Oraya gitme demedim mi sana,
seni yalnız ben tanırım demedim mi?
Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi ben'im?
Bir gün kızsan bana, alsan başını,
yüz bin yıllık yere gitsen,

dönüp kavuşacağın yer ben'im demedim mi?
Demedim mi şu görünene razı olma,
demedim mi sana yaraşır otağı kuran ben'im asıl,
onu süsleyen, bezeyen ben'im demedim mi?

Ben bir denizim demedim mi sana?
Sen bir balıksın demedim mi?
Demedim mi o kuru yerlere gitme sakın,
senin duru denizin ben'im demedim mi?
Kuşlar gibi tuzağa gitme demedim mi?
Demedim mi senin uçmanı sağlayan ben'im,
senin kolun kanadın ben'im demedim mi?

 [Mevlana Celaleddin-i Rumî]

 

k

Şeb-i Ârus, “düğün gecesi”. Mevlana için dosta yürüme gecesi, etrafında toplanan sufiler için şeb-i yeldâ idi. Yani en uzun geceydi.

Efendi, Efendi’sine, güneşine, dostuna, yarına, yarenine kavuşurken, insanlara bir şeyi vasiyet etmiş, sıkı sıkıya tembihlemişti:

“Arkamdan ağlamayınız. Zira benim bu günüm ölüm günü, ayrılık günü değil, dosta kavuşma, sevgiliye kavuşma günümdür.”

Kandildi, zamanın en aydınlık ve en parlak şekliyle Mevlana. Büyüktü. Âlimdi, vaizdi. Şeyh idi, Hoca idi. Kısacası aşktan nasibini almamış Konya ahalisinin o ana kadar her şeyiydi. Fetva ve şeriatta oldukça ilim ve irfan sahibiydi. Babasını peşi sıra yürürken, bir okyanus, sıfatını almıştı. Küçükken okyanustu aslında. Dalgası olmayan, bütün nehirlerin ona döküldüğü, bütün suların onda birleştiği, ilimle yoğrulmuş bir okyanus.

Başta da dediğim gibi dalga yoktu, kendisinde. Çünkü hiçbir karaya kıyısı yoktu. Farklıydı o. Okyanustu. Bir okyanus nasıl olurda, kıyı sahibi olabilirdi ki? Cübbesinin altında halka kendisinin sahip olduklarını veriyordu o kadar. Keza kitaplarla öğrendikleriyle sınırlıydı bildikleri, okudukları, anlattıkları.

Maddi anlamda yoğrulmuştu ilimle, lakin manevi anlamda daha hiçbir zorlukla karşılaşmamıştı Mevlana.

Tâ ki Şems gelene kadar…

Tebrizliydi. Dilenci kılıklı, yoksul bir yolcu gibi girdi önce Konya sokaklarına. Birkaç gün bekleşti, Konya’nın baharat ve sarımsak kokan meydanlarında.  Hemen gitmek olmazdı ya dosta, önce anlamalıydı yaşadığı mekânı.

Sonra ansızın, bir yolcu gibi cübbesinin altında ezilen Mevlana’nın karşısına çıktı. Merkebinin yularını sıkı sıkıya tutuyordu, gönlüyle birlikte. Kömür karası, zifiri bakışlar daim Mevlana’daydı işte o vakit. Kimilerini delip geçen o asib bakışlar şimdi öylesine yumuşaktı ki, Mevlana’nın içi titremişti o vakit.

Keza Ebubekir’i bulmuştu Mevlana. Hicrette yolculuk eden, mağarada bin bir cefaya sıkıntıya Efendiler Efendi’siyle göğüs geren Ebubekir’i bulmuştu. Evet, Sıddık karşısındaydı sanki; ki biraz sonra deliğinden çıkmakta olan yılanların önüne söyleyeceği sözlerle ayak direyecekti. İzin vermeyecekti Mevlana’sına zarar vermelerini. Ve başı uğruna da olsa akıllardan silinmeyecek soruyu sormuştu:

“Beyazıt Bistami mi, yoksa Rasulullah mı büyük?”

Mevlana donup kalmıştı, ağır kaftanın altında. Böylesine bir soru nasıl sorulabilirdi ki? Bunca âlimlik hayatında duymamıştı zira böylesine bir soruyu.

Bunda da Şems’in güzel bir sınavı vardı aslında. Ebubekir değil miydi o? Sıddık-ı Ekber değil miydi? İşte bu kez Mevlana’yı Sıddık yerine koymuş ve Kâbe’nin avlusunda müşriklerin “Muhammed (s.a.v) göğe çıktığını iddia ediyor, sen ne diyorsun?” dediğinde, “O ne söylerse doğrudur” diyerek tasdik ettiğini anımsıyordu.

Şimdi tasdik sırası Celaleddin’deydi. Büyük olan belliydi, ama Bistami’nin, “Ben kendimi tebcil ederim, benim şanım yücedir. Zira hırkamda Allah var”  bu sözü karşısında nasıl bir kelam edilmeliydi.

Mevlana o vakit anlamıştı sırdaşının demek istediğini. Şems’in gözünden beliren tebessümler bir bir gönlüne nakşediliyordu ya. İşte o vakit yutkundu ve konuşmaya başladı. Sözleri bitirdiği kitaplardan, dinlediği alimlerden çok farklıydı.

“Efendiler Efendisi’yle, Bistami’nin söylediği kelamı karşılaştırdığımız vakit, her ne kadar Bistami’nin sözü daha iddialı görünse de, aslında Efendiler Efendisi’nin sözünün ondan daha ileri olduğunu anlayabiliriz.”

k

Şems geldiğinden bu yana değişmişti Mevlana’nın hayatı. Hamuşlaşmıştı. Zaten dostluğun gayesi de bu değil miydi?

Velev ki dost geldiğinde değişen bir şey yok ise hayatta o vakit dost değildir o insan size. İşte dost gelmiş, bütün fitneye, dedikoduya rağmen bildiklerini aktarmış, Mevlana’yı Mevlana yapmış, sırtındaki kaftanı, yamalı bir feraceye çevirmiş, bilgi dolu göğsü aşkla doldurmuştu.

Zaman zamanı, dedikodular bir sonraki ve daha ağırını getirirken hayatlarına Şems’de başını vermişti, yanı sıra bekleyen Mevlana’ya, aşka, dostluğa, vuslata.

Şems yıllar önce okuyup, beğendiği ve adaş olduğu ayetin muştusuyla çekip gitmişti, Mevlana’nın yanından.

“…Hani onların bedbaht olanı ileri atılmıştı.
Allah’ın Resulü de onlara ‘Allah’ın devesini
 ve onun su içme hakkını koruyun.’ dedi.
Fakat onlar, onu yalandılar ve deveyi boğazladılar...”

k

Şems elini eteğini çektiği vakit Mevlana’nın yanından, güneş misali görevini tamamlamıştı. Gece basarken dostun bulunduğu mekânı başka mevkilere yol almıştı.

Mevlana ise dostunun sevgisini bir köşede, Allah’a olan aşkını ise tüm kalbinde hissederek, göçüp gitti bu dünyadan. Ve bu sebeple "Şeb-i Arus" dedi giderken. Düğün günü. Dosta varışın, yeşil kubbenin altında yatarken dahi dostla semah edişin günü.

Allah hepimizi onlarla haşr etmeyi, aşkın sancağı altında bir etmeyi ve onlarla bir olmayı nasip etsin.

Hayatımız boyunca kazanan hep dostluklar, hep aşklar olsun. Sevgilerimle…

( Aşk Ve Dostluk başlıklı yazı Galip Argun tarafından 18.12.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.