Ranzalı günler…

 

     Yaz tatili, okul günlerinden de hızlı geçti Emir için. Hazırlıklar yapıldı. Artık Emir ilçede okumak için, gurbet kuşu olmak için hazırdı. Bu arada Sezgin Öğretmen yazın evlenmişti. Emir ve annesi Sezgin Öğretmen’in düğünü için onun özel konukları olarak Manisa’ya gittiler. Çok güzel bir düğün olmuştu. Üstelik Emir hiç tanımadığı kendi yaşıtı çocuklarla oynamıştı bile. Aslında düğün oyunlarını fazla bilmiyordu ama içinden geldiği gibi kollarını kaldırıvermişti. Sezgin Öğretmen de Emir’in oynadığını görünce gelinden izin alıp Emir’in karşısına karşılıklı oynamaya geçivermişti.

 

      Sezgin Öğretmenin tayini memleketine çıktığında eşyalarını bir kamyonete yükleyip göndermişti. Emir’i elleriyle okuluna teslim etmek için birkaç gün köyde oyalanmıştı. Hem Emir hem de Sezgin Öğretmen, neredeyse köydeki herkesle helalleştiler.

      Zehra, yuvadan uçurduğu üçüncü kuşunun acısıyla biraz rahatsızlandı. Sümbül’ü arada bir görebiliyordu. Emir ise yakına gitmişti. Ya Hüsnü’sü… Gelmeyecekti bir daha. Zaten Emir’i yolcu edip Hüsnü’nün mezarına gidince hastalanmıştı. Çok ağlamıştı mezarın başında.

 

      Emir’in yurttaki odası on altı kişilikti. Sezgin Öğretmenle birlikte eşyalarını dolaba teker teker yerleştirmişler, oradaki çocuklardan tecrübeli olanlara sorup birkaç eksik eşyayı da ilçenin çarşısından alıp tekrar yurda dönmüşlerdi. Sezgin Öğretmen, yurttan sorumlu öğretmen ve idarecilerin odalarına gidip bir müddet onlarla bir şeyler konuşmuştu.

 

     Artık veda vakti gelmişti. Uzun uzun sarıldılar birbirlerine. Emir, öğretmeninin elini tekrar öptü, helalleştiler ve Sezgin Öğretmen kendi memleketine doğru yola düştü.

 

      Yurtta, kendisi gibi yeni olanların yanı sıra, erken gelmiş eski öğrencilerde vardı. Akşam yemeğine daha bir saat olmasına rağmen Emir yemekhaneye doğru yürümeye karar vermişti. Merdivenlerden ağır ağır inerken iki basamak gerisinde başka bir öğrencinin daha indiğini fark etti. Kafasını yavaşça yana çevirip arkasındakini kontrol etti. Kendisinden büyük görünüyordu ve belli ki eski öğrencilerdendi.

-         Yemekhane en alt katta mı abi?

-         Evet, ama yemeğe daha var. İçeri almazlar şimdi.

-         Ben yeniyim de fazla bilmiyorum kuralları.  

-         Yeni olduğun belli oluyor zaten. Ben de senin gibi şaşkındım ilk geldiğimde. Çabucak alışırsın korkma. İyidir burası, yemekleri de fena değildir. Nerelisin sen?

-         Buralardanım. Gültepe Köyü’ndenim abi.

-         Köylümmüşsün sen benim yahu. Ben de sizin köyün ilerisindenim.

-         Hangisi?

-         Höyüklü.

-         Tamam. Bilirim orasını. Alos Dayım o köyden evlidir benim.

-         Şimdi bir de hısım çıkarsak şaşmam. Yengen kimlerdenmiş?

-         Valla bilmiyorum abi. Dayımla fazla konuşmayız zaten.

-         Anladım. Adın ne hemşerim?

-         Emir.

-         Benimki de Halil. Lise bire geçtim bu yıl. Yıllar su gibi geçiyor valla. Biraz bahçeye çıkalım mı?

-         Olur, Halil Abi.

-         Baban yakışıklı adammış. Memur falan mı? Pek de düzgün giyimli.

