TÂĞUTA MUHÂKEME OLMAYI İSTİYORLAR

(8. VE 9. SORU)

HUTBETU’L-HÂCE:

Hamd, -âlemlerin rabbi olan- Allâh’a mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden O’na sığınırız. O’nun hidâyete erdirdiğini hiç kimse saptıramaz, saptırdığını ise hiç kimse hidâyete erdiremez. Şehâdet ederim ki, Allâh’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem O’nun kulu ve Rasûlüdür.

Bundan sonra: 

8. Soru: Tâğutlara muhâkeme olmanın hükmü nedir?

Cevâb:       

Hamd ve hüküm, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya mahsustur. 

Tâğutlara muhâkeme olmak, tâğutları reddetmeyip onlara hâkimiyet hakkı vererek onlara ibâdet etmek demek olup, kişiyi İslâm Milleti’nden/Dîni’nden çıkaran bir küfürdür. 

Allâh’u Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: 

“Hakkında ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allâh’a aittir.” (Şûrâ: 42/10)

“Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten îmân ediyorsanız onu Allâh’a ve Rasûlü’ne (Kur’ân ve Sünnet’e) götürün.” (Nisâ: 4/59)

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten îmân ettiklerini zannedenleri görmüyor musun? Bunlar, tâğuta muhâkeme olmayı istiyorlar. Oysa onlar onu reddetmekle emrolunmuşlardı. Şeytân da onları uzak bir sapıklıkla saptırmak istiyor.” (Nisâ: 4/60)

“Hayır! Senin Rabbine andolsun ki; onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe îmân etmiş olmazlar.” (Nisâ: 4/65)

Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: 

“Nefsim, elinde olan Allâh’a yemin ederim ki; arzusu benim getirdiğime tâbi olmadıkça hiç biriniz îmân etmiş olmaz.” [(SAHİH HADÎS:) İbn Ebi Âsım (Sünne: 15); İbn Batta (İbane: 210)…]

İmâm İbn Kesîr rahimehullâh, Muhammed-i Şerîat’a tâbi olmayanların ve ihtilâfların çözümünü ona başvurarak aramayanların, her kim ve de her neye tâbi olurlarsa olsunlar, onların küfrü hakkında Müslümanların icmâ ettiğini şöyle haber verir: “Her kim nebîlerin sonuncusu Muhammed bin Abdullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e indirilen muhkem şerîatı terk eder ve neshedilmiş başka şerîata muhâkeme olursa kâfir olur. O halde (Cengiz Han’ın uydurduğu yasalar olan) Yes’ ak’a muhâkeme olan ve onu İslâm kanunlarından üstün tutanın durumu acaba nasıl olur? Kim bunu yaparsa Müslümanların icmâsıyla kâfir olur.” [İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye: 13/139.] 

Görüldüğü üzere Kitâb, Sünnet ve icmâ, tâğutlara muhakeme olmanın kişiyi dînden çıkaran büyük küfür olduğunu açık bir şekilde beyân etmektedir. 

Başarı, el-Hamîd ve el-Hakîm olan Allâh’tandır.

9. Soru: Hüküm istemek ibâdet midir, ibâdetse bunun delîlleri nelerdir? 

Cevâb:       

Hamd ve hüküm, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’ya mahsustur. 

Bu sorunun cevâbına ibâdet kavramını açıklayarak başlayalım. 

“İbadet” kelimesi “a-b-d” kökünden masdardır. “İtaat etmek, boyun eğmek, tapmak, kulluk etmek” gibi anlamlara gelmektedir. [Bak: “A-b-d” Maddesi: İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab; Firûzâbâ-dî, el-Kâmûsu’l-Muhît; Zebidî, Tâcu’l-Arûs; Tehânevî, Keşşâf; Ragıb, Mufredat…] 

Buna göre yalnız Allâh’a boyun eğerek itaat etmek, tezellül ederek Allâh’ı ta’zim etmek, korku ve saygı ile O’ndan hayâ ederek, O’nu severek, sevabını umarak, azâbından korkarak O’nun kanun ve yasalarına tâbi olmak, bu kanun ve yasalara itaat ederek teslim olmak ve hayatın her alanına dair Allâh’ın koyduğu kanunlara göre yaşamak ve ihtilâflarda bunlara başvurarak çözümü bunlarda aramak, Allâh’a ibâdet etmek demektir. Başka bir ifâdeyle O’nu, ibâdette yani ulûhiyyet tevhîdinde birlemektir. 

