1 Yazmak

YAZMAK (HANİ ADINA YAZARLIK DENİYOR YA)

Yazarlığın kısa tarifini yapmak gerekirse; tutkulu bir kriz dönemi olarak adlandırmak yerinde bir açıklama olacaktır.

Yazar da bir insandır. Fakat her insan bir yazar değildir. Her insan, yazı yazar ama yazar olamaz. Yazmak demek, duygu ve düşünce yoğunluğunu beyinde harmanlayarak, bu düşünceleri bilgi dağarcığına havale etmek ve insanlığa yol gösterici, eğitici, bilgilendirici, eğlendirici yolları anlatmak demektir.

Yazar olabilmek için evvela doğru dürüst bir insan olmak zorunluluğu vardır. Yazar haricindeki insanlar doğru dürüst bir insan değildir anlamında söylemiyorum. Özellikle yazarların doğru ve dürüst olmasının gerekliliğinden bahsediyorum. Yol gösterici bir kişilik olan yazarlık, aynı zamanda örnek teşkil eden bir şahsiyet olmak zorundadır. Bu yol; diğer bazı meslek dallarında görev alan insanlar içinde geçerlidir. Çünkü şahsiyetsizler topluma yön veremez, toplumu eğitemez, yönlendiremez, yönetemezler.

Dünya edebiyatını incelediğiniz zaman, bu kutsal görevi yerine getirmeye çalışan yazarların çoğu, çile deryasının içinde boğulmuş, çile çektikçe de yazma dürtüleri artmıştır. Yazmak için yaşamışlar. Bu tutku onlara hayata tutunma yolu olmuştur. Belki pek çoğu yazma tutkusunun kendisine verdiği rahatlama psikolojisi sayesinde güvenli bir limanda olduğu hissine kapılmış. Bu yolun normal de doğruluk oranı çok yüksektir. Daha kaliteli eserleri dert dünyası içindeki bu düşün ustaları vermiş demek doğru bir teşhis olacaktır.

Garp dünyasında Charles Dickıns’lar, Tolstoy’lar, Wilde’ler, v.s. Şark dünyasında ise Ersoylar, Kısakürekler, Peyami Safa’lar v.s bu güzide insanların hayat hikâyeleri incelendiği zaman gerçek daha iyi anlaşılmış olacaktır. Bu insanların kaleminden çıkan her kelime, toplumu peşinden sürükleyen bir ışık huzmesi olmuştur. Çünkü onların çile içindeki düşünleri, daha kaliteli bir dünya özlemi için temel teşkil etmiş, olması gerektiği yolları anlatmış, yanlışlıkları alaycı bir dille korkmadan çekinmeden dile getirmişlerdir. İşte onları büyük noktaya getiren de o korkusuz kalem kullanma yollarıdır. Bu yolda çile olmayınca kudret hasıl olamıyor. Çekmek deyince, bir hücrede darp görmek değil, yaşadığı toplum içinde anlaşılamamak, algılanamamak, horlanmak, yaşam gerçeklerinin getirdiği sorumluluklardan hâsıl olan var olabilmenin yolları (nafaka temini için emek vermek) v.s gibi gerçekler bu yolun üstündeki diken ve taşları oluşturur.

Türkiye’de yazar olmak kadar zor bir şey yoktur. Çünkü bizim toplum bilen bir toplumdur. Düşünce ürünlerine saygı duymaz. Belki bu saygı duyma yolunu, düşünen ve düşün ürünleri veren yazarlar bu hale getirdi denilebilir. Bunda gerçek payı yok değil. Gerçek bu doğrultuda olsa bile, düşünen insana, beyin ürünü veren insana saygı duymak gerekir.

Türkiye yazarlarını suçlarken, bazı gerçekleri kabullenmek zaruriyeti hâsıl oluyor. Bu ülkede ideolojik düşüncelerin hâkim olduğu dönemler düşün insanının geleceğini karartmış, onları karşı grup nazarında küçük ve hakir düşürmüş. Öteki ve beriki gibi sınıflarda görülmüş. Ortaya çıkan düşün ürünü her ne kadar yüksek efor sayesinde de olsa, öteki olduğu için, düşün sahibinin horlanması ile ideolojinin horlanılacağı kanısı hakim olmuş. Sonuç ise vahim neticelerin doğmasına neden olmuştur.