-         O benim babam değil abi, öğretmenim Sezgin Öğretmen. Birden beşe kadar o okuttu beni. Tâyini çıktı da giderken yolunun üzeri olduğu için beni de bırakıverdi.

-         Anlaşılan iyi öğretmenmiş. Niye baban getirmedi seni, gurbette falan mı?

-         Benim babam geçen yaz öldü Halil Abi…

-         Başın sağ olsun. Kusura bakma. Farkında olmadan bayağı bi saçmaladım galiba.

-         Yok abi, önemli değil. Hem sen yanlış bir şey demedin ki.

-          Benimki de ölü mü sağ mı belirsiz Emir. Çalışmaya diye bi çıkıyor evden, bazen altı ay, bazen bir-iki sene gelmediği oluyor. Geçim derdi işte.

-         Okul zor mudur abi?

-         Çalışana kolay. Boş işlerle uğraşmayıp dersine bakarsan baldan tatlı. Ama niye geldiğini unutup da gününü gün etmeye kalkarsan, gözünün yaşına bakmaz hocalar.

-         Ben ders çalışmayı severim abi. Fakat uğraşacak bir iş olursa da sevinirim. Elim hiç durmaz da benim. Köydeyken de böyleydim. Kendime illâ bir iş bulurdum yapacak.

-         Ne güzel işte. Hep ders hep ders de olmaz tabi. Biraz da dalganı dağıtacak şeylerle uğraşmak lâzım. Aslında ben de sen gibiyim. Babamın mâcur pazarından aldığı radyoyu belki on kere söküp taktım. Şimdi her şeyini biliyorum artık. Ama ustanın iyisi cıvata artırırmış ya, bazen bu cıvatayı nerden sökmüştüm dediğim de oluyor hani.

-         Halil Abi ben seni çok sevdim. İyi ki seninle karşılaştık.

-         Dur bakalım Emir, insanlar hakkında hemen karar verme. Belki kötü biriyim ve sana oynuyorum, nerden biliyorsun?

-         Kötü değilsin sen. Ben adamı gözünden tanırım. Kötü olsan bu dediklerini bile söylemezdin bana.

-         Sağ olasın Emir Can. Ben sana Emir can dersem kızar mısın?

-         Yok da, nerden çıktı şimdi?

-         Benim köydeki öğretmenimin oğlunun adıydı. Oğlum olursa bu adı koyacağım derken bak bir kardeşim oldu işte. Şimdilik sana Emir Can diyeyim, tabi istersen.

-         Sen bilirsin Halil Abi.

-         İçeri girelim mi? Az kaldı yemeğe, sıraya girmemiz lâzım.

-         Tamam abi.

     

       İyi olmuştu Emir’in Halil’le tanışması. Üstelik Emir yanılmamıştı. Halil gerçekten iyi bir çocuktu. Mezun olup gidene kadar da Emir’i kollayacaktı. Akşam yemeğinde sulu köfte, pilav ve Kemalpaşa tatlısı vardı. Yurtta fazla öğrenci olmadığından yemekler artmış ve her şeyden çift porsiyon yemişlerdi Halil Abi’siyle.

 

      Yemekten sonra Emir’in dolabını bir de Halil kontrol etti. Dürbün ve feneri, her ihtimale karşı emanete teslim ettiler. Yemekhanenin bitişiğindeki salonda bir müddet televizyon izleyip odalarına gitmek üzere ayrıldılar. Halil’in odası, Emir’inkinden bir kat yukarıdaydı. Yurt, dört katlıydı. Emir, ikinci, Halil üçüncü katta kalıyorlardı. Her katın bir de etüt salonu vardı. Devlet, ne güzel bir bina yapmıştı böyle. Hem rahattı ve düzeni huzur veriyordu insana. Devletin çabası, buralardan memlekete hayırlı evlât yetiştirmekti. Kim bilir kimler yetişmişti şimdiye dek. Sezgin Öğretmen’in, ısrarla vatanı, bayrağı, devleti, milleti niçin sevmeleri gerektiği konusunda yaptığı manidar konuşmalarını hatırladı birden. Şu Sezgin Öğretmen büyük insandı doğrusu. Bunu, ileride çok daha iyi anlayacaktı Emir.

