Albert Einstein, atomu parçalayarak nasıl ki 20.yy 'ı atom çağına dönüştürerek felaketlere, kitlesel ölümlere istemeden de olsa neden olduysa, 21.yy'da da internet gibi kitle iletişim araçları -tozu dumanları görülmese de- klasik savaşlarda olduğu gibi sadece bedensel ölümlere değil, ruhları tahrif ederek yeni açmaya başlayan bir filiz gibi çocuklarımızın, gençlerimizin dünyalarını bulanık hale getirmekte adeta kitlesel yok oluşlara sebebiyet vermekteler. Bu sorunu çocuklarımızın bilgisayarlarını filtreleyerek çözemeyiz. Asıl çözüm, çocukların ruh dünyalarını ıslah edilmiş geleneksel değerlerle yükleyerek filtrelemektir.
Tabiîki günümüzde kitle iletişim araçlarını sadece zararlı alışkanlıklara sebebiyet verirler diye bir kenara atıp ehemmiyetsizleştiremeyiz. Meyvenin, acı olanı olduğu gibi tatlı olanı da vardır. Toplum olarak zaman zaman nükseden, bir türlü tedavisine geçemediğimiz her şeyi "bana ne zarar getirir" mantığı, belki de mantıksızlığı-önyargısı- vardır. Nedense elimize geçen her dürbüne faydalı olan yakınlaştırıcı tarafından değil de, hep zararlı olan, bizleri faydalı olan işlerden uzaklaştırıcı ters tarafından bakmayı daha bir cazip görürüz. İnternet, 21.yy'ın en büyük, devasa buluşu. Kıtaların, renklerin, dillerin, dinlerin; hem de yüzyüze, canlı görüştüğü, sınırsız, sıkıntısız iletişim aracı. Şimdi bu yorumlarıma bakarak benim teknolojiyi bir çelişkiler yumağı haline getirdiğimi veyahut tüm bunları, bilmediğinizi düşündüğümü sanmayın. Hatta bu gizemli dünyayı, birçoğunuzun benden daha yakından takip ettiğini tanıdığını biliyorum. Amacım, keşfedilen bir dünyayı tekrar keşfe çıkıp tekrar tekrar izlenen bir filmin bıkkınlığını yaratmak değil. Amacım birçok kez izlendiği halde hala olay örgüsü ve karakterleri çözülemeyen bir filmi, futbol yorumcuları misali, tekrar tekrar oynatarak, bazı gerçeklerin farkına vardırtmak; hem de ofsaytta düşürmeden!
Zaman zaman bazı tartışma programlarında ve gazete sütunlarında, kocaman lokantaya sadece kendi kepçesiyle yemek dağıtan bir aşçı gibi böbürlene böbürlene, dünyanın nasıl bir köy haline dönüştüğünü anlatan döşek yazarlarına denk geliriz; yani bu toplumun aydını(!) diye lanse ettirilen insanları, koca ülkeyi düşük voltajlarıyla aydınlatmaya çalışırlar. Cemil Meric'in "Jurnal" inde bunlar, karanlığa alıştırılmış, yıldızlardan dahi rahatsız olan, her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlar olarak tarif edilir ve hayatlarında, yine üstat bunları bu toprağın hayvanı, bu toprağın harcı, kafasıyla dünyası arasında uçurum olmayan, kendilerini; birçok elleri öpmek, hatta birçok çizmeleri yalamak zorunda bırakan insanlar olarak tasvir eder. Doğrusu bu tür anlarda kalemi elime alırım; eğer yazı gazete sütunlarındaysa çizerim bahsettiklerim ekrandaysa renkli ekranın volümünü, tek tuşla sıfırlama refleksini gösteririm.
Yukarıdaki satırlara bakarak benim çok agresif ve dengesiz bir yapıda olduğumu düşünmeyin. Böyle düşünürseniz asıl siz önyargılı davranmış olursunuz. Yani çocuklarımızın gençlerimizin, her gece hangi bardan ya da otelden çıkacakları malum, böyle ehil olmayan magazin maymunlarının ağızlarında sakız gibi çiğnenip tükürülmesine doğrusu canım pek sıkılıyor. Bunlara duyduğum tüm bu tepkilerin sohbetimizin asıl konusu olan iletişim¬sizlikle ne alakası var? diye haklı olarak sitem edip sizleri boş yere uğraştırdığım kaygısına düşebilirsiniz. Anlatacağım ve muzdarip olduğum o ki, dünyanın yaşadığımız coğrafyanın, bu tip adli yazarların bahsettiği gibi küçük bir köy haline dönüşüp cinayet ya da ahlak masasına havale edilmediğidir. Teknolojiyi, insanlık tarihinin varmış olduğu merhaleleri, basit birkaç adli vakaya havale etmenin yanlışlığıdır. Yağlı kavurma seven, gelen geçen her siyasi oluşuma aynı döner bıçağıyla servis yapan bu aşçılara, kablosuz; yani çıkarsız iletişimin, ilişkinin artık var olduğu gerçeğini hatırlatmaktır.
Konuşmamın başında hatırlarsanız zararlı özentilerin, sitelerin önüne, filtreleme yönlendirmeden, geleneksel değerlerin ıslah edilmesinden geçtiğine değinmiştim. Bu düşüncemi her ortamda, platformda korkusuzca, belki bazen sadistçe dile getirmişimdir. Daha ne zamana kadar dürbüne tersinden bakıp çocuklarımızın, gençlerimizin her yenilik taleplerini öcü gibi göreceğiz. Daha ne zamana kadar ömrümüz boyunca yediğimiz birkaç acı yemişi taamların tümü gibi algılayıp, başkalarına zehir edeceğiz? Sizce, siz; anneler, babalar, toplumun düşük voltajlı aydınları, filtrelemeye kendimizden başlamayalım mı? Yaşadığımız asır, bize bu medeni (!) cesareti salgılayamadı mı?