Türkiye’de yazar olmak demek, aylaklık yaftasını boynunuza asmakla eşdeğerdir. İdeolojik düşüncelerin insan zihniyetindeki tahribatı yüzünden bu ortam oluşmuştur. Kanuna göre değil adamına göre belirlenen ve uygulanan sansürler de ayrı bir çile kapısını oluşturmuş. Bu ideolojik zihniyetin içinde yetişip belli mevki ve makamlara yükselen aklıevveller, düşün ustalarına ideolojik yaklaştığı için onların horlanması, hırpalanması velhasıl kamu kurum ve kuruluşların kapısında çile çekmesini sağlamışlardır. Özel kuruluşların ise düşün ustalarına yaklaşım tarzı hep maddiyat penceresinden olduğu için düşük telif ücretleri ile yıpratılmış. Veya kuvvetli bir torpil ile sahiplenmek mecburiyetinde kalmış. Bu sahiplenmenin de arkasında bir menfaatin varlığı yatmaktadır. “Bak senin dediğini yaptım sende beni kolla” gibi. Sayfalara nakşedilen emeğin ekmeğe dönüşmemesi sadece ve sadece Şark kültüründe vardır. Türkiye, Garp ve Şark kültürünün uç noktalarını oluşturmasına rağmen ne şarktan ne de garptan istifade etmiş. Kendine has bir çizgi çizip, gücün egemenliğini ortaya koymaya ve bu yolda ilerlemeye kalkışmış. Böyle olunca da toplum bilinçli hale getirilmemiş, halk güdülmesi gereken bir sürü gibi algılanmış, demokrasi deyip, kendi çıkarları uğruna kanunlar çıkarabilmiş, din anlayışını bile kendi menfaatleri için yanlış uygulamış, dine hurafe sokmada dünya devletlerinin en başında gelen bir toplum olmuştur. Türkiye’de bir mevkie yükselen kişi, kendini kanun üstü görmüş, devlet ekonomisine yön verdiğini zanneden bir kodaman veya zengin elindekini koruma sevdasının, elindekine daha çok katmakla olacağına inanıp devlet ve millet menfaati yerine şahsi menfaati için hükmedenleri desteklemiş veya kösteklemiş. İşte yazarlık burada daha çok önem arz ettiği için, kuvvetliye hizmet etmeyen yazarlar kabul görmemiş. Değer bulmamış. Bu değer bulmayan şahsiyetler öldükleri zaman anlaşılmış, yazdıkları her satır baş tacı edilmiş. Günümüzde değer bulduğunu zanneden pek çok yazar müsvettesi var. Bunlar genellikle ya kiralık, ya da satılık kalemlerdir. İletişim organları ellerine verildiği için korkusuzca, yazabilmekte, fütursuzca konuşabilmektedir. Doğru yazılan her şey her kesimden destek bulur. Fakat bu kiralık ve satılıkların görevi yazmak değil, çamur atmak, edebiyatı edebiyat ortamından uzaklaştırıp belden aşağı ucube noktalara çekerek, edebiyatı yozlaştırmaktan başka bir iş değildir.

Garp âlemindeki düşün ustaları belli bir noktada saygının doruğuna gelmiştir. 1900’lü yıllardan önce bu tür bir anlayış yoktu. Aynı Türkiye’deki gibi saygı görmeyen, değer bulmayan, horlanan, aşağılanan pek çok düşün ustası vardı. İşin garip tarafı, bu horlanan düşün ustaları vefat ettikten sonra anlaşılır olmuş, kaleme aldığı her kelime, büyük değer ifade eder olmuş. Hele bazılarının her kelimesi, cümlesi baş tacı edilir dereceye getirilmiştir. Bir nevi o düşün ustasını kutsamış, kutsallıkla ödüllendirmiş. Oysa o şahsiyet yaşadığı her anında çile deryası içinde yüzmüş, aç kalmış, açık kalmış, horlanmış, fişlenmiş, velhasıl her türlü belaya layık görülmüş. 1900’lü yıllardan sonra garp dünyası geçmişteki bu değerleri fark edip kutsallaştırma gayreti içine girmiş ve onlara saygınlık kazandırmıştır. Bugün batıda bu düşün ustaları, eski üstatlarına oranla daha huzurlu ve daha rahat bir hayat nizamı yaşamaktadır. Fakat günümüz düşün adamları da bu mevki’de durabilmek için sağlam ve kaliteli eserler vermeye mecburdur. Garp âleminde gözden kaçan ama ileride büyük sorun olabilecek bir gerçek yatmaktadır. O da kalemlerin edebiyat için değil, anlık çıkarlar için kullanılmaya doğru gitmesidir. Toplum yönlendirme değil, toplum eğlendirmenin daha ağır bastığı, kalem ile dünya nizamının yanlış eller tarafından çizilmesi ve dünya haritası üzerinde oynanan oyunlara bu kalemşorların katılması, garbın çöküşünü hazırlamaktadır. Düşün ustalarının bozulduğu bir toplum, çökmeye mahkûmdur. Düşün ustaları horlanan bir toplum, batmaz ama düşün ustasının kaleminin daha kuvvetli olmasına neden olur.

