Ağustos güneşinin altında mahalle mahalle, sokak sokak tüm şehri gezip plastik kova, leğen, tas, tabak satıyordu Mehmet. Uzun boylu ve zayıftı. Elmacık kemikleri oldukça belirgin ve neredeyse kaburgaları sayılacak kadar zayıf. Kumral saçları ve kömür karası gözleriyle yüzünde kentin yorgunluğunu taşırdı sanki Mehmet. Şehrin tüm sokaklarını ve de dolayısıyla tüm yokuşlarını avucunun içi gibi bilirdi. Tahtadan ittirmeli arabasını birkaç kez zabıtaya kaptırma tehlikesi geçirse de sabit olmadığından zabıta tehlikesiyle sık sık karşılaşmazdı. Ama kendisinden naylon malzeme alan kişiler sıkı pazarlıkçı ev hanımları olduğundan işi biraz zordu. Kendisi de hak verirdi müşterilerine. Ev hanımları dişlerinden tırnakların artırdıklarıyla alırlardı bu malzemeleri. Ama kendisine para kazanmak zorundaydı. Tüm gün şehri;

 

-                          Nayloncu! Leğenlerim, kovalarım, eleklerim, taslarım var! Nayloncu! Diye bağırarak gezerdi.

 

Kazandığı üç liraydı beş liraydı, Allah bereket versin. Kanaatkâr birisiydi Mehmet. Yaklaşık beş senedir bu işi yapıyordu. Evliydi ve bir kızı vardı. Babası da pazarda patates soğan satardı. Yedi kardeşten en küçüğüydü Mehmet. Bu şehre anne ve babası sonradan gelmişlerdi. Babası ve annesi zamanında bir fabrikada çalışmışlardı. Mehmet’in ailesinde n fazla okuyan abisi Mustafa idi, O da zaten lise ikinci sınıfa kadar okumuştu. Kardeşlerin hepsi evlenmiş kendi yolarına bakmışlardı. Babası ve annesi emekli olmuşlardı. Buna rağmen çalışıyorlardı. Mehmet’in üç ablası ve üç abisi vardı. Küçük olmanın her zaman avantajlarını yaşamıştı Mehmet çocukluğunda ama artık büyümüştü ve geçinmek zordu.

 

Mehmet’in eşi Fatma Mehmet’ten üç yaş küçüktü. Aynı mahalle de oturuyorlardı zamanında. Mehmet gizli gizli mektuplar gönderiyordu Fatma’ya. Fatma’nın babasının bu evliliğe gönlü olmasa da Mehmet ile Fatma’yı ayıramadı. Bu aşk evliliğinden Beyzanur isminde bir kızları oldu Mehmet ile Fatma’nın. Şehrin kenar mahallelerinden birinde kirada oturuyorlardı. Geçinmek zordu belki ama hayat güzeldi Mehmet, Fatma ve Beyzanur için. Arada sırada kavga da ederlerdi elbette Mehmet ile Fatma, her ailede olduğu gibi. Mehmet naylonculuk yaparken Fatma da evde tekstil işleriyle uğraşıp üç beş kuruş kazanırdı.

 

Mehmet ince bacaklarıyla uzun adımlar atarken bir yandan da; ‘Nayloncu!’ Diye bağırıyordu. Çok katlı yüksek apartmanlar arasından geçiyordu. Üst katlardan birisinde şişman bir kadın;

 

-                          Nayloncu! Nayloncu! Diye seslendi. Mehmet;

-                          Efendim yenge! Dedi.

-                          Kovaların kaça?

-                          Üç liraya var, beş liraya var, on liraya var yenge.

-                          Şu pembe büyük olanlar kaç lira?

-                          On lira yenge.

-                          Pahalı söylüyorsun.

-                          Yok yenge bize gelişi o vallahi.

-                          Biraz indirim yaparsan alırım.

-                          Tamam yenge dokuz ile olsun.

-                          Yedi buçuk liram var alırsan.

-                          Olur yenge, senden de kazanmayalım.

-                          Buraya getirir misin?

-                          Olur yenge.

-                          Beşinci kat, otuz altı numara.

-                          Hemen geliyorum yenge.

-                          Başka bir istediğin var mı?

-                          Şu ölçülü su tasları ne kadar?

-                          İki buçuk lira.

-                          On liraya tamamlayacaksın yani. Tamam tamam getir haydi yukarı.

