlü yazılı metin ve buna benzer şeylerin tamamı tâğuttur.” [Fethu’l-Mecîd Şerhu Kitâbi’t-Tevhîd: 282 (Dipnot: 1).] 

Tâğut kavramının tanımı hakkında yaptığımız bu nakilleri daha da uzatmak mümkün olmakla beraber bu kadarı onun kimliği hakkında yeterli bilgi vermektedir. Tâğutun kimliğini tespit için bu nakilleri incelediğimizde tâğutu, Allâh’tan başkasına ibâdete çağıran şeytân, kendisine tapılan put, gaybı bildiğini iddia eden kâhin, sihir yapan sihirbaz ve Allâh’ın kanunları haricindekilerle hükmeden idâreci şeklinde sınıflandırabiliriz. Ancak tâğut, Allâh’tan başka kendisine ibâdet edilen her şey olduğuna göre, tâğutların sayısını belirli bir şekilde ifâde edemeyiz. Bunun için diyorum ki: 

Tâğut, yeryüzünde İslâm Dîni’ne yani Allâh’ın kanun ve yasalarına isyân ederek başkaldırmak sûretiyle haddi aşan ve aştıran, insândan devlete, güçten otoriteye, nefisten şeytâna, puttan kâhine kadar, canlı veya cansız, soyut veya somut her türlü şeyin ortak adıdır.

Bu mânâda tarihin her döneminde ve dünyânın her yerinde, aynı veya farklı yerlerde eşzamanlı olarak bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilen tâğut, aşırı derecede tuğyânkâr olup, insânlar üzerinde ilâhlık iddia edip, onların dünyâ hayatını düzenlemeye kalkışan her şeydir. 

Zîrâ tâğut bir kimliktir. Küfrü, zulmü, fıskı, şerri, haksızlığı, adâletsizliği, putçuluğu, azgınlığı, sapkınlığı ve -zikretmekte âciz kaldığım- tüm kötülükleri ifâde eden bir kimliktir. Bu kimlik çeşitli şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Bazen kendini Fir’avun ilan eden -antik ya da çağdaş- bir yönetici, bazen de Komünizm veya Demokrasi… adıyla azgın bir sistem ve kimi zaman da dindar kılığına girerek insânlara âlemlerin rabbi olan Allâh’tan gayrisine ibâdeti süslü gösteren bir belam…

Tâğutları redderek Allâh’a tevhîd üzere îmân edenlere müjdeler olsun.

4. Soru: Kur’ân-ı Kerîm’de tâğut kelimesinin geçtiği âyetler hangileridir?

Cevâb:  

Hamd ve hüküm, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya mahsustur. 

Kur’ân-ı Kerîm’de tâğut kelimesinin geçtiği sekiz âyet-i kerîme bulunmaktadır. Bu âyetler nüzûl sıraları itibariyle şöyledir: Zumer Sûresi’nin 17. âyeti, Nahl Sûresi’nin 36. âyeti, Bakara Sûre si’nin 256. ve 257. âyetleri, Nisâ Sûresi’nin 51. , 60. ve 76. âyetleri, Mâide Sûresi’nin 60. âyet-i kerîmesidir.

Mushaf sırasına göre ise bu âyet-i kerîmeler: Bakara Sûresi’nin 256. ve 257. âyetleri, Nisâ Sû-resi’nin 51.- 60. ve 76. âyetleri, Mâide Sûresi’nin 60. âyeti, Nahl Sûresi’nin 36. âyeti ve Zumer Sûresi’nin 17. âyeti olarak sıralanmaktadır.

Bu âyet-i kerîmeler, mushaf tertibi îtibarîyle mealleriyle birlikte şöyledir:

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

“Dinde (Ehl-i Kitâb’a ve Mecûsîlere, cizye verdikleri takdirde) zorlama yoktur. Artık hak, bâtıldan apaçık ayrılmıştır. O halde her kim tâğutu reddederek Allâh’a îmân ederse, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulba yapışmıştır. Allâh işitir ve bilir.” (Bakara: 2/256)

“Allâh, îmân edenlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîleri ise tâğuttur. Onları aydınlıktan çıkararak karanlıklara sokarlar. İşte bunlar, cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalırlar.” (Bakara: 2/257) 

“Kendilerine kitâbtan bir pay verilenleri (Yahûdîleri) görmedin mi? Onlar, tâğuta ve cibt’e îmân ediyorlar ve diğer kâfirler (Mekke müşrikleri) için: Bunlar, îmân edenlerden daha doğru bir yoldadır’ diyorlar.”(Nisâ: 4/51) 

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten îmân ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Bunlar, tâğuta muhâkeme olmayı istiyorlar. Oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardı. Şeytân da onları uzak bir sapıklıkla saptırmak istiyor.” (Nisâ: 4/60) 

“Îmân edenler Allâh yolunda savaşırlar; kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar. Öyleyse şeytânın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, şeytânın hilesi pek zayıftır.” (Nisâ: 4/76)

“De ki: Allâh katında, kesinleşmiş bir cezâ olarak bundan daha kötüsünü haber vereyim mi? Allâh’ın kendisine lânet ettiği, ona karşı gazâblandığı ve onlardan maymunlar ve domuzlar kıldığı ile tâğuta ibâdet edenler; işte bunlar, yerleri daha kötü ve dümdüz yoldan daha çok sapmışlardır.” (Mâide: 5/60) 

“Andolsun, biz her ümmete: ‘Allâh’a kulluk edin ve tâğuttan kaçının’ diye bir rasûl gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allâh hidâyet verdi, onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların sonunun ne olduğunu görün.” (Nahl: 16/36) 

“Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allâh’a içten yönelenler için bir müjde vardır. Öyleyse kullarıma müjde ver.” (Zumer: 39/17)

Hâtime:

Hamd âlemlerin rabbi olan Allâh’a mahsustur. Salât ve selâm yaratılmışların en hayırlısı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in, âlinin ve ashabının üzerine olsun.

Yardım ve başarı, izzet ve şeref Allâh’tandır.

O, her şeyin en iyisini bilendir.

Muvahhid Kullara Selâm Olsun.

KAYNAK :

Abdullâh Saîd el-Müderris


( Tâğuta Muhâkeme Olmayı İstiyorlar (1. 2. 3. Ve 4. Soru) başlıklı yazı Polat Akyol tarafından 15.04.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.