            

       Emir’in okuldaki ilk haftası, öğretmenleri ve sınıf arkadaşlarıyla tanışmayla geçmişti. Otuz dört kişiydiler sınıfta. On altısı kız, on sekizi erkekti. Bu okul, kızlar için yatılı değildi. Onlar, ya ilçeden ya da kendi gibi civar köylerdendiler. Yalnız birkaç tane yabancı vardı. Onların da babaları ilçede çalışan polis ya da memurdu. Belediye başkanının kızı da Emir in sınıfındaydı. Yaklaşık on gün sonra ilçeye yeni atanan savcının kızı geldi sınıfa. Böylece sayıları otuz beşe çıktı.

 

       Emir, hem okulunu hem de kaldığı yurdu çok sevmişti. Bazen, hafta sonları postaneden annesini arıyor hasret gideriyorlardı. Kendi evlerinde telefonları olmadığı için mecburen komşularını arıyor, onlar da annesine haber veriyorlardı. Para sıkıntısı çekmiyordu Emir. Yurttan sorumlu Müdür Yardımcısı İsmet Hoca, belli zamanlarda Emir’i çağırıp içine para konulmuş zarf veriyor ve parayı saymasını istiyor, miktarın yazılı olduğu kâğıda da imza attırıyordu. Emir bir keresinde İsmet Hoca’ya bu parayı kimin gönderdiğini sormuştu. O da “İsmini vermememi söyledi. Belki seni çok seven ve düşünen biri ya da birileri” diye ipucu vermişti Emir’e. Üstelik devlet de harçlık veriyordu. Halil Abi’si Emir’e bir akıl vermiş, artan paralarını biriktirip çeyrek altın almasını söylemişti. Emir’in parası artıyordu, hem de çok artıyordu. O da Halil’in tembihlediği gibi çarşı iznine çıktığında sarrafa gidip çeyrek altın alıyordu parasına. Önceleri nasıl ve nereye saklayacağını düşündü durdu. Sonra da Emânet Dolabı’ndaki dürbün kabına saklamanın uygun olacağına karar verdi. Birikmişlerini buraya dikkatlice yerleştirip tekrar Emânet Dolabı’na bıraktı.

 

        Emir, kıvrak zekâsı ve efendiliğiyle hemen sivrildi sınıfta. Hemen hemen herkes onu seviyordu. Hemen hemen diyorum çünkü Sırık Ömer ve Kınalı Saçlı Uğur açık açık cephe almışlardı bu zeki ve öğretmenlerin gözdesi olan çocuğa. Sınıftaki kızların, neredeyse her teneffüs Emir’in başına toplanmalarına uyuz oluyorlardı. Sırık Ömer, savcının kızı Gülçin’e yanıktı galiba. Kınalı Uğur da gönüllü olarak Ömer’in fedaisi olmuştu. Çünkü Sırık Ömer’in amcakızı da aynı sınıftaydı. Uğur’un bu kıza olan ilgisi, onu ister istemez Ömer’in fedaisi yapıyordu. Aslında Ömer’in bu durumdan haberi yoktu. Olsaydı kim bilir ne patırtı çıkardı.

 

       Emir, bu olanlara hiç anlam veremiyordu. Bacak kadar çocuklara da ne oluyordu ki bu yaşta! Öğretmeninin dediği gibi mi oluyordu yoksa! “Nesil gittikçe bozuluyor” derdi Sezgin Öğretmen’i. Bu yüzden Emir yadırgıyor ve ayıplıyordu bu durumu.

 

       O ne kadar ayıplarsa ayıplasın, kendisi için şimdiden beş-altı kız rekâbete girmişti bile. Fakat o bilmezden anlamazdan geliyordu. Çünkü buraya okumaya gelmişti. Şimdi annesinin yanı başında değil de hissiz, soğuk ranzalarda uyuyorsa bunun nedeni aşikârdı. Okumak ve adam olmak…(DEVAMI VAR)
( Babam Yokken... başlıklı yazı mstf GÖZELEL tarafından 15.11.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.