ÖZÜM SEN DİYARBEKİR
Diyarbekir’de kesintisiz bir hayat yaşardık iyisiyle, kötüsüyle
demeyeceğim çünkü kötü pek yoktu ki kötülük yaşayalım. Her gün mutlaka yapacak
güzel bir şeyimiz vardı. Hiçbir şey yoksa heyecanla beklediğimiz resimli
romanlarımız, Tommiks, Teksas’larımız vardı. Mahallede bir kişi alır elden ele
dolaşa dolaşa, büyüklerimizden gizli saklı okuya okuya parçalanmış hali kalırdı
ellerimizde. İyi bir radyo dinleyicisiydik. Gazete bulduğumuzda yutarcasına
okurduk. Dünyayla tek iletişim aracımız bazı evlere her gün gelen yine
mahalleyi dolaşan günlük bir gazete ve radyoydu. Gazeteler okunduktan sonra
mahalle bakkallarına çirêzle yapıştırdığımız torba qağızî
olarak geri dönerken yerine ya qırıx leblebi olarak cebimize
girer ya da bir qülleh aqide şekeriyle evin yolunu tutardık.
Amerika’nın Sesi Radyosu’ndan ajanslar, Erivan Radyosu’ndan Mehemed Arifê
Cizrawî, Hesen Cizrawî, Kavus Axa, Meryem Xan, Fatma İsa, Susika Simo, Zadina
Şekir dinlenirdi tüm aile fertleriyle birlikte. Arkası yarınlar radyo
tiyatroları saatlerini iple çekerdik. Aya insanın ilk ayak basışını büyük bir
heyecanla yine radyodan dinlerken nenem hayretler içinde radyoyu gösterek; “Oğul
bu ne iştir? Dünyanın soni geldi. Dünyanın öbür ucunda bî şê olî, bî kaç sêet
sora biz işitiyığ ha bu qutîdan. Böyüklerimiz sölerdi inanmazdığ. Dünyanın
sonunda demirlerden ses gelecağ, demirler seslenecağ. Başlarınî kaldıradîlar,
baxadîlar şimdi. Qıyametin êlametidir hepî bunar.” demişti. Rahmetli
Sıddık dayım nenemi daha da çok hayret içinde bırakarak; “Ana bu bir şey
değil, gün gelecek ses gelen bu demirlerde konuşanı da göreceğiz.”
diyerek televizyonu tarif edişinden olsa gerek ilk televizyonla karşılaştığımda
ses gelen o koca kutunun camında konuşanı görünce arkasını açıp konuşanları
kutunun içinde görebilir miyim düşüncesine kapılmıştım…
Sinema günlerimiz vardı. Dört yonca diye adlandırılan beyaz perdenin
dört ası Fatma Girik, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit ve Filiz Akın’ın filmlerini
izlerken beyaz perdeden içeri girip filmin baş aktiristiyle yer değiştirecek
kadar bizi cezbederlerdi. Platonik âşıktık Yılmaz Güney’e Tarık Akan’a. Salı cuma
kadınlar matinesinde Güneş, Yenişehir, Dilan, Melek ve Nilgün sinemaları dolar,
taşardı. Sinemaya gidilecek günler sabahın erken saatlerinde kalkılır, işler
aceleyle bitirilirdi ki kaynananın söyleneceği ya da akşama oğlunu dolduracağı
bir şey olmasın diye. Kocaların gönlü yapılır, bir buçuk lira sinema parası
koparılırdı mı kimse tutamazdı o hanımı. Çocukların elini kaptığı gibi tutardı
sinemanın yolunu. Sinema kapısında girmibeş quruşa qağız qülleh içinde
karpuz çekirdeğini alır, on yaşındaki çocuğunun altı yaşında olduğunu bilet
kontrolcüsü rahmetli İhsan Avcil’den geçirdikten sonra geriye parası arttıysa
bir şişe Ünal Gazozu alır sağdan soldan tanıdık simalarla hoş beşlerle yerine
oturdu mu ondan mutlusu olmazdı. Hele bir de locadaysa değmeyin keyfine. Ağa da
paşa da oydu. Sinema parası bulamayan birinin dolmayı tenceresiyle eskiciye
satış öyküsünü bilmeyenimiz yoktur. Bu denli sinema tutkunuyduk eski
Diyarbekir’de…
Uzun kış gecelerinde biz çocukları içine çeken saraylı, cinli, perili,
padişahın oğluyla, fakir kızın aşkının arasına giren üvey analı hekâtlar anlatılırdı.
