Oscar Wilde derki; ‘’Hayatta iki büyük trajedi vardır. Bunlardan ilki insanın istediklerine sahip olamamasıdır. Diğeri ise insanın istediklerine sahip olması.’’ Ben bu sözü ilk duyduğumda suratıma bir yumruk yemiş gibi hissettim kendimi. Oscar Wilde’nin anlatmak bu cümlelerle anlatmak istediği gerçeği defalarca yaşadım ve eminim ki defalarca da yaşayacağım. Bu aslında can sıkıcı bir durum ve en az insanın kendisi kadar gerçek.

 

Gerçeklere ne kadar alışığız? Tolstoy derki; ‘’Gerçek ateşe benzer ve gerçek ateşinde kuru yapraklar gibi yananlar yalnızca yalanlar ve yalancılardır.’’ Hepimiz kendi uydurduğumuz ve inanmak istediğimiz bir ya da bir kaç yalanın içinde yaşıyoruz. Ama şimdi konumuz gerçekler ve yalanlar değil elbette. Konumuz Oscar Wilde’nin yukarıda bahsettiği iki trajedi. Bu trajedilerin gerçekliği başımı döndürüyor, bunu vurgulamak istedim yalnızca.

 

Bundan on sene önceki halime bir göz atıyorum ve gördüklerim beni oldukça şaşırtıyor. On yıl önce beklentilerim ve sahip olmak istediklerim nelerdi ve şimdi neler? Gerçekten de hayatta değişmeyen tek şey değişimin kendisi. Bundan on yıl önce delicesine ve tutkuyla bağlı olduğum isteklerime şimdi sahibim diyebilirim. Ben bunun farkında olmasam da hayat bana gayet cömert davranmış. Beklenti ve isteklerimin hemen hemen hepsi karşılanmış. Peki, ben bunun karşılığında memnun muyum? Elbette ki hayır. Aslında bir itirafta bulunmam gerekirse ben ömrüm boyunca hiç memnun insan görmedim. İnsan ihtiyaçları sonsuzdur der ekonomi ilmi. Bu yadsınması imkânsız bir gerçek. İhtiyaçlarınızı istediğiniz kadar besleyin. Yine de açlığını dindiremezsiniz. Belki de insanlığın kurtulamadığı laneti budur. Kimilerimiz farkında olmasak da hiçbir zaman tam olarak doyuramayacağımız bir açlıkla birlikte yaşıyoruz. (Belki size fantastik bir düşünce gibi gelebilir ama tüm belirtiler aynı yeri işaret ediyor; bizler bu dünyaya ait değiliz.)

 

İşsiz ve bekar bir adam düşünün. Bu adamın tek istediği bir iş bulmak ve evlenmek olsun. İşsizlik ve bekarlık süresi ne kadar uzarsa insanın bunlara olan özlemi ve tutkusu o kadar büyüyecektir. Sonunda bir işe girdiğinde ve evlendiğinde memnun ve mutlu olacak mıdır peki? Aslında bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz. Çünkü içimizdeki canavarı hepimiz tanıyoruz. Kimilerimiz o canavarın köleleri zaten ve bu kölelerin sayısı hiçte azımsanacak kadar değil. Ben şimdiye kadar rastlamadım ama o canavara hükmeden insanların da var olduğuna inanıyorum. Peki, insan bu kölelikten nasıl kurtulabilir? Felsefe ilminin başında insanın kendisine sorduğu ilk soru ‘’ Sen Kimsin?’’ dir. Ayrıca felsefe ilminin başlangıcında şu düstur vurgulanmaktadır; ‘’Kendini Bil.’’ Bu açıdan bakıldığında şu soru sorulabilir; Hangimiz kendimizi yeterince tanımaktayız? Cevapsa oldukça basittir; hiçbirimiz. Çoğumuz bırakın kendisini hayatı bile sorgulamamıştır hayatı boyunca. Gündelik hayatın içerisinde kaybolup gideriz. Ne kadar acıklı değil mi?

 

Kendini ve hayatı sorgulayıp düşünmeyen insan, alt benliğindeki ilkel dürtülere köle olmuş bir insandır. Bu oldukça açık ve oldukça anlaşılır. İçimizdeki canavarlara teslim olmaktan bahsediyorum. İhtiyaç canavarı mesela açlığı hiçbir zaman doyurulmayacak olan. İnsan her zaman daha fazlasını ve daha fazlasını ister. İşin acıklı tarafı ise insanın içerisindeki canavarlar doyuruldukça açlıkları daha da artar. İnsan ise daha fazla mutsuz ve huzursuz olur. Bu kısır döngü ise durağan bir kısır döngü elbette ki değildir. Şiddeti gittikçe artan bir kısır döngüdür ve döngüler sonucu yıkım ve kaosa götürür insanı. Ama insan içindeki canavarlara ve bu kısır döngüye dur diyebilecek güce ve yeteneğe sahiptir. Bunun için yalnızca sorgulaması, düşünmesi ve düşündüklerini uygulaması gerekmektedir. Öncelikle de kendisine yalan söylemekten vazgeçmesi.

 

İnsan hafızası maalesef insanın aleyhine çalışmaktadır. Genelde geçmişe dair hatırladıklarımız mutlu anlarımız değil, mutsuz olduğumuz anlarımızdır. Hangi insanla konuşursanız konuşun size geçmişle alakalı hep üzüntülerinden, hayal kırıklıklarından, huzursuz anlarından bahseder. Halbuki her insan geçmişinde mutlu ve huzurlu zamanlar yaşamıştır. Ama genelde bu anılar hatırlanmaz. Bu sizin hafızanıza değil hafızanızın size hakim olduğunun bir kanıtıdır. Oysa insan dizginleri eline alıp geçmişteki beklenti ve isteklerini göz önüne aldığında beklenti ve isteklerine kavuştuğunu görecektir. Bu insanı kişisel muhasebeye itecek ve insan içinde bulunduğunu zannettiği kötü durumun içerisinde olmadığını, içinde bulunduğunu sandığı kötü durumu kendisinin meydana getirdiğini anlayacaktır.

 

 Peki, insan Oscar Wilde’nin bahsettiği bu iki trajediden kurtulabilir mi? Elbette ki hayır. Ama durum elbette ki çaresiz bir durumda değildir. İnsan aklını, duygularını ve mantığını kullanarak hayatındaki dengeyi sağlayabilir ve bu trajedilere göğüs gerebilir. Önemli olan insanın aklına, duygularına, mantığına, beklentilerine, isteklerine ve ihtiyaçlarına hükmedebilmesidir. Ama insan bunlara hükmetmekten ziyade bunların kölesi durumdadır çoğu zaman. Asıl sorun ise bu dengeyi sağlayamamaktan kaynaklanmaktadır.

 
 
''İnsanların yüzde doksanı yaşamazlar, sadece vardırlar.''
                                                                        OSCAR WİLDE
( Kişisel Kölelikten Hükümdarlığa İnsan, Hayat Ve Gerçek başlıklı yazı MESUT ÇİFTCİ tarafından 20.08.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.