İnsan, “Lafın belini kırdık.” diyebileceği bir söyleşiyi dostlarıyla, ortak yaşanmışlıkları olan kişilerle, kafa dengi olanlarla yapar. Laf lafı açar, konuşulur, gülüşülür, sonunda “Oh be! Ne iyi oldu, içim açıldı, gam keder kalmadı, rahatladım.” der.
Ben de dostlarla söyleşmenin yanında yazdıkça mutlu oluyorum. “Ne o kardeşim, kendini yazar falan mı zannediyorsun, iki kırık dökük yazıyla?” diye düşünenler de olabilir. Her zaman belirttim. Yazdıklarım, gönderdiğim pek çok edebiyat sitesinde beğenilip “günün, haftanın, ayın yazısı” olarak değerlendirilse de “yazar” unvanını kazanacak ne romanım ne şiir, öykü kitabım var. Geçmişe dönüp bakınca aklında kalanları, ülkenin başına sarılan terör lanetine kızgınlığını, elli yıl önceki köyümün kültürünü, yaşayışını ve okul anılarını anlatan bir emekliyim ben. Zaman zaman dostlarımı, arkadaşlarımı anlatıyorum. Bazen de bana göre aydınlık yolundan saptırılan, bilimden, akılcılıktan ve Atatürk yolundan uzaklaştırılmaya çalışılan Türkiye’min düştüğü duruma isyanımı yazıyorum. Şimdi önüne gelen kendisini yazar zannederek yazım, noktalama, dili güzel kullanma kaygısı olmadan yazıyor. Benim o kişilerden ayrılan yönüm, yazım yanlışları yapmadan, cümle düşüklüklerinden uzak, arı bir dille yazmaya çalışmak.
Bilirsiniz, fotoğrafların altında “enstantane” sözcüğüne rastlarız. Gazetelerin spor sayfalarında, maç fotoğraflarının altında “Galatasaray-Fenerbahçe maçından bir enstantane” gibi cümleleri görürdük eskiden. Bunun anlamı o maçtan bir anlık görüntü demektir. Ben de yaşadığım hayattan bölümleri, yaşanılanlar karşısında duygu ve düşüncelerimi “bölük pörçük” anlatmaya çalışıyorum.
Kendimi bildim bileli erken kalkarım. Klavyenin başında bir iki saat karalama yapmadan içimden geldiği gibi yazarım. Yazım, noktalama takıntımdan dolayı da bir iki kez okur, son şeklini veririm. İki kitap dolduracak kadar yazı yazdım; ama o yazıları kitap olarak yayımlamak yerine üç yüz on sayfalık spiralli bir kitapçıkta toplayabildim.
Bu yazıları facebookta paylaştıktan sonra zaman zaman şunu istemişimdir arkadaşlarımdan. “Lütfen, okumadan “beğeni”lerinizi belirtmeyiniz. O benim için önemli değil. Ne kadar çok kişi okursa o beni daha çok mutlu eder.”
Pek çok sorunu varken, terörle, ekonomik sıkıntıyla, işsizlikle uğraşırken ülkenin başına bir de yok yerde “Evet-Hayır” oyununu sardılar. Çevremizde “dost” diyebileceğimiz ülke kalmadı. Mikrofonu elimize alıp “Eyyy!...” diye başlayan cümlelerle hepsine meydan okuyoruz. Kimsenin de tındığı yok. Bir süre geçince de o ülkelerle ilişkileri düzeltmek için uğraşmak işimiz oldu. Dünyaya düzen vermeye kalkışırken kendi düzenimizi alt üst ettik.
Başka ülkelerde de referandum yapılıyor. Ne miting düzenliyorlar ne de trilyonları göğe savuruyorlar. Yazık bu borçlu ülkenin paralarına. On beş yıldır bu ülkeyi yönetenlerin eleştirilmesi gerekirken sanki bunca zamandır ülkeyi muhalefet yönetmiş gibi yatıp kalkıp onu eleştiriyorlar. Milyonlarca insan asgari ücretle karnını doyuramazken, üniversite mezunları işsizken, yandaş olmayanlar dışlanırken devletin bütçesi yatırıma değil, “Evet- Hayır oyunu”na harcanıyor.