Buraya kadar iletişimi ya da iletişimsizliği, sadece internete bağladığım bunun dışında başka bir kanala, iletişim aracına rağbet göstermediğim zannına kapılabilirsiniz. İletişimi sadece kablo olarak algılayıp, kesmeyle iktidarlarını koruyacaklarını düşünenler elbetteki o iç dürtüyle, sokakta mikrofonuyla konuşan kişileri deli zannedip, hele hava kararmışsa, adli tıp kurumuna bile şikâyet edebilirler.
Ne acı tesadüftür ki, muhabbetin, iletişimin bu kadar zahmetsiz yapılabildiği bir devirde, aramızdaki duvarları yükselterek, seslerimizi hışırtılı almaya, bazen de hiç alamamaya başladık. O; göbeği şişkin, purolu, siyaset cilalı medya patronları, frekansları, hep kendi hanedanlıklarına yönlendirerek, kendi kültürsüzlüklerini, medeniyetimizin ana damarı haline getirmeye çalışırlar. Alın, yazının başlığına en uygun gidecek felaket haberlerinden biri hem de siyaset cilalı.
Çoğumuz, yaşantımız boyunca mahallemizde, gazetelerde veya televizyonların renkli ama kara ekranlarında şofben zehirlenmelerini görmüşüz ya da bu zehirlenme ölümlerine bizzat şahit olmuşuzdur. Bu zehirlenmede kişi, aslında tükenişe doğru gittiğinin; yani ölmek üzere olduğunun farkındadır. ,beyni, aklı tüm bunları haber verir; ama, maalesef vücudu, koskoca gövdesi hareket edemez, bu uyarılara cevap veremez, hatta kımıldayamaz. Tıpkı millet olarak yaşadımız kader, dev bir kitlenin yaşadığı hazin trajedi ... Yediden yetmişe, yaşadığımız kitlesel medya zehirlenmesi...
İnsanlık tarihi boyunca yaşanan; tarihin akışını değiştiren büyük ihtilaller, açılıp kapanan çağlar, mutlaka bir tarafa nur topu gibi acılar, felaketler bırakarak yoluna, serüvenine devam etmiştir. Tarih, edebiyat, felsefe, hep trajediyle başlar. Bana güleç yüzle başlayan bir eser gösteremezsiniz. Çığlıkla uyanan hayatlar, her ne kadar gülmeyi denese de sadece yaşadıklarını harmanlama olgunluğuna erişebilir; aksini iddia edenler, sömürü kuşağının, olsa olsa, altın dişli, beyaz yeleli, kızıl yırtıcı torunları olabilirler.
Pekiyi buraya kadar; kendimizde, çevremizde, günün iletişim teknolojisinin insanların ruhuna, hücrelerine adapte edilemediğinden dem vurdum. Kendisinin kirine pasına aldırmayıp, karşısındakine kahkaha patlatan pişkin insan aldırmazlığı, umursamazlığı göstermiş olabiliriz. Tam da burada sorunu kendimizde aramamızın tıpkı bir özeti niteliğindeki Can Yücel’in şu mısralarını aktarmadan edemeyeceğim. Bana göre yaşamının önemli bir bölümünü sisli gözyaşları ardında geçiren sersem ruhlu şairin yalnızlığının, iletişimsizliğinin kendisinde çok güzel ifadesini bulduğu, kendisinin dışındakilere; yani bizlere de mesafeler arasında tezat belki de bu kadar dehşetengiz uçurumlar var mıydı sualini uyandıran:
"En uzak mesafe ne Afrika, ne Çin,ne Hindistan/ ne seyyareler ne de yıldızlar geceleri ışıldayan/ en uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafe /birbirini anlamayan."Sözleri zanımca başka söze mahal bırakmıyor.
İletişim veya iletişimsizlik felaketlerini, toplum mühendisliği alanında ün yapmış "toplum sağlık heyeti" geceli gündüzlü beyin fırtınası yöntemi dahil, bütün doğal felaketleri deneyerek çözmeye yeltenseler bile, ruhlara eğilmedikçe, insanlığın tarihsel ilkelliğini, ilkelliğin modernizeye dönüşüm aşamalarını, tarihin, sosyolojinin film laboratuarlarında ruh cerrahı yöntemleriyle deşmedikçe, elindeki hastayı bir kadavraya çevirmekten öteye geçemez.
İlkel benlik, bu benliğin insan sathında, coğrafyasında yaşadığı med-cezirler, çalkantılar, bir jeoloji mühendisinin arkeolog merakı olmadıkça çözümlenip tanımlanamaz. Bunun anahtarının da evvela insanın varlık sebebinin, varoluş gayesinin sistematik bir felsefi temele dayandırılmasında saklı tutulabileceği kanısındayım. Bütün dinlerin dayandığı bu felsefe binasının harcını sevgi, tuğlasını ise akıl, düşünsel ayrıntılar teşkil eder. Bu sigaranın, alkolün zararlı etkilerini ispat etmek kadar, tetkiki zahmet gerektirmeyen bir durumdur.
( İletişimsizliğin Fay Hatları 1 başlıklı yazı atilla-can tarafından 9.03.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu