1 Benim Adım Sevim...

 

         Benim adım Sevim… Öykünün başkahramanıyım. Öykü dediysem hayal ürünü değil. Yazılanlar gerçek. İşte benim hayatımın kısa öyküsü…

 

         Yeryüzünün yeşili ile gökyüzünün mavisinin buluştuğu, iki yüz haneli bir dağ köyünde gözlerimi dünyaya açmışım.”Mış’ım” diyorum, ben de herkes gibi doğumumu bilmiyorum. Kulaktan dolma, anlatılanlarla yetiniyorum. Anlatılanlara göre; Bin dokuz yüz elli üç yılının çok sıcak günlerinden birinde bana hamile ve her an doğurmaya hazır olan anam, yine gün ağarmadan kalkmış, elini yüzünü yıkamadan doğru hayvanların yanına gitmiş. Kara kızın, sarıkızın, tombalağın (manda) vs yemlerini önlerine koymuş, başlamış her birinin sütünü sağmaya. İşte orada başlamışım dünyaya gelme sinyallerimi vermeye. Anacığımın ara ara sancıları başlamış. Sancı başladı diye işten kaytarmak yokmuş tabi. Süt kovalarını içeriye taşıyan anam, sabah kahvaltısı için tarhana çorbası yapmış. Bir taraftan sancılanırken, bir taraftan da yer sofrasını hazırlamış. Her şey tamam olunca nineme, dedeme, babama seslenmiş. Seslenmiş seslenmesine de, kimse çorba içememiş. Çünkü benim doğma vaktim gelmiş. Köyde ebe olmadığından, köyün en yaşlı kadınını çağırmışlar ve ben bin dokuz yüz elli üç yılında, ekinlerin sararmaya yüz tuttuğu bir sabahta dünyaya gözlerimi açmışım…

 

         Günler geçip, her geçen gün biraz daha büyümeye başladığımda önce annemi tanıdım. Ufak tefek, zayıf, sessiz,  sakin, yanık tenli. Teninin yanıklığını, güneşin altında hayvan gütmekten, tarlada çalışmaktan olduğunu büyüdüğüm zaman daha net anlayacaktım. Sonra babamı, ninemi ve dedemi tanıdım. Babam, annemin aksine selvi gibi uzun boylu, iri yarı, büyük bir kalabalıkta iri cüssesiyle kendini gösterebilen biri.

 

         Köy olmasına rağmen, evin hâkimiyetini ninem ele almış tam bir Osmanlı kadını. Kaşları hep çatık durur, anacığıma ve babama gün boyu emirler yağdırır. 

 “Nuriye hayvanları sağ, Nuriye fırına ekmek at, Nuriye avluda ateş yak, çamaşırları yıka, Nuriye tarlaya git, Nuriye, Nuriye…”

 

        Ninemin hakkını yemeyeyim şimdi, evde yemekleri ninem yapar. Onun haricinde, eksik ne var onları gözlemler, sonra emirler yağdırır. Bu emirlerden dedem de nasibini alır, nineme sesini çıkaramaz. Sonra erkek kardeşlerim Cavit ve Müjdat’la tanıştım. İlkokula başlayınca evde yedi kişi kaldığımızı saymaya başlayacaktım.

 
         Köyde yaşayan her çocuk gibi,  avludaki tavuklar, koyunlar, keçiler, inekler arkadaşım, tarlada küçük bir çomakla toprakla oynamak en büyük eğlencem oldu. Köyümüzdeki ilkokulda okudum. Ortaokula gidemedim. Köydeki diğer kızlar gibi gündüzleri anacığıma yardım edip, geceleri köyümüzde elektrik olmadığından, gaz lambasının o loş ışığında, çeyizime dantel örtüler örüp, kanaviçe yastık sargıları işlemeye başladım.

 

         Daha çok küçüktüm on üç yaşımdaydım sanıyorum. Bir akşam babamdan, Hacı erlerin ortanca oğlu Halil’le beni sözlediklerini öğrendim. Ne demekti “sözlemek?” Sonradan öğrendim ki ben Halil’le evlenecekmişim. O akşamdan sonra babam “sen sözlüsün artık” diye izinsiz bir yere göndermez oldu. Köyde habersiz nereye gidilirse? Evimiz köy kahvesiyle karşı karşıyaydı ve Halil akşamüstü tarladan gelince, soluğunu köy kahvesinde alırdı. Durdukça benim de içim Halil’e ısındı, biz artık Halil’le yavuklu olmuştuk. Akşamları köyün çeşmesinde buluşup, kısa süre de olsa birbirimize sevgimizi söylüyorduk. Çok seviyorduk birbirimizi. Küçücük dünyamda onsuz bir hayat düşünemez olmuştum. Birbirimize söz vermiştik, ömrümüzün sonuna kadar hiç ayrılmayacak, birimize bir şey olsa bile sevgimizi mahşerde yaşayacaktık…

 

         Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. On yedime geldiğimde Halil’le resmen nişanlandım, bir ay sonra da düğünümüz olacaktı. Nihayet uzun gibi görünen bir ayın sonunda Halil’imle evlenip, evlerine gelin gittim. Çok mutluydum çok…

 

         Düğünümüzden kırk iki gün sonra, çok sevdiğim kankardeşim Halime’nin düğünü vardı. Bizim köyümüzde de, diğer köylerde olduğu gibi düğünlerde bütün köy halkına yemek verilir.

 

         Bugün Halime’nin düğün yemeği olacak. Köyümüzdeki tek eğlencenin düğünler olduğunu düşünürsek, bugün bir başka heyecan var içimde. Sabah erkenden kendi evimizi silip süpürdüm, yardım için annemlere geldim.

 

         Bir taraftan evi süpürüyor, bir taraftan da köy kahvesinde oturan sevgili kocama bakıyorum. “Halil’im seni çok seviyorum.” Böyle düşüncelere dalmış iş yapıyorken, köyün kızları gülüş cümbüş avlu kapısından içeri girdi.

 

“Sevimm…” Diye seslenen ses, arkadaşım Zeynep’in sesiydi. Evi süpürmek için eğildiğim yerden doğrulurken sevinçle seslendim;

“Burdayım gelin içeriye,”

“Sevim, Halime’nin düğün yemeğine tahta kaşık, tabak almaya geldik.”

“Durun getireyim…” Dedim. Elimdeki süpürgeyi bırakıp, tahta kaşık ve tabakları almaya iki arkadaşımla birlikte mutfağa gittik. Dört-beş dakika sonra elimizde tahta kaşıklar ve tabaklarla odaya geri döndük. Kızlar camın kenarına dizilmişler, köy kahvesinde oturan yavuklularına bakıp bakıp kıkırdaşıyorlar.

O ara Ayten, babamın duvarda duran av tüfeğini aldı. Köy kahvesinde oturan yavuklusuna hoş görünmek adına sanki birini vuracakmış gibi dipçiği omzuna yasladı ve bizlere gülerek;

“Eller yukarı!”

“Ayten tüfek mermi dolu,”( duymuyor hâlâ köy kahvesinde oturan yavuklusuna pozlar veriyor)

“Eller yukarı, bak vururum ha!”

“Aytennnn yapmaaaa, ahhhhhh…”

 

         Bir anda büyük bir acı ile kıvrandım ve canımın acısı birden kesildi. Peki, ama bu bağrışmalar neden? Kızlar neden “Sevim, Sevim vuruldu” diye bağırıp duruyorlar. Yerde başının sol yanı parçalanmış yatan da kim? Yan odadaki anam, ninem koşarak geldi. Anam saçını, başını yoluyor. Köy kahvesinde oturanlar, (başta Halil olmak üzere) bağrışmaları duyunca eve doluştular. Halil’im yerde yatan bedene sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlıyor. “Sevim aç gözlerini, aç!”  Parmağı ile yerdeki kandan alıp, alnına sürüyor.

 

“Yaşadıkça kanın alnımda duracak, senden başka kimsenin eli elime değmeyecek…” diye yeminler ediyor.

 

Her kafadan bir ses;

 

“Aman Allah’ım başının sol tarafı yok!!!”

“Ölmüş!!!”

 

Kim ölmüş? Ben iyiyim. Anacığıma bağırıyorum;

 

“Anam ben iyiyim, bak bana…” Duymuyor beni…

“Halil’im, erim, sevgili kocam, bak ben buradayım. İyiyim…” O da duymuyor. Neden?

 

        Evimiz bir anda cenaze evine döndü. Herkes ağlıyor, kimi Kur’an okuyor, kimi helva yapıyor.

       Kimse beni görmüyor, duymuyor. Yoksa ben öldüm mü gerçekten? Ölmek için çok genç değil miyim?  Hani Halil’imle yıllarca mutlu yaşayacaktık? Çocuklarımız, hatta torunlarımız olacaktı. Birbirimize doyamadan böyle ayrılık yoktu hayallerimizde. Neden, neden?

 

         Tabutun içinde, omuzlarda köy mezarlığına götürülürken, anam, babam, Halil’im, sevdiklerim perişan halde. Yürüyecek mecalleri kalmamış. Gücüm yetmiyor ki onlara “Üzülmeyin, ağlamayın” demeye. Üzerime toprak atılırken, ardımda gözü yaşlı sevdiklerimi bırakmanın ızdırabı ile son bir kez daha baktım. Kısacık hayatım burada noktalanmıştı …

 

 

         İşte böyle dostlar, hayatımın baharında sona eren hayat hikâyem bu kadarcık. Anacığım ve babam yıllarca benim acımla yaşadı. Sonunda anam da yanıma geldi. Babam acımla birlikte yaşamakta…

         Halil’ime gelince; Halil’im alnına sürdüğü kanı unutup, daha kırkım çıkmadan evlendi.

 

Hayat bu, ne denir ki?

 

SEVGİ SALMAN

 

(Adı geçen Sevim, halamın kızıdır ve yaşananlar gerçektir.)
( Benim Adım Sevim... başlıklı yazı Sevgi Salman tarafından 6.05.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.