Önce, Emir’in evine uğradılar. Emir annesine, Sezgin Öğretmen’in arabasıyla biraz dolaşacaklarını, gecikirse merak etmemesini söyledi. Gerçi Sümbül biraz mızmızlandı “Beni de götür” diye ama Emir, ikinci adam edâsıyla, oturup ödevlerini yapmasını, geldiğinde kontrol edeceğini söyleyince Sümbül, bu kararlı duruş karşısında itaat etmek zorunda kaldı.

 

      Yollar, stabilize olduğu için yavaş gidiyorlardı. Bu arada Sezgin Öğretmen Emir ile sohbete dalmıştı bile. Emir, yine üşenmeden, uzun cümleler kurarak babasının ölümünü ve o sırada yaşadıklarını anlattı bir bir. Reşat Amcası’ndan, yengesinden, çocuklarının olmayışından ve tabi ki Esma’dan bahsetti. Onun sigarayı nasıl bıraktığını, kendine de pay çıkararak anlattı. Hatta gönderdiği dürbünü de yanına almıştı. Kılıfından özenle çıkarıp gösterdi öğretmenine. Arabasını yavaşça durdurdu Sezgin Öğretmen. Dürbünü alıp sağa sola baktı, ayarını yaptı ve kaliteli olduğunu tescilledi gülümseyerek.

 

     Yaklaşık yarım saat sürdü yolculukları. Bu sırada öğretmeni Emir’e o kadar önemli şeyler söylemişti ki Emir bu konuşmalardan sonra başka bir varlığa dönüşmek üzereydi. Artık hayata başka türlü bakmaya başlamıştı. Bu hâli, mağara kapısına varıncaya kadar devam etti. Kapıya gelince yine çocuk yönü ortaya çıkıverdi.

-         Öğretmenim, size bir sürprizim olacak.

-         Neymiş bakalım sürprizin?

-         İçeri girdiğinizde görürsünüz.

-         Meraklandım şimdi. Hatta heyecanlandım da.

-         Bu mağaraya ilk girdiğimde ben de çok heyecanlanmıştım. Hatta korkmuştum da ne yalan söyleyeyim. Yalnız, içerisi biraz karanlık. Ben biraz çalı-çırpı toplayayım da aydınlatayım azıcık.

 

      Emir’e beklemesini söyleyen Sezgin Öğretmen, boynunda asılı bir aleti tutup üst yanından aşağı doğru çekince, mağaranın içi, dışarısı kadar aydınlandı. Emir şaşkınlık içerisindeydi. Sezgin Öğretmen’in boynunda silgi gibi asılı duran bu sihirli alet, çok farklı bir el feneriydi. Emir daha sormadan Sezgin Öğretmen açıkladı.

-         Bu feneri bulmak için epey uğraştım Emir. Arabada öylece duruyordu. Sen, mağara falan deyince yanıma aldım. Nasıl beğendin mi?

-         Bu kadar ışık, şu avucum kadar küçük aletten mi çıkıyor şimdi öğretmenim?

-         Evet. Dedim ya çok aradım bunu.

-         Benim dürbün kadar kıymetli o zaman.

-         Onun kendine göre bunun da kendine göre kıymeti büyük. Mağarada senin dürbün işe yaramaz, şu karşı tepeyi yanı başımıza getirmek için de benim fener işe yaramaz.

-         Doğru.

-         Memlekette arkadaşlarla balık tutmaya gideriz. Bazen gecelediğimiz de olur. İşte o zaman çok işime yarar bu meret. Şimdi de burada işimize yaradı bak!

-         Ben size yapacağıma siz bana sürpriz yaptınız öğretmenim.

-         Artık senin sürprizine geçebiliriz Emir.

-         Şu duvara dayalı merdiven var ya öğretmenim, işte o merdiveni bu mağarada ben yaptım.

     

      Sezgin Öğretmen, Emir’in hiç de alışık olmadığı biçimde uzun uzun güldü.

-         Allah iyiliğini versin Emir. Bu, bana sürpriz olmadı ki. Sen, zaten eli işe yakışan bir çocuksun. Daha iyisini bile yapabilirdin.

-         Öğretmenim, asıl sürpriz o merdivenin sonunda. Çıkın da bir zahmet görün. Ama dikkatli olun. Merdivenin ayakları pek de öyle sağlam sayılmaz.

 

      Sezgin Öğretmen dikkatlice tırmandı merdiveni. Fenerini karşıya tuttuğunda, artık tamamen tüylenmiş, neredeyse uçmaya hazır sütbeyaz ve külümsü güvercin yavrularını gördü. Yavrular kaçışmadılar. Emir alıştırmıştı onları insana.

-         Elinize alabilirsiniz öğretmenim. Ben, her geldiğimde öpüp seviyorum onları. Ne güzeller değil mi?

-         Evet Emirciğim. Cins kuşlara benziyorlar. Nasıl buldun bunları?

 

      Emir, mağaradaki hikâyesini de anlattı öğretmenine. Sezgin Öğretmen merdivenden inip Emir’in yukarı çıkmasına yardım etti. Emir, doyasıya sevdi kuşlarını. O da indi merdivenden.

-         İsimleri var mı bunların Emir?

-         Beyaz olanı Akkız, diğeri de Kuşbey.

-         İsimleri de kendileri kadar güzelmiş Emir.

-         Sağ olun öğretmenim. Aslında eve götürecektim ama kıyamadım analarından ayırmaya. Burada da beslenebilir deyip, hep ziyaret ettim onları.

 

      Mağarada bir saat kadar oyalandılar. Daha sonra mağaranın üst yanındaki sivri kayanın üstüne çıkıp sırayla etrafı dürbünle izlediler.

-         Bu köyü çok sevmemin nedenlerinden biri de bozulmamış bir doğal güzelliğinin olmasındandır Emir. Kıymetini bilmek lâzım, ne dersin?

 

      Köye döndüklerinde, akşam ezanına yarım saat kalmıştı. Dönüş yolunda Sezgin Öğretmen Emir’e uzun uzun konuşmalar yaptı. Emir, kendini birden büyümüş hissetti. Sezgin Öğretmen Emir’e, annesine çaktırmadan, pazartesiye Reşat Amcası’nın adresini ya da telefonunu getirmesini söyledi.

 

      Emir, eve geldiğinde annesinin moralinin bozuk olduğunu gördü. O hep güvendiği ve her işin üstesinden gelebileceğini düşündüğü annesi, şimdi çaresiz bir durumda gibi görünüyordu. Sebebini sorduysa da tatmin edici cevaplar alamadı. Reşat Amcası’na ve Esma Ablası’na mektup yazacağı bahanesiyle annesinden, amcasının adres ve telefon numarasını aldı. Sümbül’ün ödevlerine, söz verdiği gibi yardım etti. Abisi Selim için yapmaya başladığı tel arabayı bitirip uzun bir kamışın ucuna arabayı telledi. Kamışın diğer ucuna da tel direksiyon yaptı. Arabasının bittiğini gören Selim, Emir’i kucaklayıp, yanağından öpeceğine, yanlışlıkla gözünden öptü. Selim, havanın kararmak üzere olmasına aldırış etmeden, avluda test sürüşlerine başladı. Kendisi yalpalayarak yürümesine rağmen, arabasının düzgün gitmesine özen gösteriyordu.  Arabayla oynaması güzeldi de şu çıkardığı araba sesi çok abartılıydı. Ama olsun, abisi mutluydu ya, bu Emir’e yeterdi…

 

      Anacığının moralinin niçin bozuk olduğu yatsıdan sonra anlaşıldı. Dış kapı hızlı hızlı dövüldü. Saçaklı, delirmiş gibi havlıyordu. Gelenler, Apik ve Alos dayılarıydı. Saçaklı da hiç sevmezdi onları. Zincire bağlı olmasaydı ikisini de parçalardı herhalde. Başköşeye kurulup annesinin yaptığı kahveyi sırıta sırıta içtiler ve mel’un planlarının ilk bölümünü gerçekleştirmek üzere söze başladılar.  Alos Dayısı idi ilk söze başlayan.

-         Bacım, ölenle ölünmez. İyi adamdı şu bizim enişte.

 

-         Ölünce mi anladınız iyi olduğunu? Hayattayken bir kez yüzüne gülmediniz yiğidimin. Geç ağam bu süslü sözleri de niyetin nedir onu söyle.

     Apik Dayı’sı devam etti.

-         Biz, seni ve çocuklarını düşünmekteyiz. Yazık oluyor valla size. Daha gençsin, alımlısın bacım. İki topal koyun, bir koca inekle bu yavruları doyuramazsın. Zeynel Ağa yine haber salmış, bana varsın Zehra, perişan olmasın demiş.

-         Ağamsınız dedim, buyur ettim. Kahvenizi de içtiniz, hadi karılarınız bekler sizi, doğru evinize. Bu niyetle gelecekseniz, bilin ki Zehra diye bir bacınız yok sizin. Allah büyüktür. Hem rahmetlinin bıraktıkları da torunlarıma bile yeter evelallah.

-         Doğru, o kadar mal bıraktı ki ye ye bitmez.

      Emir, Apik Dayısı’nın bu alaylı konuşmasıyla, sinirinden kıpkırmızı olmuştu ama daha bugün Sezgin Öğretmeni’nin arabada anlattıklarını hatırlayıp sabretmişti çaresiz. Öyle güzel şeyler anlatmıştı ki Sezgin Öğretmen…

      Bu alaylı konuşması yetmezmiş gibi, pişkinliğine devam etti Apik.

-         Valla sen bilirsin bacım. Biz seni düşünerek geldiydik. Dök-düşün kararını ver. Zeynel Ağa’nın bir ayağı çukurda sayılır. Epey de malı birikmiştir hani. Hepimiz de kurtulurduk, fena mı?

  

      Emir, dayanamayıp sertçe odanın kapısını açtı ve eliyle “Dışarı buyurun” hareketi yaptı. Bunları yaparken hiç konuşmuyordu.

 

     Asıl kızılca kıyamet avluya çıktıklarında koptu. Olanları pencereden dinleyen Selim, Saçaklı’nın zincirini uzun uğraştan sonra çözebilmiş ve serbest bırakmıştı. Dayıları avluya çıkar çıkmaz, Saçaklı üzerlerine saldırmış ve avluda dört dolandırmıştı merhametli ve hayırsever dayılarını. Emir, Saçaklı’yı zor sakinleştirdi. Dayıları da bir daha o kapıdan girmemeye yemin eder vaziyette, söylene söylene çıkıp gittiler. Hatta Alos Dayısı kapıdan çıkarken Selim’e “Marazlı Hüsnü’nün marazlı oğlu” deyivermişti. Selim, anlamamıştı ne demek istediğini. Çünkü bu evde hiç kimse bugüne kadar Selim’e özürlü muamelesi yapmamış, hep normal biriymiş gibi davranmıştı. Dayısının bu ağır lafı, Selim dışında herkesin beyninde zonklamış ve ifrit etmişti. Zehra, hıçkırarak Selim’e koştu ve bağrına bastı. Emir ise, bu yetim inciten sözleri Allah’a havale etti.

 

     Hafta sonunu, bu tatsız olayın burukluğu gölgelemişti. Sanki Hüsnü yeniden ölmüş, eve yeniden karanlık çökmüştü. Emir, düşeni elinden tutup kaldırmak yerine, dayılarının bu şekilde davranmalarına bir türlü anlam veremiyordu, veremeyecekti.

 

   Pazartesi olduğunda, Emir verilen görevi yerine getirmenin mutluluğunu tadarak unutmak istedi yaşananları. Bir hafiye edâsıyla iki yanına bakınıp doğruca Sezgin Öğretmen’in odasına girdi. Teneffüste oldukları için, ortalık çoluk çocuk kaynıyordu. Elinde sımsıkı tuttuğu ve içinde Reşat Amcası’nın telefonu ve adresi yazılı kâğıdı, usulca öğretmeninin masasına bıraktı. Bu yaptığının, bir müddet sonra içini acıtacağını bilmiyordu tabi.(DEVAMI VAR)

( Babam Yokken başlıklı yazı mstf GÖZELEL tarafından 8.11.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.