Tarihi, geleceğe taşıyan değerli üstatlardan biri olan Süleyman Tarık Buğra, yazarlığı şöyle tarif ediyor.

Bir yazar için anlaşılmamak acıdır. Fakat onun da acısı var: Yanlış anlaşılmak. “Kasıtlı ya da kasıtsız, ikide bir önünü kesen bu olgu, ona, yazdıklarını açıklamak mecburiyetini yükler ve eserine ayıracağı zamanlarını kemirir. Ama o, kendi ışığı olan taşlar gibidir; içinde daima beyaz pırıltısını saklar, onu okuruna yansıtmaktan vazgeçmez. Yazdıklarından o ışığın ağır ağır bize ulaştığını hissederiz. Düşünce adamının tek kaygısı; ele aldığı konuya, özgürlük içinde eğilmesine sistemlerin engel olmasıdır.

İslam dünyasının dahi ustalarından olan Muhammed Kutup bir temenni ile yaklaşmaktadır. Şöyle diyor: Cemiyetin hakiki manası ile İslâm cemiyeti olabilmesi için, mutlaka ve mutlaka hükümetinin, okullarının, ailelerinin, fertlerin, yayının, basının, yazarlarının, sinemanın, söz, fen, iktisat ve düşüncelerinin buram buram İslâm ruhu tütmesi, canlılığını sağlayan her şeyin İslâm’dan fışkırması ve onun metotlarına boyun eğmesi gerekir.

Yazarlığın kişilik aynası olması gerektiği konusunda görüşlerini belirten değerli üstat Mustafa Miyasoğlu, yazarda olması gereken özelliği anlatırken der ki; “Yazar olarak tanınanların mutlaka kendilerine özgü bir tavır ve üslup sahibi olması gerekir. Yani, özü sözü bir olmalı.”

şün dünyasının değerli kalemlerinden olan Cenap Şahabettinin yazarlık konusunda iki tespiti var. bu değerli üstat der ki; 1- Çok yazan değil, güzel yazan yaşar. 2- Yazısı ile okuyucularını yükseltmeyen yazar ancak bir kâtiptir.

Yazan insanların pek çoğu serseri damgası yedikten sonra şaha kalkmış ve günümüzde, her eseri baş tacı edilmiştir. Çünkü doğrular zaman ve mekân mefhumunun çok çok üstündedir. Düşün üstatları bu gerçeği bildikleri için yazmak tutkusunun esiri olmuş, çile ve dert dünyasının içinde yaşamaya, katlanmaya mecbur kalmışlardır. O mecburiyet onlara daha güzel kapıların açılması için elbet ışık olmuştur. Bu dünyada açılmayan kapılar elbet ahirde açılır. Yeter ki niyette iyilik ve ihsan hâsıl olsun.

Şeyh Sadi Şirazi’nin şu sözü dikkate değerdir. O Güzel üstat der ki: “Kaleminden çıkan söz doğru olunca, kusur bulmak için cihan toplansa, umurunda olmaz.”

İslam âleminin değerli üstatlarından biri olan Seyyid Kutup’un şu sözleri ile satırlara son vermek istiyorum. Bu üstat şöyle diyor: “Kalem sahipleri büyük işler başarabilirler, ancak yazdıklarını kanları ve canlarıyla beslemek şartıyla. Kalem sahipleri büyük işler yapabilir. Ancak fikirlerinin ebediyete kadar yaşaması için canlarını feda etmeyi göze almak şartıyla. Doğruluğuna inandıkları mesajları, uğruna baş vermeyi göze alacaklar. Düşünce, inanç ve ifade hürriyeti yolunda zulmen öldürülenlerin fikirleri toplum içinde canlı bedenler gibi sonsuza kadar yaşar. “

Rabbimin selamı ve rahmeti yüreği ve ufku güzel insanların üzerine olsun. Rabbim öğrenen, öğreten veya öğrenen ve öğretene saygı duyan insanların sayısını çoğaltsın.

Bilen düşman bilmeyen dosttan yeğdir.

Abdullah Yaşar ERDOĞAN

( Yazmak başlıklı yazı rasay tarafından 20.01.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.