Mangal etrafında otururken küllenmiş közün ısısı hafifçe yanaklarımızı
kızartırdı, padişahın oğlunu düşlerken. Masalın bir yerinde üvey ana kaynar
suyla üvey kızının başını yıkarken başımızın yandığını hissettirirdi masalı
anlatan nenemiz. Boyu bir karış, sakalı iki karış cüceye dönüşen fakir oğlanın
padişahın kızıyla her buluşmada cüce postundan sıyrılıp yakışıklı oğlana
dönüşerek sarayın ayrı bir bahçesinde ve ayrı bir taxt û revanla taşınıp
buluşmaları bizi hülyalara daldırır yüreğimizi de pır pır attırırdı. Lambasız küçelerimizden
gelen mahalle bekçisinin düdük sesiyle irkilir masal dünyasında gerçeğe
dönerdik…
Siyah önlük giyer, ucu dantelli beyaz kolalı yakaları yakamıza, kolalı
manşetli kollukları önlüklerimizin kol kapaklarına takardık. Defterlerimizi
gazete ile kaplar kenar süsü yapardık. Boynumuza yarım silgi ve açacakları
takar tahta çantalarımzı cilalar okul yolunda cici bici, şam şekeri, halkalı
şeker veya okul kapısında pandispanyacı amcanın manisini dinlerken bir dilim
pandispanyamızı tahta üçayak üstüne yerleştirdiği camekânından alıp kapıdan
içeri girerdik. İkinci teneffüste dağıtılan süt tozlarından hazırlanan sütü
içememek, üzümlü keki yememek için Amerikan malı balık yağı topcuklarını
patlatıp o pis kokuyu sınıfa yaymak görevini sınıfın en büyüğü, gözü pek
arkadaşlarımız alır bizi beslenme işkencesinden kurtarırlardı. 23 Nisan’da
krapon kâğıdından yapılan renkli, kat kat büzgülü kâğıt elbislerimizin yağan
yağmurda eriyip gidişine tüm yoksulluğumuzla boyun bükerek bakakalırdık…
Sadece bayramlarda yeni elbiselerimiz olurdu. Yazın yedi dağın çiçeği
desenli basma, kışın allı güllü pazen ve ya qaşmir yünlü
elbiseler diktirilirdi mahalle terzilerinde bayram akşamları yastığımızın
yanıbaşında yer alan. Kundurası olan çok şanslıydı. Lastik ayakkabılarla da çok
mutluyduk. Akşamüstleri yeşil sabun ve eski çoraplardan yapılmış bir lifle o
beyaz lastik ayakkabılarımızı qastal başında bir yıkardık ki
sanki Balıkçılarbaşı’ndan yeni alınmış gibi. Bez bebeklerimiz ve bez toplarımız
vardı oynamaya kıyamadığımız. Bakır tel ve makaradan yapılan arabalara sürücü
olan erkek arkadaşlarımızın arkasına ip gibi dizilir bilinmeyen yerlere
yolculuk yapardık ta ki “Qız ben sahan demedim Hemit dayînın tükeninden
bî sarî qoqa al gel!” avazını duyunca istemeden de olsa yolculuktan
vazgeçerdik. Çizgi oyununda bizi birinciliğe taşıyan kış geceleri ipe
dizdiğimiz portakal kabuğundan bilezik biçiminde veya annelerimizin dolma ve
peynir taşlarından aşırdığımız yağ gibi düz, iri, yeşil, gri, kahverengi
karışımı çayönü çakıl taşlarından çizgi taşlarımız vardı biz Diyarbekirli mutlu
çocukların…
Havanın karamasıyla beyaz badanalı duvardaki gaz lambasının şişesi sıyrılırdı beyaz dantel kılıfından. Çakılan muhtar çakmağıyla ateşlenen fitili kısılırdı tassaruf için. Qınnapla gerili beyaz dantelli perdeler çekilirdi hewşe bakan pencerelerimize. Tunç mangalda eğişle küllediğimiz közü maşayla karıştırarak bulduğumuz iki üç tane közü odun sobasının kapağındaki küçük gözüne bırakınca odunların önündeki tutuşturucu yonqalar çıt çıt ses çıkararak sobayı tutuşturunca ellerimizi ısıtmak için sobanın etrafında toplanıp akşam yemeğini beklerken kendi düşümüzü kurar, kendi hayatımızı oynardık bugünkü Özüm Sen Diyarbekir çığlığını duyarcasına…
Birsen İNAL
*Şimdilik tadımlık, kitabımı okumanız umuduyla...