Allâh’ın dışındaki bir mercii kanun koyucu ve nizam belirleyici olarak kabul ederek bu mercinin kanun ve yasalarını ve de belirlediği yaşam şekillerini benimsemek, bunlara itaat etmek ve ihtilâfların çözümü için bunlara başvurmak, bu mercie ibâdet etmektir. Nitekim şöyle denmiştir: “Allâh’a hükmünde şirk koşmak, tıpkı ibâdette şirk koşmak gibidir.” [Şankîtî, Edvâu’l-Beyân: 7/48.] 

Allâh Subhânehu ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: 

“Onlar, Allâh’ı bırakıp haham ve râhiblerini rabbler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de… Oysa onlar, tek ve bir olan ilâha, Allâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. Ondan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden münezzehtir.” (Tevbe: 9/31) 

Âyet-i kerîmenin “Onlar, Allâh’ı bırakıp haham ve râhiblerini rabbler (ilâhlar) edindiler…” cümlesiyle, Allâh Subhânehu ve Teâlâ’dan başkasına kanun belirleme hakkı yani yasak ve serbest etme yetkisi verenlerin, bu yetkiyi onlara verdiklerinde onları rabb kabul ettikleri beyân edilmektedir. 

“Oysa onlar, tek ve bir olan ilâha, Allâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. Ondan başka ilâh yoktur” cümlesi ise Allâh’tan başka hüküm istenilen ve hükümlerine tâbi olunan bu mercilere ibâdet edildiğini ifâde etmektedir. Zîrâ bu kimseler, Allâh’tan başkasından hüküm istemekle veya hükümlerini kabul etmekle onlara ibâdet etmiş olmasalardı, âyet-i kerîmede “Allâh’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar” buyrulmazdı. Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in bu âyet-i kerîmeye yönelik yaptığı tefsîr de bunu açık bir şekilde ifâde etmektedir. 

Adiy bin Hâtim radıyallâhu anh, bu âyet-i kerîmeyi okuyan Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e: “Bizler onlara ibâdet ediyor değiliz” dediğinde Rasûlullâh ona şöyle demişti: 

“Allâh’ın helâl kıldığını onlar haram sayınca, siz de haram saymıyor musunuz? Yine onlar Allâh’ın haram kıldığını helâl sayınca, siz de helâl saymıyor musunuz?” Adiy bin Hâtim: “Evet” dediğinde ise Rasûlullâh şöyle buyurmuştur: “İşte bu, onlara ibâdettir.” [(HASEN HADÎS:) Tirmizî (3095); Taberâni, (Mu’cemu’l-Kebîr: 17/92)…] 

Hadis-i şerif sarih olarak şuna delâlet etmektedir: Allâh’ın kanunlarından başka şeylerle hükmeden bir merciye -İslâm’a muhalif olan hükümlerinde- itaat etmek, ona ibâdet ederek onu ilâh edinmektir. Bu ise Allâh’a ulûhiyyet tevhîdinde şirk koşmaktır. 

Kur’ân ve Sünnet’in bu beyânından sonra, “hüküm istemek ibâdet değildir” demek, nasıl mümkün olabilir? Bu iki kaynağın ibâdet olarak belirlediği herhangi bir amel, nasıl Allâh’ tan başkası için yapılabilir? Bunu yapanlar, nasıl Müslüman kalabilirler? Subhanallâh! Allâh’ım senin şaşırttığını doğru yola ilecetek yoktur. Bizi sırat-ı mustakim üzere kıl. 

İmâm İbn Kesîr rahimehullâh, âyetin tefsîrinde şöyle demiştir: “Süddi şöyle der: Onlar, insânları (Allâh’a karşı) nasihatçi kabul ettiler. Allâh’ın Kitâbı’nı ise terk edip arkalarına attılar. Bu sebeble Allâh Subhânehu ve Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Oysa onlar, tek ve bir olan ilâha, Allâh ’a ibâdet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar.’

O, bir şeyi haram kıldığında o haramdır, onun helâl kıldığı helâldir. Koyduğu şerîata/kanun-lara tâbi olunur. Hükmettiği şey, uygulanarak yerine getirilir. ‘O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden münezzehtir.’ Ortaklardan, benzerlerden, yardımcılardan, çocuklardan münezzeh, mukaddes ve yücedir. O’ndan başka ilâh, O’nun dışında rabb yoktur.” [İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm: 4/119.] 

İmâm Beğavî rahimehullâh, şöyle demiştir: “Onlar Allâh’a karşı gelerek dîn adamlarının helâl gördüklerini helâl, haram gördüklerini haram kabul ederek, onlara itaat ettiler. İşte böylece onları rabb edindiler.” [Beğavî Meâlimu’t-Tenzîl: 3/339.] 

İmâm Kurtubî rahimehullâh, şöyle demiştir: “Bu buyruk ile ilgili Mean’il-Kur’ân’a dair eser yazanlar derler ki: Onlar âlimlerine ve râhiblerine her hususta itaat ettiklerinden dolayı onları rabbler konumuna çıkardılar.” [Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi’l-Kur’ân: 8/120.] 

Fahruddîn er-Râzî rahimehullâh, âyetin “Onlar, Allâh’ı bırakıp haham ve râhiblerini rabbler edindiler” cümlesi hakkında şöyle demiştir: “Müfessirlerin çoğu şöyle demişlerdir: ‘Bu âyette yer alan ‘rabbler’ den maksad, onların âlim ve ruhbanlarının âlemin ilâhları olduklarına inanmaları mânâsında değildir. Bundan maksad: Onların ahbar ve ruhbanlarına, her türlü emir ve yasaklarında itaat etmeleridir…

Rebi, şöyle demiştir: Ben, Ebû’l-Âliye’ye: ‘İsrailoğulları arasındaki o rabb edinme nasıl olmuş?’ dediğimde, o şöyle dedi: ‘Hıristiyan ve Yahûdîler çoğu kez, Allâh’ın Kitâbında, âlimlerinin ve ruhbanlarının sözlerine muhâlif sözler görüyorlardı, ama buna rağmen onların sözlerini alıyor ve Allâh’ın Kitâbı’ndaki hükmü kabul etmiyorlardı’.”

Âyet-i kerîmenin “O, kendisinden başka hiçbir şeye ibâdet etmemenizi emretmiştir” cümlesi hakkında ise şöyle demiştir: “Bu ifâdenin mânâsı açıktır. Bu hususu Tevrat ve İncil gibi diğer ilâhi kitâblar da ortaya koymaktadır. Sonra Allâh’u Teâlâ ‘O’ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden münezzehtir’ buyurmuştur. Bu, ‘Allâh Subhânehu ve Teâlâ’yı emir vermede, mükellefiyet yüklemede, secde edilmede ve ibâdet olunmada, sonsuz saygının ve yüceltmenin kendisine aitliği hususunda herhangi bir ortağı olmaktan, tenzih ve takdis ederiz’ demektir.” [er-Râzî, Mefâtihu’l-Gayb: 16/ 31.] 

