1 Tâğuta Muhâkeme Olmayı İstiyorlar (5. 6. Ve 7. Soru)

TÂĞUTA MUHÂKEME OLMAYI İSTİYORLAR

(5. 6. VE 7. SORU)

HUTBETU’L-HÂCE:

Hamd, -âlemlerin rabbi olan- Allâh’a mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. O’nun hidâyete erdirdiğini hiç kimse saptıramaz, saptırdığını ise hiç kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki, Allâh’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem O’nun kulu ve Rasûlüdür.

Bundan sonra: 

5. Soru: Tâğutların reddedilmesinin hükmü nedir?

Cevâb:

Hamd ve hüküm, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya mahsustur.

Tâğutları reddetmek her mükellef için farz olup,  îmânın ilk şartının ön şartıdır. Yani Müslüman olmanın ilk şartı Allâh’a îmân etmek, Allâh’a îmân etmenin ilk şartı ise tâğutları reddetmektir. Nitekim İmâm Muhammed bin Süleymân rahimehullâh, şöyle demiştir: “Allâh’u Teâlâ sana rahmet etsin. Bil ki! Allâh’ın âdemoğluna farz kıldığı ilk şey tâğutu reddetmek ve Allâh’a îmân etmektir.” [ed-Durerus-Seniyye: 1/161.] 

Şart lügatte: “Alâmet” demektir. Istılâhta ise: “Yok olması halinde hükmünde yok olacağı, var olması halinde ise bizâtihi hükmün varlığının veya yokluğunun gerekli olmadığı şeydir.” [Bak: el-Mevsûatu’l-Fıkhiyye: 3/22.] 

Misâlen: Yapılan ibâdetlerin sahîh yani kabul olma şartlarından ilki îmândır. Bir kimsenin îmânlı olarak yapmış olduğu namaz, oruç ve cihad gibi ameller, eğer bu amelleri ifsad edici başka bir durum yok ise kabul olunur ve âhirette bunlara mukabil ecir alınır. Ancak îmân olmadan yapılacak tüm ibâdet çeşitleri sahîh olmaz. Zîrâ îmân olmadan ibâdet etmek, kişiye fayda sağlamaz. Yani yapılan ibâdetlerin geçerli olmasındaki ilk şart, îmândır. Îmânın ilk şartı ise tâğutları reddetmektir. Tâğutları reddetmeden onlardan uzak olmadan îmân asla kabul olunmaz. Îmânın kabul olması tâğutların reddedilmesi şartına bağlanmıştır. 

Nitekim Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: 

“Artık hak, bâtıldan apaçık ayrılmıştır. O halde her kim tâğutu reddederek Allâh’a îmân ederse, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulba yapışmıştır.” (Bakara: 2/256)

Âyet-i kerîmede “Her kim tâğutu reddederek, Allâh’a îmân ederse”  buyrulmuş Allâh’a îmân için önce tâğutun reddi emredilmiştir. Yani kelime-i tevhîd’de olduğu gibi önce red, sonra isbât/kabul emredilmektedir. Kelime-i tevhîd’in “İlâh yoktur” kısmı red, “Allâh’tan başka” kısmı ise isbâttır. Âyetteki “Her kim tâğutu reddederse” kısmı red, “Allâh’a îmân ederse” kısmı ise isbâttır. Bu âyet-i kerîme bilindiği üzere Medenî (Medîne’de inmiş) olup, Kur’ân-ı Kerîm’ de tâğuttan bahseden Mekkî âyetlerde de aynı durum mevcuttur. O âyetlerde de tâğutların reddi istenmiş, bu red Allâh’a îmân ve ibâdetten önce zikredilmiştir. 

Nitekim Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: 

“Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allâh’a içten yönelenler için bir müjde vardır. Öyleyse kullarıma müjde ver.” (Zumer: 39/17)

Bu âyet-i kerîmede de “Tâğuta kulluk etmekten kaçınan” kavliyle öncelikle tevhîdin red kısmının teşekkülü istenmiş, “Allâh’a içten yönelenler” buyrularak da tevhîdin isbât kısmını ortaya koyanlara müjdeler olduğu beyân edilmiştir. 

Şeyh Süleymân bin Abdullâh rahimehullâh, şöyle demiştir: “Mânâsını bilmeden, gerektirdiği tevhîdi sağlamadan, bütün şirkleri terketmeden ve tâğutu reddedip tekfîr etmeden şehâdet kelimesini söylemek icmâ ile sâhibine bir fayda sağlamaz.” [Süleymân bin Abdullâh, Teysiri’l-Azîzi’l-Hâmid: 51.] 

Şeyh Şankîtî, ise şöyle demiştir: “Tâğutu reddetmedikçe hiçbir kimsenin îmân etmiş sayılmayacağını aşağıdaki âyet çok iyi açıklamaktadır. 

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyuruyor: 

‘O halde her kim tâğutu reddederek Allâh’a îmân ederse, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulba yapışmıştır.’ (Bakara: 2/256)

Âyet-i kerîmede tâğutu inkâr etmeksizin kopmak bilmeyen sağlam bir kulba tutunmanın söz konusu olmadığı bildirilmektedir. Zîrâ böyle bir durumda kişi, kendini îmândan mahrum bırakmıştır. Çünkü ‘Sapasağlam kulb’îmânın ta kendisidir. Tâğutu inkâr etmeme hadisesi hiçbir zaman îmân ile bir arada bulunmaz. İkisinin bir arada bulunması imkânsız bir şeydir. Nedeni ise Allâh’a îmânın şartı veya rüknü tâğutu reddetmektir. Zîrâ açık olarak ‘Her kim tâğutu reddederek’ buyrulmuştur…” [Şankîtî, Edvâu’l-Beyân: 1/244-245.] 

İfade olunduğu üzere tâğutun reddedilmesi îmânın ön şartıdır ve hiçbir kimse tâğutu reddetmeden Müslüman olamaz. Tâğutun reddi kalb, dil ve tüm âzâlarla gerçekleşmelidir. 

Müslüman olmak ve de Müslüman kalmak isteyen bir kimse, kalbiyle tüm tâğutlardan nefret etmeli, onların yok olmalarını istemeli ve onlara karşı kalbinde en ufak bir sevgi dâhi bulundurmamalıdır. Bunu diliyle ifâde etmeli ve organlarıyla kalbinin ve dilinin ikrârını yalanlamamalıdır. Bu da tâğutlara düşmanlık ederek buğzetmekle, onları velî edinmemekle, onlardan hüküm istememekle, onları desteklememekle, onların savunuculuğunu yapmamakla ve onlara ibâdet etmemekle gerçekleşir. Zîrâ tâğutların reddi tecezzi (parçalara ayırma) kabul etmediğinden tâğutların reddedilmesi, onların tüm cüzlerinden ve çeşitlerinden teberri (arınıp yüzçevirmek) ile mümkün olur. 

Misâlen: Tâğuti bir sistemin kendisini, velâyetini, savunuculuğunu ve ona ibâdeti reddettiğini söyleyen bir kimse “tâğutun hâkimiyetini reddetmiyorum” diyemez. Yine tâğuti bir sistemi, hâkimiyeti dâhil tüm cüzleriyle reddettiğini ikrâr eden bir kimse, tâğuttan herhangi bir mes’ele hakkında hüküm talebinde bulunamaz. Bu ancak münâfıklığı meslek edinmiş kâfirlerden sudûr edebilecek bir harekettir. 

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

“Münâfıklara Allâh’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin dendiği zaman, onların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.” (Nisâ: 4/61) 

“Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allâh’a ve Rasûl’e (Kitâb ve Sünnet’e) çağırıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler.” (Nûr: 24/48)

“Kâfir olanlara gelince onlar uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler.” (Ahkâf: 46/3) 

Mü’minlerin ise herhangi bir mes’ele hakkında içerisinde bulundukları ihtilâfın çözüm kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir. Onlar tâğutu tüm cüzleriyle ve çeşitleriyle reddederek Allâh Tebâreke ve Teâlâ’ya îmân ederler ve ancak Kur’ân ve Sünnet’e itaat ederler. Tamamı adâlet olan Kur’ân ve Sünnet’in hükümlerine muhâkeme olmaya çağırıldıklarında “işittik ve itaat ettik” diyerek icâbet ederler. Çıkan hükümden dolayı da içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın âlemlerin Rabbine teslim olurlar. 

Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Aralarında hüküm vermesi için Allâh’a ve Rasûl’e (Kur’ân ve Sünnet’e) çağırıldıklarında mü’minlerin sözü ancak ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte asıl bunlar felâha (kurtuluşa) erenlerdir.” (Nûr: 24/51)

Kur’ân-ı Kerîm’de tâğutların tüm cüz ve ceşitleriyle reddedilmesine dair birçok âyet-i kerîme bulunmaktadır. 

Misâlen: Tâğutlara îmân etmenin reddine dair, 

Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Kendilerine Kitâb’tan bir pay verilenleri (Yahûdîleri) görmedin mi? Onlar, tâğuta ve cibte îmân ediyorlar.” (Nisâ: 4/51) 

“Andolsun, biz her ümmete: ‘Allâh’a kulluk edin ve tâğuttan kaçının’ diye bir rasûl gönderdik.” (Nahl: 16/36)

“O halde her kim tâğutu reddederek Allâh’a îmân ederse, kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulba yapışmıştır. Allâh işitir ve bilir.” (Bakara: 2/256)

Tâğutların velâyetinin reddine dair, 

Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: 

“Allâh, îmân edenlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîleri ise tâğuttur. Onları aydınlıktan çıkararak karanlıklara sokarlar. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalırlar.” (Bakara: 2/257) 

Tâğutların muhâkemesinin reddine dair, 

Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: 

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten îmân ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Bunlar, tâğuta muhâkeme olmayı istiyorlar. Oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardı. Şeytân da onları uzak bir sapıklıkla saptırmak istiyor.” (Nisâ: 4/60) 

Tâğutların savunuculuğunun reddine dair, 

Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: 

“Îmân edenler Allâh yolunda savaşırlar; kâfirler ise tâğut yolunda savaşırlar. Öyleyse şeytânın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, şeytânın hilesi pek zayıftır.” (Nisâ: 4/76)

Tâğutlara ibâdet etmenin reddine dair, 

Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: 

“De ki: Allâh katında, kesinleşmiş bir cezâ olarak bundan daha kötüsünü haber vereyim mi? Allâh’ın kendisine lânet ettiği, ona karşı gazâblandığı ve onlardan maymunlar ve domuzlar kıldığı ile tâğuta ibâdet edenler; işte bunlar, yerleri daha kötü ve dümdüz yoldan daha çok sapmışlardır.” (Mâide: 5/60) 

Anlaşıldığı üzere tâğutların reddi kalb, dil ve tüm âzâlarla olmadıkça, îmânın ön şartı olan tâğutların reddedilme şartı yerine gelmemektedir. Allâh’a îmân ettiğini iddia etmekle beraber, tâğutları emredildiği üzere reddetmeyenler, Allâh’a şirk koşmuş olacaklarından ebedî olarak cehennemde kalacaklardır. Tâğutları tüm cüz ve çeşitleriyle reddederek Allâh’a îmân edenlere müjdeler vardır. 

Nitekim Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır: 

“Tâğuta ibâdet etmekten kaçınan ve Allâh’a içten yönelenler için bir müjde vardır. Öyleyse kullarıma müjde ver.” (Zumer: 39/17)

6. Soru: Hâkimiyet ne demektir ve kime aittir? 

Cevâb:       

Hamd ve hüküm, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya mahsustur. 

“el-Hukm” kelimesi Arabçada: “İyileştirmek amacıyla menetmek, düzeltmek, karar vermek” mânâlarında masdar; “ilim, derin anlayış, siyâsi hâkimiyet, karar ve yargı” mânâlarında isim ola-rak kullanılan bir kelimedir. Fıkıh ilminde: “İslâm Dîni’nin inanç, ibâdet, muamelât ve ahlâka dair temel ilkelerini ifâde etmektedir.” Fıkıh usûlünde ise: “Mükelleflerin fiilleriyle ilgili ilâhi hitâblara hüküm” denir. 

Bu kökten gelen hâkimiyet kelimesi: “Engel olmak, men etmek” anlamına gelen bir masdardır. Buna göre: “Hâkimiyet, kendisi dışında tüm kudret ve kuvvet sâhiblerine engel ve üstün olma hâlini ifâde etmekle birlikte, hüküm verme, kanun ve nizam belirlemede de tek yetkili olma hâlini ifâde eder.” [Bak: “H-k-m” Maddesi: İsfahânî, el-Müfredat; Firûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab; Cevherî, es-Sıhâh; İbn Fâris, Mucemu Makâyisi’l-Luğa; Zebidî, Tâcu’l-Arûs…] 

Hâkimiyet kelimesinin Türkçe karşılığı “egemenlik”tir. “Ege” kökünden türeyen “egemen” kelimesi: “Yönetimini hiçbir kısıtlama veya denetime bağlı olmaksızın sürdüren, bağımlı olmayan, sözünü geçiren, hükümran ve hâkim olan” anlamlarına gelmektedir. Egemen sıfatının isim hâlini oluşturan “egemenlik” ise: “Egemen olma durumu” demektir. [Bak: Büyük Türkçe Sözlük: 323; T.D.K Türkçe Sözlük: 1/34; Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü: 102.] 

Kur’ân-ı Kerîm’de hâkimiyet/egemenlik kavramı, genel olarak kevnî, uhrevî ve şer’î/kanuni olarak üç kısma ayrılır.    

Kevnî Hâkimiyet: Âlemlerin yani tüm kâinatın yaratılışı, bunlara bir düzen ve kanunun belirlenişi, bu kanunlara göre idâre edilişi ve varlıkta kalabilmek için ihtiyaç duydukları şeylerin onlara verilmesini ifâde eder. Hiç şüphesiz kevnî hâkimiyeti elinde bulunduran Allâh Azze ve Celle ’dir. 

Allâh Subhânehu Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

“De ki: Kimdir sizi gökten ve yerden rızıklandıran? Kimdir kulaklarınızı ve gözlerinizi yaratan? Kimdir ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran? Kimdir bütün işleri çekip çeviren, kâinatı yöneten? Duraksamadan: ‘Allâh’ diyeceklerdir. De ki: O halde O’nun cezâsından sakınmaz mısınız?”(Yûnus: 10/31)

“De ki: ‘Bütün yeryüzü ve içinde yaşayanlar kimindir söyleyin bakalım, biliyorsanız?’ Elbette: ‘Allâh’ındır’ diyecekler. Öyleyse sende de ki: ‘Neden aklınızı başınıza almıyorsunuz?’ ‘Peki, yedi kat göğün ve yüce arşın rabbi kimdir?’ diye sor. Elbette: ‘Allâh’tır’ diyecekler. Öyleyse, de ki: ‘İnandığınız Allâh’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?’ De ki: ‘Peki her şeyin gerçek yönetimini elinde tutan, kendisi her şeyi koruyup gözeten, ama kendisi himâye altında olmayan kimdir? Biliyorsanız söyleyin bakalım! Elbette ‘Allâh’tır’ diyecekler. Sen de ki: ‘Öyleyse nasıl oluyor da büyülenip (aldanıp) gerçekten uzaklaşıyorsunuz?’ Hayır, Biz onlara gerçeği getirdik; fakat buna rağmen onlar, yalanı tercih ediyorlar.” (Mü’minûn: 23/84-90)

Bu hâkimiyet türünün yalnız Allâh’a ait olduğunu dünün müşrikleri gibi günümüzün müşrikleri de kabul etmektedirler.    

Uhrevî Hâkimiyet: Bu hâkimiyet türü âhiret hayatına dair tüm yetki ve kararlara sâhib olunmasını ifâde eder. Hiçbir kimseye haksızlık yapmadan Müslüman ve kâfir, suçlu ve suçsuz ayrımı yaparak, cezâ veya mükâfata karar verenin, hükmünde ve irâdesinde eşi ve benzeri olmayanın hâkimiyetidir. Kevnî hâkimiyet gibi uhrevî hâkimiyette sâdece Allâh’a aittir. 

Allâh Subhânehu Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: 

“Kâfir olanlar, kendilerine kıyâmet ansızın gelinceye yahut da onlara kısır bir günün azâbı gelip çatıncaya dek, o Kur’ân’dan şüphe içindedirler. İşte o gün mülk Allâh’ındır. O insânların arasında hükmünü verir. Artık îmân edip sâlih ameller işlemiş olanlar, Naîm Cennetleri’ndedirler.” (Hacc: 22/55-56)

“O günde onlar (kabirlerinden) çıkacaklardır. Onların hiçbir şeyi Allâh’a gizli kalmaz. Bu gün mülk (hâkimiyet ve her şeyin mutlak sâhibliği) kimindir?’ (diye sorar). Kahhâr ve tek olan Allâh’ındır. Bugün herkese kazandığı ile karşılık verilecektir. Zulüm yoktur, bu gün Allâh, hesâbı çarçabuk görendir.” (Gâfir: 40/16-17)

Bu hâkimiyet türünün de yalnız Allâh’a ait olduğunu dünün müşrikleri gibi günümüzün müşrikleri de kabul etmektedirler.    

Şer’î Hâkimiyet: Bu hâkimiyet türü ise kulların fiilleri hakkında yetki ve kararlara sâhib olunmasını ifâde eder. İnsânların ve cinlerin nasıl ibâdet edeceklerini, tüm hayatlarına dair neyi yapabileceklerini ve de neyi yapamayacaklarını kanun ve yasa olarak belirtme gücünde bulunanın hâkimiyetidir. 

Kevnî ve uhrevî hâkimiyet gibi şer’î hâkimiyette sâdece Allâh Azze ve Celle’ye aittir. Ancak O’nu kevnî ve uhrevî hâkimiyette birleyen geçmişin ve bu günün müşrikleri, şer’î hâkimiyette O’na şirk koşmuşlar ve de koşmaktadırlar. Hâlbuki mutlak ve sınırlandırılamaz hâkimiyet, yalnızca Allâh’ındır. Kevnî, uhrevî ve şer’î olarak hüküm vermek, sâdece Allâh’a has bir yetkidir. Başkalarının bunda hiçbir ortaklığı yoktur. Hiçbir kimsenin Allâh ile birlikte hüküm vermesi söz konusu değildir. O, hükmüne ve hâkimiyetine hiçbir kimseyi asla ortak etmez. Buna göre İslâm Dîni’nde tartışılamaz ve oylanamaz kâide şudur: “Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız Allâh’a aittir.”

Kur’ân-ı Kerîm’de hâkimiyetin kayıtsız ve şartsız Allâh Tebâreke ve Teâlâ’ya ait olduğunu açıklayan birçok âyet-i kerîme vardır. Onlardan bazıları şöyledir: 

Allâh Subhânehu Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

“Mülkü/hâkimiyeti elinde bulunduran Allâh, ne yücedir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Mülk: 67/1) 

“İyi bilin ki! Yaratmak da, emretmek de (hükmetmek de yalnızca) O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allâh ne yücedir.” (Arâf: 7/54) 

“İyi bilin ki hüküm yalnız O’nundur. O, hesâb görenlerin en çabuğudur.” (Enâm: 6/62)

“Hüküm vermek yalnızca Allâh’a aittir. O, doğru haberi verir ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır.” (Enâm: 6/57) 

“Hüküm vermek yalnızca Allâh’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye ibâdet etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan dîn işte budur. Fakat insânların çoğu bilmezler.” (Yûsuf: 12/40) 

“Hüküm vermek yalnızca Allâh’a aittir. Ben O’na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnız O’na tevekkül etsinler.” (Yûsuf: 12/67) 

“Hüküm veren Allâh’tır, O’nun hükmünü gözden geçirecek hiç kimse yoktur. O’nun hesâblaşması pek çabuktur.” (Rad: 13/41) 

“O, Allâh’tır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. İlkte ve sonda hamd O’na mahsustur. Hüküm yalnızca O’nundur. Kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas: 28/70) 

“Sen Allâh ile beraber başka (hiç) bir ilâha ibâdet etme. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun vechinden başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas: 28/88)

“O, hükmüne hiçbir kimseyi ortak etmez.” (Kehf: 18/26)

“Onlar, hâlâ câhiliyye devrinin (şirk olan) hükmünü mü istiyorlar? Yakînen bilen bir kavim (topluluk) için Allâh’tan daha güzel hüküm veren kim vardır?” (Mâide: 5/50)

Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Muhakkak ki gerçek hakem Allâh’dır. Hüküm (ondan çıkar, yine) ona (döner).”  [(SAHİH HADÎS:) Ebû Dâvûd (4955); Nesâî (5387)…]

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız süre­ce, asla doğru yoldan sapmayacaksınız. Bunlar, Allâh’ın Kitâbı ve Nebîsi’nin Sünneti’dir.” [(SAHİH HADÎS): Mâlik (1874); İbn Abdilberr (Câmiu: 1389)…]

İmâm Taberî rahimehullâh, şöyle demiştir: “Allâh’u Teâlâ, yarattığı hiç bir mahlûku hüküm verme konusunda kendisine ortak kabul etmez. İnsânlar arasında hüküm verecek yalnız O’dur. Hüküm verme, ihtilâfları çözme, insânları ve işlerini idâre etme konusunda dilediği ve sevdiği şekilde hareket eder. Bu özellik sâdece O’nun hakkıdır.” [Taberî, Câmiu’l-Beyân: 15/234.] 

İmâm Beğavî rahimehullâh, şöyle demiştir: “Hüküm vermek, emretmek ve yasaklamak ancak Allâh’u Teâlâ’ya ait bir haktır.” [Beğavî, Meâlimu’t-Tenzîl: 2/493.] 

İmâm İbn Kayyim rahimehullâh, Nisâ Sûresi’nin 59. âyet-i kerîmesine dair şöyle demiştir: “Âyet-i kerîmedeki: ‘Herhangi bir şey…’ ifâdesi, şart bağlamında gelen nekira (belirtisiz) bir ifâdedir ve büyük küçük, celî/açık ve hafî/kapalı dînin bütün konularında mü’minlerin ihtilâfa düştükleri bütün mes’eleleri kapsar. İhtilafa düştükleri konuların hükmü Allâh’ın Kitâbı’nda ve Rasûlü’nün Sünneti’nde bulunmasaydı ve bu iki kaynaktaki hükümler, bu mes’elelerin çözümü için yeterli olmasaydı, onlara bu mes’eleleri bu iki kaynağa döndürmelerini emretmezdi. Çünkü anlaşmazlığı gidermek için, çözümü olmayan bir kişiye çözüm için başvurmayı Allâh’ın emretmesi imkânsızdır.

Allâh’a döndürmenin, Allâh’ın Kitâbı’na başvurmak, Rasûlullah’a döndürmenin ise, hayatında bizzat kendisine, vefat ettikten sonra da Sünneti’ne başvurmak olduğu konusunda insânlar icmâ etmişlerdir.” [İbn Kayyim, İlâmu’l-Muvakkıîn:  1/39.] 

Şeyh Şankîtî, rubûbiyyet özelliklerine dikkat çekerek kanun ve yasa koymanın sâdece Allâh’a ait olduğunu şöyle açıklamaktadır: “Allâh Azze ve Celle, hüküm verme ve hüküm koyma hakkının kime ait olduğunu, bu zâtın sıfatlarının neler olduğunu birçok âyette bildirmiştir. Her akıl sâhibinin Allâh’u Teâlâ’nın bildirdiği, hüküm koyucuda bulunması gereken sıfatları düşünmesi lazımdır. 

Beşerî kanunları koyanların sıfatı, Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen teşrî koyanda bulunması gereken sıfatlara uyuyor mu acaba? Eğer Kur’ân-ı Kerîm’deki sıfatlar, onların sıfatlarına uyuyorsa, o zaman onların kanunlarına tâbi olunsun! Fakat bu teşrî koyucuların sıfatları Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilen teşrî koyucunun sıfatına asla ve hiçbir zaman uymamaktadır, uymayacaktır. Üstelik onların sıfatları, ya Kur’ân’da zikredilen teşrî koyucunun sıfatına nazaran çok alçak ve çok düşükse… İşte o zaman, kendisinin de teşrî koymada hakkı bulunduğunu iddia eden o sahtekâr teşrî koyuculara hadleri bildirilsin! Onlar asla rabblik makamına yükseltilmesin!

İbadette, hükmünde ve mülkünde ortak koşulmasından Allâh’u Teâlâ’yı tenzih ediyoruz. İşte! Allâh’u Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de bildirdiği, teşrî ve hüküm koyucunun sıfatlarına dair âyetlerden bazı misâller:

Allâh Subhânehu Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

‘Hakkında ihtilâfa (ayrılığa) düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allâh’a aittir. İşte bu, Rabbim Allâh’tır. Yalnız O’na tevekkül ettim ve ancak O’na yöneliyorum. O, göklerin ve yerin hiç yoktan var edicisidir. Size kendi cinsinizden eşler, hayvanlardan da çiftler yaratmıştır. Sizi bu şekilde çoğaltmaktadır. Onun benzeri, hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir. Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur, dilediğine rızkını yayar ve daraltır. O, her şeyi hakkıyla bilendir.’ (Şûrâ: 42/10-12)

Bu fecere, küfür içerikli şeytâni kanunları koyanlardan acaba hangileri, ‘bütün işler kendisine dönen’ olarak vasıflandırılabilir? Hangileri ‘O’na tevekkül edilir’ sıfatına sâhibtir? Hangileri ‘gökleri ve yeri örneksiz yaratan’, ‘insânları çiftler halinde yaratan’, ‘hayvanları çiftler halinde yaratan’ sıfatını alabilir? Hangileri ‘O’nun benzeri hiçbir şey yoktur, O işitendir, görendir’ sıfatına sâhibtir? Hangilerinde ‘göklerin ve yerin anahtarları’ vardır? Hangileri ‘dilediğine rızık yayma ve daraltma’ gücüne sâhibtir? Hangileri ‘her şeyi hakkıyla bilendir’ sıfatı ile sıfatlandırılabilir? 

Ey Müslümanlar! Kanun koyucu olanın, helâl ve haramlar belirleyici kimsenin sıfatlarını çok iyi bilmeniz ve anlamanız gerekir. Hiçbir zaman ve asla alçak, câhil, kâfir bir kişiden kanun kabul etmeyin! Böylelerine kesinlikle kanun koyma hakkı vermeyin!” [Şankîtî, Edvâu’l-Beyân: 7/49.] 

Yine şöyle demiştir: “Allâh’u Teâlâ, hüküm konusunda hiç kimsenin kendisine ortak olmasını asla kabul etmez. Hüküm sâdece O’na aittir. O’ndan başka hiç kimsenin kesinlikle hüküm verme yetkisi yoktur. Helâl, Allâh’ın helâl kıldığı, haram, Allâh’ın haram kıldığıdır. Hak dîn, Allâh’ın koyduğu şerîattır. İhtilaflı mes’elelerde sâdece O’nun verdiği hüküm geçerlidir. Hükümden kasıt ise: Allâh’ın hüküm verdiği her mes’eledir. Teşrî koyma mes’elesi ise buna öncelikle dâhildir.” [Şankîtî, Edvâu’l-Beyân: 3/258.] 

Ve yine şöyle demiştir: “Allâh’u Teâlâ dışında kanun koyan, kâfir ve fâcir kimselerden hangi-si, ‘bir olan Allâh’u Teâlâ’ olarak vasfedilebilir? Hangisi ‘O’nun dışında her şey helak olacak’ sıfa-tına sâhibtir? Hangisi ‘bütün kullar ona dönecektir’ sıfatına hâizdir? Allâh’u Teâlâ, sıfatlarının ha-lkın en alçağına verilmesinden münezzeh ve yücedir. Kanun koyma hakkının sâdece Allâh’u Teâ-lâ’nın hakkı olduğunu gösteren âyetlerden birisi de şudur: 

Allâh Subhânehu Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

‘İşte bunun sebebi şudur: Bir olan Allâh’a çağırıldığınız zaman inkâr ettiniz. O’na ortak koşulduğunda inanıp onayladınız. Artık hüküm, Aliyyu’l-Kebîr (olan) Allâh’ ındır.’  (Gâfir: 40/12)

Allâh’u Teâlâ dışında kanun koyan, kâfir ve fâcir kimselerden hangisi, ‘en yüce semâvî Kitâb ’ta Allâh’u Teâlâ’nın Aliyyu’l-Kebîr’ sıfatıyla vasfedildiği gibi vasfedilebilir? Ey Rabbimiz! Sana lâyık olmayan, senin yüceliğine lâyık olmayan her türlü noksan sıfattan seni tenzih ederiz! 

Teşrînin yalnızca Allâh’u Teâlâ’nın hakkı olduğuna delâlet eden diğer bir âyet de şudur: 

Allâh Subhânehu Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

‘O, Allâh’tır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. İlkte (dünyâda) ve sonda (âhirette) hamd O’na mahsustur. (Dünyâ ve âhiret) Hüküm yalnızca O’nundur. Kesinlikle O’na döndürüleceksiniz. (Ey Muhammed) De ki: ‘Ne dersiniz? Allâh, üzerinize geceyi kıyâmete kadar sürekli kılsaydı, Allâh’tan başka hangi ilâh size bir aydınlık getirir? Hâlâ duymayacak mısınız?’ (Yine) De ki: ‘Ne dersiniz? Allâh, üzerinize gündüzü kıyâmete kadar sürekli kılsaydı, Allâh’tan başka hangi ilâh size içinde dinleneceğiniz bir gece getirebilir? Hâlâ görmeyecek misiniz?’ Allâh, rahmetinden ötürü geceyi içinde dinlenesiniz; gündüzü de, lütfünden isteyesiniz ve şükredesiniz diye sizin için yarattı.’ (Kasas: 28/70-73) 

Allâh’u Teâlâ dışında kanun koyanların hangisi, ‘dünyâda ve âhirette hamd onundur’ sıfatıyla vasfedilebilir? Hangisi ‘büyük kudret ve azametini ve de kullarına verdiği nimetini açıklamak için gündüzü, geceye, geceyi gündüze çeviren’ sıfatına hâizdir? Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allâh’u Teâlâ’yı hükmünde, ibâdetinde, mülkünde şeriki olmasından tenzih ederim.” [Şankîtî, Edvâu’l-Beyân: 7/50.] 

Şehid Seyyid Kutub rahimehullâh ise şöyle demiştir: “Hüküm vermek ve buna dayanan kararını uygulamak Allâh’ın elindedir. Gerçekten haber verende sâdece O’dur. Yoluna dâvet edenle onu yalanlayanlar arasında hükmedecek olanda, yine odur. Bu hususlarda, kullarından herhangi birinin en ufak bir yetkisi yoktur… [Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l-Kur’ân: 2/1111.] 

Hükmeden sâdece O’dur. Tek başına hesâba çeken de O’dur. Hükmederken ağır davranmaz, cezâlandırırken de süre tanımaz… 

Müslüman’ın hayata, ölüme, ölümden sonra dirilmeye ve hesâba çekilmeye ilişkin bu düşünce biçimi, Allâh’ı birleme konusundaki tüm tereddütleri ortadan kaldırma bakımından yeterli bir garanti oluşturmaktadır. Bu çerçevede Müslüman yeryüzünde ve kullarla ilgili mes’elelerde Allâh’u Teâlâ’nın hükümranlığına tereddütsüz inanacaktır. Âhirette gerçekleşecek hesâb, cezâ ve hüküm, insânların dünyâda yaptıklarına göre olacaktır. İnsânların yaptıklarından dolayı hesâba çekilişleri de ancak Allâh’tan gelen bir şerîat çerçevesinde yürütülecektir. Çünkü şerîat onlara kıyâmet gününde hesâba çekilmelerine neden olan helâl ve haramı belirleyecek, yine dünyâ ve âhiretteki ilâhi hâkimiyeti bu esasa göre birleştirecektir.

İnsânlar yeryüzünde Allâh’ın kanunları dışında bir yasayla hükmederlerse, âhirette neye göre hesâba çekileceklerdir? Acaba yeryüzünde hükmettikleri ve hükmüne başvurdukları insânların yasalarına göre mi hesâba çekileceklerdir? Yoksa onunla hükmetmedikleri gibi hükmüne de başvurmadıkları semâvî olan ilâhi kanuna göre mi hesâba çekileceklerdir?

İnsânlar şunu iyice bilmek zorundadırlar ki, Allâh’u Teâlâ, insânları kulların yasalarına göre değil, kendi kanunlarına göre hesâba çekecektir. Eğer insânlar, ibâdet ve merâsimlerinde uyguladıkları gibi dünyâ hayatı ve işlemlerini de Allâh’ın kanunlarına uygun biçimde düzenlemezlerse, bu, Allâh’ın huzurunda hesâba çekilecekleri konuların başında gelecektir. O gün, yeryüzünde Allâh’ı ilâh edinmeyip, O’nun dışında birçok rabbler edinmelerinden ötürü hesâba çekileceklerdir. Allâh’ın ilâhlığını tanımadıkları ya da ibâdet ve merâsimler yönünden Allâh’ın yasalarını uygularken sosyal, siyasî ve ekonomik düzen bakımından, uygulama ve ilişkilerinde O’ndan başkasının yasasına uymak sûretiyle şirk koşmaktan dolayı hesâb vereceklerdir. Çünkü Allâh, kendisine şirk koşulmasını bağışlamamış, bunun dışındaki günahları, dilediği kimselere bağışlayacağını bildirmiştir.” [Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l-Kur’ân: 2/1123.] 

Bu ve benzeri âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerifler ve ümmetin âlimlerinin sözleri, çok açık bir şekilde hüküm vermenin yani tüm mahlûkat (yaratılmış olan her şey) için karar vermenin, kanun ve yasa belirlemenin sâdece Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya ait olduğunu beyân etmektedir. Zîrâ yaratan ve yaşatan kimse, yönetmeye de hak sâhibi olan ancak O’dur. Bu fiiller, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan es-Samed ve hiç bir benzeri bulunmayan el-Ahad olan Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya ait olup, O’nun rubûbiyyet özelliklerindendir. 

Allâh Azze ve Celle, tek gerçek rabb olduğu için hükmetme yetkisine sâhib olma vasfı da sâdece ona aittir. O, yarattığı tüm mahlûkat için kanun ve yasalar koymuş ve ihtilâflarının çözüm kaynağını onlara ulaştırmıştır. O’nun mahlûkat için koyduğu kanun ve yasaları kimse değiştiremez. Güneşe, aya, yıldızlara, dağlara suya, havaya, kısacası yarattığı tüm şeylere kanun ve nizam koymuştur. Kimse bu kanunları sorgulayamaz ve de tahrif edemez. Kimse güneşi batıdan doğdurup doğudan batıramadığı gibi O’nun ihtilâfların çözüm kaynağı olarak indirdiği Kur’ân ve Sünnet’in hükümlerini de değiştiremez. Onların yerine kendi fânî ve âciz aklından kanun ve yasalar koyamaz. Bunları toplumlara dayatamaz. Zîrâ tüm bunlar, rubûbiyyet özelliklerinden olup, Allâh’a aittir. Allâh’ı rubûbiyyette ve ulûhiyyette yani tevhîd de birlemek ise O’nun elem dolu sonsuz azâbından kurtulmanın tek çaresidir.     

Tek bir hücreyi dâhi yaratıp, mutlak egemenliği altına alamayan insânoğlunun, Allâh’ın hâkimiyetine göz dikerek Kur’ ân ve Sünnet’e mukabil olmak üzere kanun ve yasalar koymağa kalkışması kendisini yaratan ve yaşatan Allâh’a karşı işleyebileceği en büyük küfürlerden bir tanesidir. İşte bu, Allâh’u Teâlâ’ya karşı başkaldırarak savaş açmak demektir.  

Rubûbiyyet tevhîdinin rükünlerinden olan hâkimiyette, dünün câhiliyyesinde Allâh’ın gönderdiği kanunları bir kenara bırakarak kendileri kanunlar uyduran Fir’avunlar, Sezarlar, Kisralar, Nemrutlar ve Ebû Cehiller, Allâh’a karşı savaş açmışlardı. Hâkimiyette kendilerini Allâh’a ortak koşmuşlardı. Zamanımızdaysa onların yerini beşerî sistemlerin başkanları, bakanları ve meclis üyeleri alarak hâkimiyeti Allâh’a değil de, kendilerine hasrederek selefleri olan azılı kâfirlerin yapmadığı zulümleri yapmaktadırlar. Ey Kahhar olan Allâh’ım! Onlara karşı bize yardım ihsan buyur.    

Başarı, el-Hamîd ve el-Hakîm olan Allâh’tandır.

7. Soru: Hâkimiyeti Allâh Azze ve Celle’den başkasına vermenin hükmü nedir? 

Cevâb:       

Hamd ve hüküm, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya mahsustur. 

Hâkimiyeti yani hüküm koyma ve hükmetme yetkisini Allâh Subhanehu ve Teâlâ’dan başkasına vermek O’na rubûbiyyet ve ulûhiyyet tevhîdinde şirk koşmak demektir. O’ndan başkasını rabb ve ilâh tanımaktır. 

Nitekim Allâh’u Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: 

“Onlar, Allâh’ı bırakıp haham ve râhiblerini rabbler edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de… Oysa onlar, tek ve bir olan ilâha, Allâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. Ondan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden münezzehtir.” (Tevbe: 9/31) 

Âyet-i kerîmede Allâh’tan başkasını rabb kabul eden bu kimselerin, haham ve râhiblerini hüküm koymada, haram ve helâl (yasak ve serbest) belirlemede yetkili gördüklerinden dolayı, onları kendilerine rabb edindikleri beyân olunmuştur. Zîrâ kanun ve yasa belirlemede tek yetkili olma, rabb olanın en önemli sıfatlarındandır. Adiy bin Hâtim radıyallâhu anh, anlatıyor:  

“(Bu âyeti okuyan Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e:) ‘Bizler onlara (Ahbar ve Ruhbanlara) ibâdet ediyor değiliz’ dediğimde Rasûlullâh: 

‘Allâh’ın helâl kıldığını onlar haram sayınca, siz de haram saymıyor musunuz? Yine onlar, Allâh’ın haram kıldığını helâl sayınca, siz de helâl saymıyor musunuz?’ buyurdu. Bende: ‘Evet’ dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: ‘İşte bu, onlara ibâdettir’.” [(HASEN HADÎS:) Tirmizî (3095); Taberânî, (Mu’cemu’l-Kebîr: 17/92)…] 

Abdullâh İbn Mübarek rahimehullâh, fesâd ehli hakkında şu mısraları söylemiştir: “Kim ifsad etmiştir dîni krallardan, Su-i hahamlardan ve ruhbânlardan başka?” [İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-İlm: 1/637; Beğavî, Meâlimu’t-Tenzîl: 2/340; Kurtubî, el-İstiskar: 1/195.] 

Hadîs-i şeriften açık olarak anlaşılacağı üzere, Allâh’ın hükümleriyle hükmetmeyecek olan kimselerin hayata ve ihtilâflara dair hüküm vermelerini kabul etmek ve de onlardan hayata ve ihtilâflara dair hüküm taleb etmek onlara ibâdet etmek demektir. Zîrâ hükmü Allâh’tan taleb etmek ulûhiyyet tevhîdidir; yani Allâh’ı ibâdette birlemektir. Bu istenilen ve beraberinde rubûbiyyet tevhîdini de gerektiren; tüm nebîlerin dâvetinin ilk esasıdır.  

Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye rahimehullâh, Ebû’l-Behteri’ den bu âyet hakkında, şöyle rivâyet etmiştir: “Onlar dîn adamlarına namaz kılmadılar. Şâyet dîn adamları onlara rükû ve secde etme şeklinde kendilerine ibâdet etmelerini emretseydi Ehl-i Kitâb dîn adamlarına bu noktada itaat etmezlerdi. Ancak Allâh’u Teâlâ’nın haram kıldıklarını helâl, helâl kıldıklarını da haram tanımaları hususunda kendilerine itaat edilmesini emretmişlerdi. Onlarda bu emre itaat ettiler. İşte onların dîn adamlarını rabb edinmeleri bu şekilde olmuştur.” [İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ: 7/76.] 

Şeyh Şankîtî ise şöyle demiştir: “Adiy bin Hâtim, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e Allâh’u Teâlâ’nın: ‘Onlar Allâh’ ı bırakıp haham ve râhiblerini rabbler edindiler…’ (Tevbe: 9/31) âyetinin mânâsını sordu. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem: ‘O kimseler Allâh’ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram kıldıkları zaman haham ve râhiblerine itaat edince onları rabb edinmiş oldular’ şeklinde açıkladı. Allâh’ın kanunlarından başka kanunlarla muhâkeme olmayı isteyenlerin şirke girdiklerini Nisâ Sûresi’nin 60. âyeti apaçık bir şekilde bildiriyor. Ve böylelerinin Müslümanlık iddiasını hayretle karşılıyor. Çünkü hem îmân ettiklerini iddia ediyorlar, hem de Allâh’ın kanunlarından başka kanunlarla muhâkeme olmayı istiyorlar. Oysa aynı kalbte Allâh’a îmân ile tâğuta muhâkeme olmaya rızâ gösterme bir arada bulunamaz. İşte bu onların îmân iddialarında yalancı olduklarını ortaya koymaktadır. Allâh’u Teâlâ, şöyle buyuruyor: ‘Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten îmân ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Bunlar, tâğuta muhâkeme olmayı istiyorlar. Oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardı. Şeytân da onları uzak bir sapıklıkla saptırmak istiyor.’ (Nisâ: 4/60)” [Şankîtî, Edvâu’l-Beyân: 3 /259.] 

Anlaşılacağı üzere Allâh’ın dışındakilere hükmetme sıfatı vermek rububiyyette, rubûbiyyet sıfatı verilen bu kimselere itaat etmek ve onların yasalarına göre hareket etmek ise ulûhiyyet tevhîdinde yani ibâdet tevhîdinde Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya şirk koşmak demek olup, O’ndan başka ilâh kabul etmektir. 

 Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz, kendilerine hidâyet açıkça belli olduktan sonra, gerisin geri (küfre) dönenleri, şeytân kışkırtmış ve onları uzun emellere düşürmüştür. Bunun (dînden geri dönüşün) sebebi şudur: Çünkü gerçekten onlar, Allâh’ın indirdiğini çirkin görenlere dediler ki: ‘Size bazı işlerde itaat edeceğiz.’ Oysa Allâh, sakladıkları şeyleri (sır olarak konuştuklarını) biliyor.” (Muhammed: 47/25-26)

Şeyh Şankîtî şöyle demiştir: “Âdemoğullarının en şereflisi olan Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’e gelen şerîatı bırakıp başka kanunlara itaat edenin itaati, İslâm Milleti’nden/Dînin-den çıkarıcı bir küfürdür.” [Şankîtî, Edvâu’l-Beyân: 3/40.] 

Allâh’u Teâlâ, başka bir âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmaktadır: 

“Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allâh’ın izin vermediği şeyleri, dînden kendilerine teşrî ettiler (şerîat kıldılar/kanun olarak belirlediler)?” (Şûrâ: 42/21) 

Bu âyet-i kerîmede de bildirildiği üzere: Allâh’ın izin vermediği şeyleri yani yasakladıklarını serbest, serbest bıraktığı şeyleri yasaklayan kimselere, bu yetkiyi vermek, onları rabb kabul etmek demektir. Bu ise rubûbiyyet tevhîdinde Allâh’ a şirk koşmaktır. Onlara bu teşrîlerinde itaat etmek ve anlaşmazlıkların çözümü için onlara başvurarak çıkan hükümlere göre hareket etmek onları ilâh kabul etmektir. Bu ise ulûhiyyet tevhîdinde Allâh’a şirk koşmaktır. 

Şimdi nasıl olurda tevhîd iddiasıyla birlikte, Allâh’ın dışındaki bir merciden hüküm istenebilir ve o mercinin lânetli hükümlerine tâbi olunarak ihtilâflar çözümlenebilir? Hak ortadadır, onun dışında ise sapıklıktan başka bir şey yoktur.  

Şeyh Şankîtî şöyle demiştir: “Şeytânın dostları vâsıtası ile koydurduğu, İslâm Şerîatı’na/ kanunlarına muhâlif beşerî kanunlara tâbi olanların kâfir ve müşrik olduklarından ancak onlar gibi Allâh’ın basiretlerini kör ettiği, vahyin nurundan kör olan kâfir ve müşrik kimseler şüphe ederler.” [Şankîtî, Edvâu’l-Beyân: 3/259.]

Hâtime:

Hamd âlemlerin rabbi olan Allâh’a mahsustur. Salât ve selâm yaratılmışların en hayırlısı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in, âlinin ve ashabının üzerine olsun.

Yardım ve başarı, izzet ve şeref Allâh’tandır.

O, her şeyin en iyisini bilendir.

Muvahhid Kullara Selâm Olsun.

KAYNAK :

Abdullâh Saîd el-Müderris


( Tâğuta Muhâkeme Olmayı İstiyorlar (5. 6. Ve 7. Soru) başlıklı yazı Polat Akyol tarafından 15.04.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.