Kâf dağının eteklerindeydim bugün
Yalnızlığın tebelleş olduğu amansız; ucu bucağı görünmeyen genişçe bir eteği vardı.

Kâh simurgdaydı gözüm; kâh simurgun peşi sıra giden otuz kuşta...
Hepsinin bir oluşunu, var oluşunu ve onca depdepeli yolu bir olup geçmesindeydi sırrım.

Önce batıp çıktıkları aşk denizindeydi gözüm.
Kâh masmavi oluşunda kâh güneşin ışıklarıyla acının kızıllığına bürünmesinde.
Yüzmekteydi binlerce kayık; üstünde simurga yolculuk yapan altmış kuş ile...
Hepsi de aynı noktaya, aynı amaca; aynı meramla gidiyorlardı.
Hepsininde amacı bir
                               gayesi bir
                                           meramı birdi.

vahdet'e doğru vucud olmuşlardı.
Yaratılış gayesi vahdet-i vücud kendini en iyi şekilde ele vermişti.
Aslında yolculukları kayıkların içindeki eşref-i mâhluk gibi,
ilânihâyeyeydi. Yani sonsuzluğa doğru kanat çırpıyorlar,
Sonsuzluğun içinde simurgu, kuşların sultanını arıyorlardı.

Tabi her şey gibi bir kaç sınavdan geçmeleri gerekirdi; Sultan'a ulaşmadan önce.
Çünkü tek sorumlulukları boynunda inci gibi duran aşklarıydı.
Aynı aşk deryasında kayığıyla yüzmekte olan insanın kalbindeki zerre gibi.
Zira bu deryada geçerli olan şey kuşlar için boyunlarında taşıdığı inci,
İnsan içinse kalbinde taşıdığı aşk zerresiydi.
İki mâhluğun da yolu bir,
                                    katresi bir,
                                                 hayatı birdi.

Simurg yolcuları önce aşkın deryasına daldırdı kendini.
Onun suyundan sarhoş olmaktı meramları
Boynundaki inciyi bir nebzede olsun büyütmekti.
Altmış simurg yolcusu kendilerini öyle bir salıverir ki derya-ı aşka
Son on tanesi mahvolur,
                                  harab olur,
                                               yok olur.

Mecnunlaşan diğer elli tanesi ardından hırs ovasına girer. Birbirleriyle hırsa tutuşan
inci sahiplerinin ilk on tanesi hüsrevâne bir hal alır,
                                                        husumet peydahlanır,
                                                             metruk bir hâl alınır,
                                                                     hırsın tebelleş olduğu insanlar gibi yıkılırlar.

Yektâlaşan diğer kırk simurg yolcusu karar verirler,
ayrılmamaya ve her zamanki gibi bir olamaya.
Zira yoldaş azaldıkça yol güçleşiyor;
duyguların en ağır yükü kalblerine ve boyunlarına taktığı incilere musallat olmakta gecikmiyordu.

Ulu varlığın seyrindedir bilgin
Bunda düşmanlık var der gafil
Deniz olduğundan dalgalanır deniz
Onun içindir dalgalar, çöpe sor dilersen*

diye seslendi Ayrılık Vadisi, geriye kalan kırk simurg yolcusuna.
Bir olma yeri değildi zira Ayrılık Vadisi,
Burası gafilin yeriydi ve gafil bunca kuşun arasında düşmanların olduğunu
ayanbeyan haykırıyordu.
Şimdi ayrılık vadisine girerken simurg yolcuları
tuttukları sözü incilerinin içine gömmüşlerdi.
Zira kim bu sözden korkarsa vadi incisini alaşağı edecek,
kendilerini habislerin içine gömecekti.
Ayrılık vadisi sözünü tuttu ve dört gurupta toplanan simurg yolcularından ikinci gurubu alaşağı ediverdi.
On yolcu daha yolunda başarılı olamamış,
incilerindeki aşk kifayete erememişti.
Kalan otuz simurg yolcusu ise yavaş yavaş tırmanmaktaydı; Kâf dağının zirvesine...
Anlatıla anlatıla bitmeyen o muhteşem dağ şimdi karşılarındaydı.

Bir asker, belkide haber veren bir baykuş beklediler önce.
Ya da şatafatlı bir asker töreni,
sedef kakmalarla süslenmiş bir taht,
has ipeklerden imal edilmiş; has mücevheratlarla süslenmiş bir kavuk,
ve bir kaç dalkavuk...

Girdikleri kuşların sultanının mekanıydı sonuçta...
Boyunlarında alınlarının akıyla taşıdığı incininde hakkını ziyadesiyle vermişlerdi:
Bir kaç oda bahşedileceğini sandılar önce otuz yoldaş,
Odanın içinde binlerce çuval kuş yemi;
ve güzel güzel hurilerle doldurulmuş koltukların ortasında, mis gibi yemiş beklediler ki...

Buldukları koskoca dağdı. Sessizlikle örülmüş;
gözlerden ırak kurulmuş; ve sadeliğile göz kamaştıran büyükmübüyük bir dağ...

Otuz kuş önce sermestlikle koskoca Sultan'ın sarayını göremediğini düşündü,
ardından aralarında kopan veleveleyle birlikte bir oyana bir buyana salınmaya başladı.

Aslında ne koskoca sultan simurg vardı; ne de ortada şatafatlı bir saray...
Ortada olan kendilerinden başka bir şey değildi.
Si yani otuz; ömurg yani kuş...
Buldukları sadece "otuz kuş"tan ve çekilen binlerce çile...
Heba edilen onca nefis....
Ve kahırdan biten, tükenen kalın çehreli bir nefis!

Bu gece Kâf dağında yolcuydum.
Bir simurgtum belki, belki de, simurg yolcusu!

Kah battım aşk-ı deryaya kah çıktım Hırslılık ovasına...
Lakin gördüğüm tek şey vardı
Benden içeru bir ben olan varlıktı!

* Ömer Hayyam'dan bir rubai.
( Varoluş Mücadelesi... başlıklı yazı Galip Argun tarafından 25.08.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.