Şeyh Abdurrahmân bin Hasen rahimehullâh şöyle demiştir: “Her kim haramı helâl, helâli de haram kılma konusunda Kitâb ve Sünnete sırt çevirir, bu konuda Allâh’u Teâlâ ve Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’den başkasına itaat ederse, bu şekilde Allâh’u Teâlâ’nın kendilerine izin vermediği konularda onlara uyarsa, onları rabb ve ilâh edinerek Allâh’a ortak kılmış olur. Bu da Allâh’u Teâlâ’nın indirdiği tevhîd dînine aykırı, tevhîd kelimesinin içeriğine zıttır. Çünkü 

ilâh: ‘Kendisine ibâdet edilerek kulluk edilen’ anlamındadır. Allâh’u Teâlâ’dan başkalarına itaat ve kulluk etmek ise şirktir, kendisine itaat ve kulluk edilen varlıkları Allâh’tan başka rabbler edinmek demektir.

Görüldüğü gibi, yasama konusunda Allâh’u Teâlâ’dan başkalarına itaat edilmesi, Allâh’u Teâlâ’dan başkasına ibâdet olarak kabul edilmiş, kendilerine itaat edilen kimselerin de rabb edinilmiş olacağı açıklanmıştır. Ne acıdır ki, bu ümmet içerisinde de böyleleri vardır. Bu en büyük şirk olup, tevhîdle çelişmektedir ve ‘lâ ilâhe illallâh’ kelimesinin içeriğine terstir.

Bu âyet (yani Tevbe Sûresi’nin 31. âyeti) bize, şehâdet kelimesinin, Allâh’u Teâlâ’dan başkalarını rabb edinme gibi bir eğilimi tümüyle reddetmeyi gerektirdiğini gösteriyor. Çünkü ‘lâ ilâhe illallâh’ kelimesi, şirki red ve bunun zıttı olan tevhîdi kabul etmek anlamını taşımaktadır.” [Abdurrahmân bin Hasen, Fethu’l-Mecîd: 106.] 

Allâh Tebâreke ve Teâlâ, şöyle buyurmaktadır: 

“Hüküm vermek yalnızca Allâh’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye ibâdet etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan dîn işte budur. Fakat insânların çoğu bilmezler.” (Yûsuf: 12/40) 

Âyette hükmün yani hâkimiyetin sâdece Allâh’a ait olduğu zikredildikten sonra “O, kendisin-den başka hiçbir şeye ibâdet etmemenizi emretmiştir” cümlesiyle ibâdetten bahsedilerek hâkimiyette Allâh’ı tevhîd etmeyenlerin Allâh’tan başkasına ibâdet etmiş oldukları beyân olunmaktadır. 

Nitekim Şehid Seyyid Kutub rahimehullâh, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle demiştir: “Âyette bunu ifâde için kullanılan ‘a-b-d’ fiilinin lügat anlamı: İtaat etmek, boyun eğmek, onurunu yenip alçakgönüllü olmaktır… Başlangıçta bu fiilin, İslâm Dîni’ndeki ıstılâh anlamı dînin gereklerini yerine getirmeyi içermiyordu. Sâdece, lügat anlamıyla alınması söz konusuydu… Zîrâ bu âyet ilk indiği sırada, dînin gerekleri tümüyle henüz bildirilmediğinden, söz konusu fiilin o anda ıstılâhî anlamını içerebilmesi mümkün değildi. Dolayısıyla bu fiille ifâde edilmek istenen, o an için lügat anlamındaki kapsamıdır ki, bu, aynı zamanda, ıstılâhî anlamda da aynen yer alacaktır. Bununla anlatılmak istenen şudur: Gerek kulluk noktasında, gerek yasalar ve ahlâki davranışlar noktasında, sâdece Allâh’a itaat etmek, sâdece O’na boyun eğmek, sâdece O’nun buyruklarını benimsemektir. Dolayısıyla kulluğun gerçek göstergesi, tüm bu konularda sâdece Allâh’a boyun eğmektir. Zîrâ Allâh, yaratıklarından herhangi bir kimseye değil, sâdece kendisine kulluk edilmesini istemiştir.” [Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l-Kur’ân: 4/1991.] 