 

Mehmet arabasını apartmanın yanına bırakıp hızlı bir şekilde apartmanın kapısına yöneldi. Kapı otomatı açıldı ve Mehmet merdivenlerden çıkmaya başladı. Elinde plastik su tası ve kovayla üçer beşer çıkıyordu basamakları. Derken kadının katına geldi Mehmet ve nefes nefeseydi. Şişman kadın siyah uzun saçlı ve kısa boyluydu. Beyaz ve saten uzun geceliğinden koca memeleri görünüyordu. Bacakları iki büyük kalasa benziyordu kadının ve saçı başı dağınıktı. Mehmet kapı da kadını görür görmez niyetinin iyi olmadığını anlamıştı. İşi dolayısıyla böyle kadınlarla çok karşılaşırdı Mehmet. Kadın dışarıda ki pazarlıkçı ve sert sesinden ziyade, beceremediği bir kibarlıkla;

 

-                          Geldin mi nayloncu? Diye seslendi. Mehmet;

-                          Geldim abla buyur dedi elindeki kova ve su tasını uzatarak. Merdivenleri hızlı çıktığı için soluk soluğaydı ve terlemişti.

-                          Dur ayol biraz soluklan dedi kadın ve elindeki kova ve su tasını aldı. Mehmet para bekliyordu ama kadın vermedi. Gel iki dakika içeri de sana bir bardak su vereyim dedi. Mehmet;

-                          Sağol yenge, aşağıda araba boşta ben gideyim dedi. Ama kadının Mehmet’i bırakmaya pek niyeti yoktu.

-                          Gel canım, çekinme. Evde benden başka kimse yok. Hem bana yenge deme. Nerden yengen oluyorum ben senin? Benim ismim Ece. Seninki ne bakayım?

-                          Ece abla gerçekten acelem var. Su vereceksen ver bir bardak kapıda içeyim.

-                          Abla mı? Senin ağzına biber sürerim bak. Bana Ece de. Adını söylemeden seni bırakmam.

-                          Mehmet benim ismim.

-                          Aaaa ne kadar güzel. Gel Mehmet, seni hayatta bırakmam. Gel bir bardak meyve suyu vereyim sana.

-                          Yok ben girmeyeyim.

-                          Bak kızacağım ama.

 

Mehmet bu kısa boylu ve şişman kadının niyetini çoktan anlamıştı. Birkaç kez daha karşılaşmıştı bu durumla Mehmet. Genelde evde kalmış, çirkin ya da ergenlik çağına yeni girmiş kadın ve kızlar askıntı olurlardı. Mehmet ise bu askıntı olan kadın ve kızlara asla yüz vermezdi. Namuslu ve dürüst birisiydi Mehmet. Karısı Fatma ve kızı Beyzanur’u seviyordu. Arkadaşlarının çoğu pavyona ve genel eve gidip Mehmet’i davet etseler de, Mehmet’in tek derdi geçim derdiydi.

 

Kadın ısrarcı bir biçimde Mehmet’i eve çağırıyordu. Aynı zamanda da beyaz ve kısa eteğini eliyle kaldırıp Mehmet’e bacaklarının arasını göstermeye çalışıyordu. Etli bacaklarının arasında iç çamaşırı olmadığı belliydi. Mehmet kadının ısrarlarına dayanamayıp girdi içeriye. Kötü bir niyeti yoktu aslında. Ama bunun hayatının hatası olduğunu elbette bilmiyordu Mehmet. Herkesin bir mayını vardı pusuda bekleyen işte. Mehmet içeri girer girmez, ensesinde keskin bir acı hissetti. Gözleri karardı ve nefesi kesildi. Artık ne bir şey duyabiliyor ne de bir şey görebiliyordu.

 

Birkaç gün sonra gazetelerin üçüncü sayfasında kısa bir haber vardı Mehmet için;

 

İŞPORTACI DEHŞETİ

 

İstanbul Esenler semtinde Samatya Apartmanına plastik ev eşyaları satmak için giren M. S. (32) evde yaşayan anne kızı katledip intihar etti. Geçimini plastik mutfak ve ev eşyaları satarak sağlayan M.S.’nin neden böyle bir katliam yaptığı ve intihar ettiği anlaşılamadı. Polis  soruşturması devam ediyor.

( Hayattaki Mayınlar başlıklı yazı MESUT ÇİFTCİ tarafından 20.08.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.