Geçtiğimiz pazar günü yapılan “Öğrenci Seçme Sınavı”nın ardından bir milyon beş yüz otuz bin öğrenci omuzlarından ‘şimdilik’ bir yük attılar sanıyorum. Tabi bu rakam sadece fiilen sınava girenleri yansıtıyor. Onların başarılarını dört gözle bekleyen başta anne babalar, teyze, dayı, hala, amca, büyükanne ve dedeler de işin içine girdiğinde ortaya üniversite sınavı stresini yaşayan çok ciddi bir rakam çıkıyor. Her sene olduğu gibi sınavdan bir hafta önce “çocuklar nasıl beslenmeli?” , “sınava giderken kahvaltıda neler yemeliler, neler yememeliler?” , sınavdan bir gün önce çeşitli türbelere gidip dua eden anne modelleri ve sınav günü ise “sorular geçen seneye göre nasıldı?” vs. tarzında haberler ana haber bültenlerinin gündemini oluşturuyor. Hele sorular açıklandıktan sonra o tv. kanallarının birbiriyle yarışırcasına yaptıkları programlar yok mu...
Tüm bunlardan hareketle ben de bir şeyler yazmak istedim. Aslında geç kalınmış bir yazı bu... dört günlük bir gecikmeden söz etmiyorum. Dört, hatta yedi senelik bir gecikme...

Öss’ye ilk kez 2003 senesinde girdim. Erenköy Kız Lisesi’nde son sınıf öğrencisiyken aynı zamanda bir dershaneye de gidiyor olduğum için çoğu insandan şanslıydım elbet ama ben günde yüz Türkçe sorusu çözmeyi ‘çalışmak’ zannediyordum. Şimdi o günler için aklım ne kadar beş karış havadaymış diye düşünmeden edemiyorum açıkcası. Ben sözel zekası çalışanlardanım ama buna maalesef mi desem iyi ki mi desem bilemedim şimdi. Fakat matematikten çektiğim sıkıntıyı bir ben bilirim bir de Allah! Biz ilkokuldayken beşinci sınıf bittiği zaman anadolu lisesi sınavlarına giriyorduk. O zaman da bir dershaneye gidiyordum ve matematik derslerinde sınıftaki arkadaşlarım zehir gibiydi tabir-i caizse... Öğretmen tahtaya soruyu yazdıktan bir iki dakika sonra çözmüş oluyorlardı. Ben ise o sırada soruyu yazmaya devam ediyordum. Bir kırmızı kalem kullanıyordum bir de kurşun. Kırmızıyla ‘soru’ yazıyordum, iki nokta koyuyordum... Yavaş yavaş yapıyordum bu işlemi, bunu bilerek yapıyordum elbette. Soruyu çözemeyecekmişim gibime geliyordu. Zaten sınıf o kadar kalabalık ve istekliydi ki, ben soruyu çözemesem ne olacak, onlar çözüyor işte yeter, o kadar kişi varken öğretmen beni farketmez bile... Ama her seferinde farkediyordu. Neredeyse tepemde dikiliyordu artık. “Senin şu kırmızı kalemini çöpe atacağım” diyordu bana! Ortaokulda olduğu gibi lisede de diğer bütün notlarım dört ya da beş olmasına rağmen matematik ve fizik iki, en fazla üç geliyordu. Biyoloji ve kimya notlarım bile beş gelse bile...
Lisedeki alan seçiminde ben sırf sözel bölüme gidenlere ‘işe yaramaz’ gözüyle baktıkları için eşit ağırlık alanını seçmiştim. Zamanı geriye alabilsem değiştirmek istediğim kararlarımdan biri bu olurdu sanırım. Bu sıkıntılar Öss’ye de yansıdı tabii ki, ilk sene sözelden çok iyi netler çıkarırsam bir yere girerim diye düşünüyordum. Sınav sonuçları açıklanınca (321 sözel puan almıştım) ve ben bir yere yerleşemeyince anladım ki matematik olmadan olmayacak bu iş. Neydi o söz? “Ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin.”

Ertesi sene biraz daha sayısal ağırlıklı bir dershaneye gittim. En azından bana yetecek kadar net çıkarmayı hedeflemiştim ve gerekirse bazı soruları, çözüm yollarını ezberleyecektim. Ne de olsa hep aynı tarz sorular çıkıyordu. O sene gerçekten daha çok çalıştım. Sözel dersleri biraz geri planda bıraktım ancak omuzlarımdaki yük daha ağırlaşmıştı sanki. Sınav günü pikniğe gider gibi gittik okula ve ben ailemin gözlerindeki o endişeyi görünce çok telaşlandım. Sınavım da kötü geçti tabii, geçen sene aldığımdan iki puan daha az aldım. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okumayı çok istiyordum ancak ufak puanlarla kaçırıyordum bu fırsatı, tercih listemde de başka bölümler yoktu pek. Artık dershanelerin bana verebileceği bir şey kalmamıştı. Çocukluğumdan beri mesleki hedefim haber spikerliğiydi ve bununla ilgili somut adımlar atmak için diksiyon kursuna gitmeye karar verdim. Bu kursun ödemesini kendim yapmak istedim ve bunun için işe girdim. Haftanın beş günü bir bijuteride çalışıyor, akşam eve geldiğimde konuları tekrar ediyor ve test çözüyordum. Geri kalan bir gün eski dershanemde deneme sınavlarına giriyor ve diğer gün de kursa devam ediyordum.
Aylarca bu şekilde bir koşuşturma yaşadım. Bir yandan da kendimi psikolojik olarak sınava hazırlıyordum. Sınavın benim için çok önemli olmadığını düşünmeye gayret ederek, ölüm kalım meselesi haline getirmemeye çalıştım.

Sınav sabahı erken kalktım ve namaz kıldım. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı fakat ben çok rahat hissediyordum kendimi. Evden çıkarken önceden tembihlediğim için kimseyle karşılaşmadım. Deneme sınavlarına giderken ufak bir törenle uğurlamıyorlardı ki beni, şimdi ne gerek vardı böyle bir şeye? Tek başıma gittim Kadıköy Kız Lisesi’ne. Yolda çiseleyen yağmur bile canımı sıkmadı, oysa yağmurlu havaları hiç sevmem ben. Sınav salonuna gülümseyerek girdiğimde herkes kurbanlık koyun gibi geldi gözüme, o kadar korku dolu bakıyorlardı ki! Ben arka sıradaki kızlarla sohbet ettim biraz, “kaçıncı girişiniz” diye sordum, çikolatamdan ikram ettim. Gözetmenin dikkatini çekti sonra benim bu rahatlığım, nereden mezun olduğumu vs. sordu ve o ışık hızıyla geçen üç saat başladı! Sınavdan sonra en yakın arkadaşım (şimdi bir doktor kendisi) kapıda beni bekliyordu. Nasıl geçtiği konusunda hiçbir fikrim yoktu... Artık tercih uzmanı olmuştum ben ve tercihlerimi biraz daha geniş tutmuştum. Yirmi dört tercihimin son üç tanesi iki yıllık okullardı hatta. Sonra komik bir macera yaşadık. Tv. de Öss ve tercihler ile ilgili program yapan ünlü bir bey özel okullara gidiyordu geceleri, randevu sistemiyle tercihlerinize yardım ediyordu. Canım dedem hiç üşenmedi gecenin bir vakti taksi tutarak götürdü beni, gittiğimiz okulda kimsenin böyle bir programdan haberi yoktu, güvenlik görevlilerine numaramızı bıraktık ve tekrar taksiye bindik, tam evin kapısına gelmiştik ki arayarak bizim gibi bir ailenin daha geldiğini haber verdiler ve aynı taksiyle geri döndük. Değişen bir şey olmadı ama; biz bir gün erken gelmiştik. Ertesi gece tekrar gittiğimizde amacımıza ulaştık. O ünlü programcı benim tercihlerime baktı ve güzel olduğunu söyledi. Üzerinde bir değişiklik yapmadı. Bu arada, ben dershaneye gitmediğim yorgun bir şekilde işten döndüğüm ve ders çalışmaya çalıştığım o sene 326 puan almıştım. Yerleştirme sonuçları açıklandığında yazlıktaydık. Çocukluk arkadaşlarım olan iki kız kardeşin (şimdi ikisi de öğretmen üstelik Van’dalar) evinde internet olduğundan erkenden onlara gittim. Heyecandan bilgisayara bakamıyordum. Sayfa açıldı, arkadaşım bana döndü... Sakarya Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı’na yerleşmiştim, beşinci tercihime...

Bu yazıyı Öss kurbanı tüm büyüklerim, arkadaşlarım ve kardeşlerim için başından üç kez üniversiteye giriş sınavı geçmiş biri olarak yazdım. Ayrıca şu gerçeği de hatırlatmak isterim ki, Öss herşeyin başlaması ya da bitmesi anlamına gelmiyor. Çünkü sınavlar hiç bitmiyor. Matematiğe inat istediğim bölüme girsem de, önümde şimdilik bir Ales ve bir de Kpss belki bir de Üds var. Sürekli tenkitlere maruz kalan ülkemizin eğitim sistemi ya da benim üniversite anılarım ayrı bir yazı hatta kitap konusudur kuşkusuz. Önemli olan hedef belirlemek ve gerçekçi adımlarla ilerlemeye çalışmak. Ne olursa olsun “Yapamadığınız şeylerin, yapabileceklerinizi engellemesine izin vermeyin!” Ben istediğim bölümü kazandım, okuduğum şehri çok sevdim, dört sene boyunca orada bazı radyolarda çalıştım, çok güzel insanlar tanıdım ve mezun oldum. Yarın akşam da kep törenim var. Darısı başınıza!...
( Bir Öss Yazısı başlıklı yazı gizem--colak tarafından 6/18/2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.