Şeyh Abdurrahmân bin Hasen rahimehullâh şöyle demiştir: “İnsânların Allâh’u Teâlâ’dan başka taptıkları tüm şeyler onların rabbi ve ma’bûdudur. Allâh’u Teâlâ’ya ve yasalarına rağmen, kendisine her itaat olunan varlık puttur, tâğuttur. Her kim, Allâh’ın şerîat olarak indirdiğinin ve Rasûlü’nün gösterdiğinin dışında bir kimseye mutlak olarak itaat eder ve tâbi olursa, o, itaat eden ve tâbi olan kişinin rabbi ve ma’bûdu olmuş olur. [Abdurrahmân bin Hasen, Fethu’l-Mecîd: 106.] 

Her kim Allâh’ın Kitâbı ve Rasûlü’nün Sünneti dışında bir şeye başvurarak ona muhâkeme olursa, tâğuta muhâkeme olmuş demektir. Oysa Allâh mü’min kullarına, onu red ve inkâr etmelerini emretmiştir.  

Müslüman, bütün mes’ele ve problemlerini, yalnızca Allâh’ın Kitâbı’na ve Rasûlünün Sünneti’ne götürmek ve yalnızca bu ikisine muhâkeme olmakla mükelleftir.

Kim de bu ikisiyle hüküm vermez ve bu ikisi dışında başka bir hükme veya mahkemeye başvurursa, bu haliyle haddi aşmış olur. Böylece Allâh’ın ve Rasûlü’nün kendisi için şerîat kıldığı şeyin dışına çıktığını ve bu hükmü, lâyık olmadığı halde, şerîatın konumuna getirmiş olduğunu ortaya koymakta, şerîat dışı bir tutum ve davranış içine girmektedir. Dolayısıyla kim Allâh’tan başka bir şeye ibâdet ederse, o kimse bu haliyle tâğuta ibâdet etmiş olur.” [Abdurrahmân bin Hasen, Fethu’l-Mecîd: 391-392.]          

Görüldüğü üzere hüküm istemek, Kitâb ve Sünnet’in nassları ve de Ehl-i Sünnet âlimlerinin beyânı ile ibâdettir. İbâdet edilmeye layık tek gerçek ma’bud ise Allâh Azze ve Celle’ dir. O’nun dışındakilere ibâdet edenler hiç şüphesiz Allâh’a şirk koşan müşrik kimselerdir. Maalesef ki bugün insânların çoğunluğu, Kitâb ve Sünnet’in hakemliğini terk ederek hükmü beşerî sistemlerin lânetli kanunlarında aramakta ve Allâh’a değil de onlara itaat ederek ibâdet etmektedirler.    

İmâm İbn Kayyim rahimehullâh, şöyle demiştir: “İnsânların tâğutu, Allâh ve Rasûlü’nün kanunlarıyla hükmetmeyen, Allâh’tan başka kendisine muhâkeme olunan, ibâdet edilen ve Allâh’ın emrine dayanmaksızın, Allâh’a itaat etmeksizin kendisine tâbi olunanlardır. Bunları düşünür ve insânların durumlarına bakarsan, insânların çoğunun Allâh’a değil tâğutlara ibâdet ettiğini, Allâh ve Rasûlü’nün hükümlerine değil, tâğutların hükümlerine muhâkeme olduklarını, Allâh ve Rasûlü’ne değil, tâğuta itaat edip tâbi olduklarını görürsün.” [İbn Kayyim,  İlâmu’l-Muvakkıîn: 1/40.] 

Hâtime:

Hamd âlemlerin rabbi olan Allâh’a mahsustur. Salât ve selâm yaratılmışların en hayırlısı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in, âlinin ve ashabının üzerine olsun.

Yardım ve başarı, izzet ve şeref Allâh’tandır.

O, her şeyin en iyisini bilendir.

Muvahhid Kullara Selâm Olsun.

KAYNAK :

Abdullâh Saîd el-Müderris

( Tâğuta Muhâkeme Olmayı İstiyorlar (8. Ve 9. Soru) başlıklı yazı Polat Akyol tarafından 4/16/2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu