Biz aynı ağacın dalında, zamansız sararan yapraklardık. Rüzgârın etkisiyle her birimiz farklı yönlere savrulduk…

 

 

                “Hayat denilen çarka saçının bir telini bile kaptırsan, ne kadar çırpınsan da nafile, o çark bir yarını koparmadan bırakmaz asla.” Derdi rahmetli annem. “O yüzden hep dikkatli olacaksınız, hayatla dalga geçmeye gelmez!” O zamanlar annemin dizine yatar, ablam ve iki ağabeyimle birlikte annemin hayat hakkında anlattıklarını dinlerken, kıkır kıkır gülerdim. “Hayatla dalga geçmek! “ Ne komik bir cümle. Hayatla dalga geçilir mi hiç?

 

                Bir sabah annemin ağlama sesini bastıran, babamın bağırmalarıyla gözümü açtım. Yatağımdan doğruldum, terliklerimi giyip, gözlerimi ovalayarak seslerin olduğu odaya doğru yürüdükçe, babamın bağırması, ömür boyu kulaklarımda kalacak yerini almıştı.

 

“Yazıklar olsun Zeynep’e. Yazıklar olsun verdiğim emeklere. Beni çiğnedi geçti. Sana söylüyorum kadın! O kız bir daha bu eve adımını atamaz. Bundan sonra benim Zeynep diye bir kızım yok, öldü. Anlıyor musun öldü artık!”

 

Zavallı annem başında beyaz tülbendi, ayağında uzun, mavili- morlu gülleri olan basma eteğiyle tekli koltuğa büzülmüş, içini çekerek ağlıyordu. Koşarak annemin kucağına oturup, sarıldım.

 

“Ablam nerede anne? Ne olmuş ablama?” Diye korkuyla sordum.

 

“Artık senin ablan yok, gitti. Bundan sonra bu evde onun adını anmayacaksınız!”  diye babam yine kükredi. Şimdi daha sıkı sarılıyordum anneme.

 

Babam niye, niçin bu kadar sinirle bağırıyordu, biraz daha büyüdüğümde anlayacaktım. O günden sonra, liseyi henüz bitirmeden, sevdiği çocukla İstanbul’a kaçan ablamın yüzünü tam yedi yıl sonra, bir akşam kapımızın zili çalınana kadar göremeyecektim.

 

Zilin çalmasıyla koşarak kapıyı açmaya giderken, babamın; “Gece vakti sen dur, ben açarım” demesiyle duraksadım. Babam hızlı adımlarla gelip, kapıyı açtı. Karşımızda, gözündeki morluğu güneş gözlüğüyle ne kadar gizlemeye çalışsa da bunu başaramayan, sol dudağında yara olan genç bir kadın duruyordu. Bu kadın ablamdı. Ürkek ve çekingen bir halde babamın ellerine sarıldı. O anda babam, ellerini kurtarıp ablamı geriye doğru iterken;

 

“Buraya bir daha gelme demedim mi sana? Sen seçimini yaptın, bizi terk edip gittin. Ne yüzle geliyorsun buraya?” Diye bağırıyordu.

 

Babam, yanımıza gelen annemin yalvarmalarına aldırmadan kapıyı kapattı. Dışarıdan ablamın hıçkırıklarıyla bütünleşmiş sesi geliyordu;

 

“Ben ettim, siz etmeyin baba. Bir cahillik yaptım, bedelini senelerdir ödüyorum. Her gece dayak yemekten, içkisinden bıktım. Dayanacak takatim kalmadı. Lütfen baba, affedin beni…”

 

Kızını bu kadar severken, gururuna yenik düşmenin verdiği ızdırapla, ablamın sesini duymaya dayanamayan babam, gözyaşlarını bizden gizlemek istercesine yatak odasına girdi ve uzunca bir süre odadan çıkmadı. Baba yüreği bu, kim bilir nasıl fırtınalar esiyordu yüreğinde! Zavallı ablam, yaptığı hatanın bedelini tamamlamak üzere kocasının yanına döndü.

           ---------------- * * * * * * * * * * * * * * * * * * * ------------------------------

               

Ablamın kaçtığının ikinci yılıydı, büyük ağabeyim o yıl Ankara Üniversitesi Ziraat Mühendisliğini kazanmış ve Ankara’ya gitmişti. Babam O’nu okulun yurduna yerleştirmiş, “derslerine iyi çalış, okulunu bitir” diye de tembihlemişti. Babamda bir gurur, bir gurur sormayın. “Benim oğlum mühendis olacak” diyor, başka bir şey demiyordu. Ertesi yıl askeri darbe oldu. Ne demekse! Herkes onu konuşuyor, konuşulanlardan ben bir şey anlamıyordum. Sorduğumda ise; “büyü, o zaman anlarsın” diye geçiştiriyorlardı.

 

Bir gün ağabeyim Ankara’dan geldi. Tedirginliğini, yaşımın küçük olmasına rağmen görebiliyordum. Günlerce evden dışarıya adım atmadı. O gün, memleketin her yanında kararan bulutlar sanki evimize çöreklenmiş, bir türlü gitmiyorken, zil olanca hızıyla çalmaya başladı. Annem hiç durmaksızın çalan zili, bir an önce durdurmak için kapıya yöneldi. O ara gözüme ağabeyim ilişti. Gözleri korkuyla açılmış, bir yaprak gibi titriyordu. Annemin kapıyı açmasıyla birlikte, içerisi bir anda askerlerle doldu. O küçücük yüreğim, bir şeylerin yolunda gitmediğini söylüyordu bana. Yine çok korkmuştum, annemin eteklerine sarıldım. Nedenini bilmediğim yaşlar, gözümden akıyordu.

 

“Cahit Aslan burada mı oturuyor?” Diye sordu askerlerden biri. Ağabeyim bir adım atarak,

 

“Benim.” Dedi.  Askerler ağabeyimin bileklerine kelepçe takarken, annem deli gibi olmuş;

 

“Oğlumu nereye götürüyorsunuz? Bir şey yapmadı O!” Diye bağırıyor, bir yandan da bana;

 

“Koş babana haber ver hemen!” Diyordu. Koştum…Babama haber verdim. Babam bir yerlere gitti, ağabeyimi aramış, akşam eve bitkin bir vaziyette geldi. Sağ-sol davalarına karışmış, ülkesine ihanet etmiş, siyasî tutukluymuş ağabeyim. Tüm bunlar ne demek di? Sağ- sol neydi? Benim ağabeyim birini mi öldürmüştü, ya da hırsızlık mı yapmıştı! Ağabeyimden bir müddet hiç haber alamadık,

 

Askerlerin ağabeyimi götürmesiyle, evimiz büyük bir yas havasına büründü. Annem sabah-akşam ağlıyor, babamın yüzü hiç gülmüyordu. Babam her fırsatta;

 

“Ben seni Ankara’ya oku, adam ol diye gönderdim, a eşşek oğlan. Ne işin var senin sağla, solla?” diyor, sessiz sessiz gözyaşlarını akıtıyordu.

 

Ağabeyim… O günden sonra O’nu işkencelerle dolu bir süreç bekliyordu. Yıllarca gün yüzü görmeden, siyasî tutuklu olarak hapiste yattı. Nihayet yıllar sonra bedeninde ve yüreğinde acı dolu izlerle eve döndü ama oturduğumuz kasabada duramadı. Çorum da kiremit fabrikasına işçi olarak girdi ve bir müddet sonra, aynı fabrikada çalışan bir kızla evlendi. Şimdi fabrikadan aldığı üç beş kuruş maaşla, iki kızını okutma savaşında. Ne sağ kaldı, ne sol.

            --------------------- * * * * * * * * * * * * * * * * * * * -----------------------

 

Küçük ağabeyim Sacit, anneme-babama karşı her zaman mülayim bir çocuk olmuştur. Ben henüz küçük olduğumdan, babamın o cümleyi her fırsatta tekrarladığını duyardım.

 

“Sacit mülayim bir çocuk, O bizi hiç üzmez!”

 

Evet, gerçekten de annemi ve babamı hiç üzmedi Sacit ağabeyim. Okumadı, liseyi bitirdikten sonra vakti gelince askere gitti. Askerden dönünce de baba mesleği, ayakkabı tamirciliğine başladı. O zamanlar şimdiki gibi herkesin çifter çifter ayakkabıları yoktu. Ayakkabının kenarı açıldığında, ayakkabıcıya götürüp, ya kenarı diktirilir, ya da yapıştırılırdı. Ağabeyim evden dükkâna, dükkândan eve gider, gelirdi.

 

                Artık ben de büyümüştüm. O yıl liseye başladım. Bir akşam annem ve babam en şık kıyafetlerini giydiler. Salondaki konsolun üzerinde, yeşil çiçekli jiletinle ambalaj yapılmış, bir kutu çikolata duruyordu. Anladım ki, ağabeyime kız isteyeceklerdi.

 

                Kızı vermişler, kısa bir süre sonra nışan, ardından da, ablamın ve Cahit ağabeyimin göremediği düğünleri oldu. Düğünden birkaç ay sonra, “hala” olacağım haberini aldık. Bu haberle birlikte, evimizde bayram havası esmeye başladı. Aylar sonra Sacit ağabeyimin dünyalar tatlısı bir oğlu dünyaya geldi. Her gün sevmeye gidiyordum. Ama günler geçtikçe, bebeğin hareketlerinde, diğer bebeklere göre farklılıklar seziyorduk.

 

Ağabeyim ve yengem, bebeği bizim kasabadaki doktora götürdüler, doktor şehirdeki hastaneye sevk etmiş. Ertesi gün şehirde yapılan muayene ve tetkiklerin sonucunda, doktorlar bebeğin “otistik” olduğuna karar vermişler. Zavallı ağabeyim ve yengem ellerine geçen her kuruşu, yeğenimin tedavisi için harcıyor ama hiçbir iyileşme gözlenmiyordu. Kara bulutlar hâlâ çatımızın üzerindeydi ve gidecekler gibi görünmüyorlardı.

                     ------------------ * * * * * * * * * * * * * * * * * * * -------------------------------

 

Ben mi? Liseyi bitirdikten sonra, Kayseri Erciyes Üniversitesi, Eğitim Fakültesini kazandım. O yıl annemin yüreği, çektiği evlat acılarını daha fazla kaldıramadı. Yaşadığı bütün çileli hayatını da yanına alarak, bu dünyadan göçüp gitti. O yaşıma kadar bana en ağır gelen acıydı bu. “Ahh be anam, daha öğretmen olduğumu görecektin. Tebessüm etmeyi unutan yüzünü, bir nebze de olsa güldürebilecektim. Ben artık kime ‘anam’ diyeceğim, üzüldüğümde gözyaşlarımı silerken, kim şefkatle sarılacak bana? Kim senin gibi kokacak? Hangi çiçekte bulacağım kokunu anam? Senin yokluğuna daha hazır hissetmezken kendimi, ansızın gitmen oldu mu şimdi?”

 

Babam da yapayalnız kalmıştı. Yine o yıl babamdan habersiz, yıllarca burnumda tüten ablamı, İstanbul’da arayıp, buldum. Eşi felç geçirmiş, zor yürüyordu. “Artık bakıma muhtaç olduğundan dayak atamıyor” dedi. Yıllar sonra da olsa, sevgiyle ablama sarılmanın mutluluğunu yaşayarak, okulumu bitirdim. İlkokul öğretmeni olarak, Edirne’nin Uzunköprü ilçesinin, Balaban köyüne tayin oldum. Aynı köyde öğretmenlik yaptığımız Kadir’le evlendim. Oldukça yaşlanan ve acılarla yıpranan babamı yanıma aldım. Birlikte yaşayıp, gidiyoruz.

 

Biz aynı ağacın dalında, zamansız sararan yapraklardık. Rüzgârın etkisiyle her birimiz farklı yönlere savrulduk…

 

SEVGİ SALMAN…

 

 

 

 

( Rüzgarla Savrulanlar... başlıklı yazı Sevgi Salman tarafından 17.05.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.