1 Sa(ı)çtı Sami Bez Getir




Yıl 1978.
Şehir: İstanbul.
İlçe: Eyüp

1978 Yılı benim hayatımda oldukça önemli bir yıldı. O yılın Haziran ayında Fakülteyi bitirmiş ve öğretmenlik hayalleri kuruyordum. Ama, bir tam teşekküllü hastane raporu bütün ümitlerimi tarumar etmişti. Mecburen İstanbul Defterdarlığının açtığı memuriyet sınavına girmiş ve bu sınavı kazanarak Sirkeci Gider Vergi Dairesinde memur olarak çalışmaya hak kazanmıştım.( Üç ay çalıştım. Sonra rapor işini hallettik ve öğretmen oldum )

Eyüp’ten Sirkeci’ye nasıl gidersiniz? Eyüp dediysem Piyer Loti Kahvesinin oralardan bahsediyorum. Tam olarak Piyer Loti Kahvesinin arkasındaki sokağın başından.

O zamanlar tabii ki teleferik filan olmadığından Eyüp Sultan Mezarlığını boydan boya kat ederek Eyüp’ün merkezine iner, Eyüp Sultan Camiininin tam karşısındaki otobüs duraklarında otobüs bekler, sonra içinde en az yüz yolcusu olan bomboş(!) belediye otobüsüne duhul edebilmek için birilerini çiğner ama genellikle çiğnenerek otobüsün kapısına asılır ve yola çıkarsınız.

Yol dediysem bu günkü gibi çift şerit değil. Karşılıklı giden iki otobüs bazen bir birine tam anlamıyla teğet geçecek kadar dar yollar. Bu gün on dakikada vardığınız Eminönü’ne o zamanlarda en iyi şartlarda ancak kırk dakikada varırsınız. Bu birinci yol...

İkinci yol: Yine aynı mezarlık yokuşundan iner karakolun az ilerisindeki vapur iskelesine kadar yürür oradan , aslında vapur olmayan bir deniz taşıtına biner ( Ki o deniz taşıtının tam adı çatanadır ) sıkışmadan, tepişmeden kırk dakikalık bir yolculuk sonrasında Eminönü’ne varırsınız. Tabii ki burnunuz koku alma özelliğini yitirmiş ve mideniz çelikten yaratılmışsa. Çünkü o günlerde Eyüp’ün bütün lağımları Haliç’e akmakta her türlü çöp için Haliç bir çöplük olarak kullanılmaktadır.

Haliç kıyısındaki mezbahalardan atılan içi dolu işkembeler Altın Boynuz’un ( Haliç’in adı...İngilizcesi Golden Horn ) Güzelliğine güzellikler katarken(!) o enfes kokular sizi daha Eyüp meydanında, hatta Piyerloti sırtlarında mest etmeye(!) yetmiştir... Bir de direkt Haliç üzerinde kırk dakika yolculuk yaptığınızı düşünün... Gerisini anlatmaya gerek yok yok sanırım.

O ilk gün, belediye otobüsünde ayaklar altında hak ile yeksan olmaktansa vapurda Haliç’in enfes kokuları(!) eşliğinde bir yolculuğu tercih etmiştim. Eminönü’ne varıncaya kadar bir şişe kolonyayı tükettim ama nafile... Sorun sadece koku değildi ki. Güzelim Haliç’e eğilerek öğürenlere baktıkça, onları gördükçe benim de midem cemaate uyuyordu.

Eminönü’den Sirkeci’ye kadar taban teperken hâla öğürmeye devam ediyordum. Ama alışmalıydım. Başka da çarem yoktu.

Sonunda iş yerime vasıl oldum. Tanışma, hoş geldin faslından sonra tecrübeli memurlar bana ne yapacağımı anlattılar. Kolaydı aslında. Önce klasörün birini önüme çekecek içindeki dosyalara bakacak ve vergi beyannamesi boş olan vatandaşlara V.U.K 301. Maddesi gereğince ( Yani Vergi Usul Kanunu ) Usulsüzlük cezası kesecek. Sonra da bunu vatandaşın ( Daha doğrusu şirketin, iş yerinin ) adresine postalayacaktım.(Öyle hatırlıyorum.) Çok kolaydı çünkü dosyaların neredeyse tamamında vergi beyannameleri bomboştu . Yani gelir yok. İyi de biz gider vergisi ile ilgiliydik. O neydi diye sormayın. Üç ay kadar çalıştım orada ama ne olduğunu ben de anlayamadım. Hem hiç kimsenin bizim binadaki tahsilat veznesine gelip de tek kuruş para yatırdığını görmedim.O yüzden de bizim bölümde çalışmak istemezdi hiç kimse. Avantası olmayan tek birimdi çünkü.

Neyse...Öğlen Sirkeci işkembecisinde bir damardan tuzlamayı mideye indirdikten sonra akşama kadar tekrar harıl harıl V.U.K. 301 yazdım durdum.

Şefimiz Kemal Bey de benim gibi Edebiyat Fakültesi mezunu imiş. Müdür Yardımcısı Leyla Hanım Hukuk Fakültesi, bana çok yardımı dokunan Süheyla ise Fen fakültesi mezunu...Neredeyse İktisat fakültesinden mezun bir Allah’ın kulu yok. Gerçi dairede iş güçle uğraşan da yok ya... Çalışan sadece iki kişi var. Ben ve Sivas’lı Ahmet adında bir memur. Diğerleri komple bu gün git yarın gel işleriyle ve de çay, kahve, örgü, dantel, gazete okuma, bulmaca çözme, memleketi kurtarma çözüm önerileri gibi âlî ve yüce işlerle meşguller.

Uzatmayalım...Bu minval üzere akşama kadar çalıştım ve eve dönüş başladı.Meğer dönüş daha bir felaketmiş.

 Önce Eminönü’ne kadar yürüdüm. Orada bir saat kadar vapurun ( Yani çatananın ) gelmesini bekledikten sonra yine aynı kokular eşliğinde Eyüp’e vasıl oldum.

Şimdi diyeceksiniz ki ''Sabahkinden ne farkı var?''  Durun yahu daha işin başındayız. Eyüp Merkezden, Piyerloti Kahvesine yürümem lazım.

Eeee dediğiniz duyar gibiyim. Yahu anlasanıza akşam..Karanlık çökmüş ve ben en az iki km uzunlukta bir mezarlığın içinden geçmek zorundayım. O güne kadar o mezarlıktan hiç akşam vakti karanlıkta geçmemişim.

Eyüp Sultan Camii’nin dışından Eyüp Sultan ( Ebu Eyub-el Ensari ) Hazretlerinin manevi ruhuna bir fatiha okuyup onun ruhaniyetinden yardımlar talep ederek Eyüp Sultan Mezarlığı yokuşuna daldım. İn cin top oynuyor ve ne yazık ki başka hiç bir Allah’ın kulu yok yolda. Oysa gündüzleri tıklım tıklım olur.

Küçükken öğretmişlerdi: ’Mezarlıktan geçerken korkmamak için yapılacak en iyi şey şarkı söylemektir. ’ Tamam da mezarlıktayım. ’ Dürüyemin güğümleri kalaylı ’ yı söyleyecek halim yok ya... Bir ilahi söylemek lazım. Sonraları genelde İmam-Hatip Liselerinde çalıştığım için çok ilahi öğrendim ama o günlerde sadece bir tane biliyorum. Başladım:

- Sordum sarı çiçeğe/ Annen baban var mıdır/ Çiçek eydür derviş baba / Annem babam topraktır...

İlahi okuya okuya yürüyorum.

''Bu Galata Mevlevihanesi kudümzem başı İsmail Dede Efendinin Kabri...Şu Naşki Bendi şeyhi Küçük Hüseyin Efendi’nin Kabri ( Üzeyir Garih’in öldürüldüğü yer ), Şu da Mareşal Fevzi Çakmağın, İyi iyi yolu yarı ettik neredeyse.''

- Sordum sarı çiçeğe / Sen beni bilir misin?/ Çiçek eydür derviş baba / Sen Yunus değil misin? / Hak La ilahe illallah... Allah ...La ilahe ilallallah...

Birden takır takır takır diye bir ses. Aynı anda da benim arka taraftan pırt pırt pırt diye bir ses...Ses sese karıştı vesselam.

- Kanadın kırılsın emi Leylek.Gagan kesilsin de bir daha yem yiyeme.Ayağın kırılsın da bir daha yürüyeme.Yüreğimi ağzıma getirdin. Of yaaa Oğlum Sami sen de amma korkakmışsın. Ne var bu kadar korkacak alt tarafı hepsi ölü. Onlar sana ne yapabilirler ki? Sen korkacağına onlar korksun.

Korkmayacağım...Korkmayacağım...Korkmayacağımmmmmmmm... Durmak yok yola devammmm. Zaten şunun şurasında üç yüz metre kadar bir şey kaldı Piyer Loti Kahvesine.

Yola devam ettim. Bir kaç adım atmıştım ki fısıltılar duymaya başladım.

Yaklaştıkça sesler daha yakından gelmeye başladı.

Sağıma soluma baktım tek bir Allah’ın kulu yok.

Biraz daha yürüdüm.Aman Allah’ım o da ne? Mezarlardan birinin üzerinde bembeyaz bir örtü var. Örtünün altında da bir beden olduğuna yemin ederim. Zaten az daha yaklaştığımda örtü kıpırdadı.

’ Olamaz ya gözlerim beni yanıltıyor. ’ Dedim ama içimi de tarifsiz bir korku sarmıştı.

Örtü birden havalandı. Hortlak, bütün haşmet ve dehşetiyle karşımdaydı. Bembeyaz bir yüz, kıpkırmızı gözler, kazma gibi kirli dişler, saç ve sakal birbirine karışmış. Belli ki daha yeni gömülmüş ama toprak kabul etmemiş, hortlamış herif. Namussuz köpek tam da ben geçerken hortlayacağı tutmuş.Bembeyaz kefeniyle dim dik karşımda.

Sadece o olsa iyi hemen peşi sıra diğer hortlaklar da çıktı mezardan. Toplam üç hortlak , ölü ölü bana bakıyorlardı.

Mezarlığa girdiğimde pırt pırt diye ses veren arkam bu sefer iyice kendini salmıştı. Ortalığı berbat bir koku sararken hortlaklardan biri konuşmaya başladı.

- Abi bir sakal atsan şu gariplere?

''Ne sakalı ulan ben üç buçuk atıyorum hortlak hazretleri sakal diyor. ''

O anda dikkatimi çekti. Öteki hortlakların üzerinde kefen filan yoktu. Bildiğin yırtık pırtık elbiseli dilencilere benziyorlardı. Ama en azından biri hortlaktı. Neyse ki kefensiz hortlak da konuştu.

- Abim benim. Gariban kardeşlerine bi güzellik yap bakayım?

Ben donmuş vaziyette bakarken üçüncüsü söze girdi.

- Güzel abim bi şarap parası rica etsek?

Hayatımda ilk ve son kez şaraba para veriyordum. Benden aldıkları para ile kefenli hortlağı aşağıya Eyüp’e yolladılar...Üzerindeki beyaz örtüyü orada bıraktı tabii ki.

Ve ben yoluma devam ederek evime vardım. Kapıyı çaldım. Rahmetli annem açtı kapıyı her zamanki gibi

- Sami oğlum hoş geldin de ne bu koku?

- Sorma anne. ( Cafer diyemedim çünkü dedemin adıydı. Yani annemin babasının )  sa(ı)çtı Sami bez getir.

( Sa(ı)çtı Sami Bez Getir başlıklı yazı Sami Biber tarafından 8.09.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.