Makale / Tarihsel Makaleler

Eklenme Tarihi : 8.05.2021
Okunma Sayısı : 1055
Yorum Sayısı : 9

MİLLET-İ SADIKA DEDİĞİMİZ ERMENİLER TÜRKLERE SADIK DEĞİLLERMİŞ Kİ—6. BÖLÜM—

 


KARA ÇADIR İS Mİ TUTAR?

Kara çadır is mi tutar
Martin tüfek pas mı tutar
Ağlayanım anam bacım
Elin kızı yas mı tutar


Tarlalarda biter kamış
Uzar gider vermez yemiş
Şol Yemen’de can verenler
Biri Mehmet biri Memiş


Yemen yolu çukurdandır
Karavanam bakırdandır
ZENGİNİMİZ BEDEL VERİR
ASKERİMİZ FAKİRDENDİR


( Yemen, Türk’ün olduğu kadar Türk vatandaşı olan Ermeni’nin de vatanıydı ama ölenler hep Mehmet ve Memiş’lerdi.)
*********************
Geçen bölümde İngiltere’nin İzmir konsolosunun Islahat Fermanından dört yıl sonra İzmir’de Müslüman Türkler ile azınlık Rum ve Ermenilerin durumlarını kıyaslayan raporundan kısa bir pasaj paylaşmıştım.  Bu bölümde yine İngiltere’nin iki konsolosunun Islahat Fermanından sonra Türklerin nasıl ikinci sınıf vatandaş durumuna düştükleri, buna mukabil Rum ve Ermenilerin nasıl birinci sınıf vatandaş durumuna yükseldikleri ile ilgili raporlarını okuyalım.

İngiltere’nin Trabzon Konsolosu Palgrave, 1968 yılında Londra’ya şunları rapor ediyordu:

"Bugünkü durumda (1868’de), muvazzaf olsun, ihtiyat olsun, bütün askerlik yükü yalnız ve yalnız Müslüman halkın omuzlarındadır. Gerçi Hıristiyanlar hazineye küçük ve önemsiz bir askerlik bedeli ödemektedirler. Ama bu, onların askere gitmemekle elde ettikleri avantajlara oranla bir hiçtir. Askerlik bedeli adamakıllı yüklü olsa bile, yine de Müslüman tebaanın zavallı omuzlarındaki muazzam yükün altında düştüğü yoksulluğu hiçbir zaman dengeleyemez". [ GÖRÜLDÜĞÜ GİBİ BEDELLİ ASKERLİK GÜNÜMÜZÜN İCADI DEĞİLDİR. ÖYLE
Kİ TÜRKÜLERİMİZE BİLE KONU OLMUŞTUR.]

Konsolos Palgrave şöyle devam ediyordu:

"Müslüman halk, merkezî İstanbul Hükümeti’nde kesinkes temsil edilmiyor. Padişahın Müslüman tebaasının başkentte derdini anlatabileceği hiç kimsesi yoktur. Buna karşılık Hıristiyanlar, İmparatorluğun her tarafına yayılmış bütün yabancı konsolosluklara, kimi de İstanbul’daki Elçiliklere başvurup haklarını arayabiliyorlar. Hıristiyanların dertleri can kulağıyla dinleniyor. Üstelik hiçbir şikâyetleri olmadığı zaman da onlar adına hayali şikâyetler uyduruluyor. [ BU SON CÜMLEYE DİKKAT! BUNU BEN DEĞİL, HERHANGİ BİR TÜRK TARİHÇİSİ DE DEĞİL, BİR İNGİLİZ KONSOLOSU SÖYLÜYOR.]

"Bunun kahredici sonucu olarak da bütün mali baskılar ile yerel ve kişisel baskılar hep Müslümanlara yapılıyor, Hıristiyanlara değil... Çünkü Müslüman’ın feryadına kulak asan yok. Hıristiyan’ın ise bin tane sözcüsü ve avukatı var. Müslüman bir suç mu işlemiş? Hemen ve sert biçimde cezaya çarptırılır. Aynı suçu işleyen Hıristiyan ise şöyle böyle cezalandırılır ya da büsbütün bağışlanır. Çünkü işin içinde bir Hıristiyan olunca yabancı konsoloslar ve temsilciler ona kanat gererler ve adaletin eli kolu bağlanır...’’

"Bugün görülen odur ki, Osmanlı Hükümeti, Hıristiyan tebaa yararına Müslüman tebaasını ezmek gibi ağır bir itham altındadır. Ben, bu suçlamayı üzülerek doğrulamak durumundayım ..."


Evet, kısaca durum buydu. Osmanlı Hıristiyanları, genellikle Türklerden çok daha iyi durumdaydılar. Bir değil altı Avrupa devletinin ve Amerika’nın koruyucu kanadı altındaydılar. Tanzimat’tan beri Müslümanlar beş yıl mecburi askerlik yapıyorlardı ve savaş zamanında bu süre daha da uzuyordu. Hıristiyan tebaa ise askerlik yapmıyor, para yapıyordu. Trabzon’daki İngiliz Konsolosu Palgrave bu konuda da şöyle diyor:

"Türkiye’deki Hıristiyanların Müslümanlara kıyasla refah içinde olmalarını, onların daha enerjik, daha çalışkan ve daha erdemli olmalarına yormak yanlıştır. Gerçek şu ki, çalışkanlık, doğruluk, namus ve dürüst iş çıkarma bakımından Müslümanlar, Rum ve Ermeni hemşerilerinden bir gömlek üstündürler. Ama ne var ki, Müslümanlar muazzam bir yükün altında sistematik olarak ezilmişlerdir ve ezilmektedirler. Hıristiyanlar ise Osmanlı İmparatorluğundaki ayrıcalıklı durumlarını sürdürerek son yüzyıldan beri sürekli olarak zenginleşmişlerdir. Zenginleşmeleri de spekülasyonlarla, apaçık hilelerle ya da tefecilikle olmuştur...

"Osmanlı devleti, kendi ağır yükünün tümünü yalnız Müslüman’ın omzuna yüklemiştir. Tek omuza yüklenmektir bu. Yük, Müslüman ve Hıristiyan tebaanın omuzlarına eşitçe bölüştürülmezse bu İmparatorluk sittin sene belini doğrultamaz." 


Evet, kısaca durum buydu. Osmanlı Hıristiyanları genellikle Türklerden çok daha iyi durumdaydılar. Askere gitmiyorlardı. Bundan da yararlanarak ticareti, küçük zanaatları ele geçirmişlerdi. Islahat döneminde tarımı da ele geçiriyorlardı.

Türklerin tarlasını, bozulan çiftini çubuğunu satın alıyorlardı. Osmanlı Ermeni’si köyde ağa, kasabada eşraf, şehirde zengin işadamı olmuştu. Başkentte paşa oluyordu artık.

Türk köylüsünün korkulu rüyası o mültezimlerin, o götürü vergi toplayanların çoğu Ermeni'ydi, Rum'du. Durmadan yakınan, sızlanan da yine onlardı yani Padişahın Hıristiyan tebaasıydı. Anlaşmalar onlar içindi, yabancı konsoloslar onlara kulak veriyor, yabancı Elçiler onlara arka çıkıyordu. Osmanlı Ermeni’si, ezilmek şöyle dursun, korunmuş, kayrılmış ve şımartılmıştı.

Erzurum’daki İngiliz Konsolosu Taylor ise 19 Mart 1869 tarihli raporunda şunları yazıyordu:

"Bu yörenin her köşesinde Ermeniler, Türk Hükümetinden acı acı yakınıyorlar. Aynı zamanda hiç sakınmadan Rusya’yı övüp göklere çıkarıyorlar. Ermenilerin bu tutumu kiliselerinin düşmanlık öğretilerinden ileri geliyor. Erzurum’daki varlıklı Ermeniler, Türk tebaası oldukları halde Rus pasaportu almışlardır. Gizli gizli yürütülen Rus pasaportu ticareti bu yörede pek yaygındır." 

Evet, padişahın sadık tebaası sandığımız Ermenilerin ceplerinde 1860 lı yılların sonları, 1870 li yıllarda Rus pasaportu vardı. Dışı Osmanlı, içi Rus bir yığın insan türemiş ve bu "Ruslar" her kasabamıza sızmıştı.

İngiliz konsolosu Taylor şöyle devam ediyordu:

"Bu gibi düşünceleri körüklemek, aynı zamanda var olan bazı sıkıntıları abartmak ve yoktan hayalî şikâyetler uydurmak, Rus Hükümetinin ve dolayısıyla Rus ajanlarının izlediği bir politikadır. Özellikle Rusya’ya komşu Doğu ülkelerinde hoşnutsuzlukları canlı tutmak Rusya’nın izlediği politikaya uygun düşmektedir."

İngiliz konsolosu bu satırları 1869 yılında Erzurum’dan yani  Osmanlı ülkesinin Doğu topraklarından yazıyordu. Ama patlama batı topraklarımızda başladı.

1875’te Bosna-Hersek, arkasından Bulgar ayaklanmaları patlak verdi. Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanan Balkan Hıristiyanları Avrupa’da büyük sempati topladılar. Rus ve Avrupa gazetelerinin zembereği boşandı. Osmanlı yönetimi yerin dibine batırılıyor, ayaklanan Osmanlı Hıristiyanları ise alkışlanıyor, yüceltiliyordu.

O çok ayılıp bayıldığımız Charles Darwin Oscar Wilde Victor Hugo, Osmanlı Devleti aleyhine yazdılar da yazdılar. Bunun yanısıra eski İngiltere başbakanı Gladstone, İtalyan siyasetçi Garibaldi, Bulgarları göklere çıkarırken Osmanlıları yerin dibine sokuyordu yazılarıyla.

Devlete sadık sanılan Osmanlı Ermenileri, Balkan Hıristiyanlarına özenmeğe başladılar. Filibe sancağında Bulgar ayaklanmasının patlak vermesinden beş ay sonra, Eylül 1876’da, İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Sir H. Elliot, "Ermeniler arasında da hoşnutsuzluk hareketi var" diyordu. Bu hoşnutsuzluğun giderek önem kazanabileceğine parmak basıyordu. Büyükelçi, "Ermeniler arasındaki bu hoşnutsuzluk hareketine Rus ajanlarının entrikalarının neden olduğunu" da belirtiyordu.

Silaha sarılan Balkan Hıristiyanları için Avrupa devletleri devreye girmişlerdi. 1876 yılı sonunda İstanbul’da önemli bir konferans toplanacaktı. Paris Antlaşması’nı imzalamış olan Avrupa devletleri konferansa geliyorlardı. "Tersane Konferansı" diye tarihe geçen bu konferansta Avrupa devletleri, Osmanlı tebaası Balkan Hıristiyanları için bağımsızlık veya siyasal özerklik isteyeceklerdi. Osmanlı Ermenilerinin ise esamisi okunmuyordu?

İstanbul Ermeni Patriği Nerses dayanamadı. Tersane Konferansı arifesinde İngiliz Büyükelçisine çıktı. "Cemaatim pek heyecanlıdır" dedi ve ekledi:  "Avrupa devletlerinin sempatisini kazanmak için ayaklanma çıkarmak gerekiyorsa Ermeniler arasında da böyle bir hareket yaratmak hiç de güç olmayacaktır"

Tersane Konferansının toplandığı tarih ilginçtir.

Sultan II. Abdülhamit 31 Ağustos 1876 da tahta çıktı, 23 Aralık 1876 da ise İstanbul- Haliç Tersanesi- Bahriye Nazırlığında Osmanlı Devleti, İngiltere, Rusya, Fransa, Prusya bir araya geldi.  Konu Balkanlar’daki milletlere özerklik veya bağımsızlık verilmesiydi.

Konferansın toplandığı gün II. Abdülhamit, iç işlerimize müdahalenin önlenmesi, özerklik ve bağımsızlığı istenen topraklarda yaşayan tüm halkın Osmanlı Anayasasının güvencesi altında olduğunu ifade ederek diğer devletleri taleplerinden vaz geçirmek için Meşrutiyeti ilan etti.

Ancak diğer devletler, Meşrutiyetin ilan edilmesini hiç nazar-ı dikkate almadılar ve şu isteklerde bulundular Tersane konferansında:

A) Sırbistan ve Karadağ’a bağımsızlık
B) Bulgaristan ve Bosna- Hersek’e özerklik

Osmanlı Devleti bu istekleri kabul etmeyince  Rusya, doğudan ve batıdan Osmanlı topraklarına girerek savaşı başlattı. Böylece 1876-1878 Osmanlı- Rus Savaşı, diğer adıyla 93 Harbi başladı ve işte Osmanlı’nın asıl Ermeni sorunu da bundan sonra başladı.  Yani dananın kuyruğu bu savaştan sonra koptu.

Devam edecek.


&autoplay=1" frameborder="0" allow="accelerometer; autoplay; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture" allowfullscreen>
( Millet-i Sadıka Dediğimiz Ermeniler Türklere Sadık Değillermiş Ki—6. Bölüm— başlıklı yazı Sami Biber tarafından 8.05.2021 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.