Pek çok sorun var. Memleket öyle güllük gülistanlık değil. Bana göre Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü ve “Muassır medeniyetler seviyesine çıkma..” sözü ile belirttiği yoldan saptırıldı Türkiye. Bilimsellik ve akılcılıktan uzaklaştırılıyor. Kişinin inancı olan din, hiçbir devirde görülmediği kadar istismar ediliyor. “Sosyal medya” diye adlandırılan facebook, twitter gibi paylaşım sitelerinde paylaşacak birikimleri olmayanlar ha bire dini mesajlar veriyorlar. Bir yerlerden hazır alıp tıklamak kolay. “Bu ne demek?” deseniz kendisi de bilmiyor. Ev kadınlarına varıncaya dek herkes “din alimi” oldu. “Ne zararı var kardeşim bunun?” diyenler şöyle diyebilirim ancak: “Kardeşim, inanç o inanca sahip olan kişiye huzur verir. Herkes inancını elbette yaşasın; ama gelişme, kalkınma bilime dayanan buluşlarla, çalışmalarla gerçekleşir. Hayatın her alanında olması gereken budur.” Siyaset ilgi duyduğum bir alan olmasa da bir vatandaş olarak bunları görmek ülkemizin geleceği hakkında beni kaygılandırıyor.
Yazımın başlığına “DALDAN DALA (2)” dedim, birincisini daha önce yazmıştım. Böyle dememin sebebi de şu: Oturuyorum klavyenin başına, o anda neler geliyorsa aklıma yazıyorum. Eh, altmış altı yaş da gençlik sayılmayacağına göre emekli ne yapar? Yaşadıklarını anlatır, gidişattan kaygılanır, arkadaşlarıyla buluşmaktan keyif alır, onlarla ilgili yazılar, şiirler yazar.
Son zamanlarda dört beş arkadaşlarımla ilgili, biraz da işin mizahi yönüne kaçarak yazılar, şiirler yazdım. Onlarla yaşadıklarımı, onların arkadaş olmamızı sağlayan özelliklerini kağıda döktüm. İyi de ettim. Yazdıklarım arkadaşlarıma hatıra olur, çocuklarının, torunlarının yüzünde bir gülümseme olarak kalır.
Daha bir ay zaman olsa da şimdiden heyecanlıyım bu yaşta. 1969 Kırşehir Erkek İlköğretmen Okulu mezunları olarak 18 Mayıs buluşmasını gerçekleştireceğiz Kırşehir’de. Elli yıla yakındır görmediğim arkadaşlarımı göreceğim. Didim’den Kırşehir’e onca yolu kısmet olursa sanki koşarak geleceğim. İçinde bu heyecanı duymayanlar için hayatın ne tadı olabilir? Otele girince bakacağım sağa sola “Şu bizim Ahmet Kirişçi mi, ya orada oturan Ali Yılmaz’a benziyor, Ruhan, sen ne güzel resimler yapardın, hani Ahmet Çetinkaya, Selahattin Erdoğan, Mehmet Özlemiş,Mehmet Temuroğlu, Yekta Şahin, Recep Taşkıran, Yaşar Yalçın,Ali Osman Gümüşbaş, Şahin Kaman ….. neredeler, diğer sınıflardaki devre arkadaşlarımı tanıyabilecek miyim bakalım?” diyeceğim. Adını sayamayacağım pek çok arkadaşımı göreceğim.
Köroğlu der ki bir şiirinde, “Tüfek icadoldu mertlik bozuldu”. Ben de diyorum ki “Şu internet icat oldu, arkadaşlar buluşuyor, özlemler gideriliyor.” Pek de birbiriyle ilgili olmadı ya! Zıtlıklar da bir ilgi sağlar.
Daldan dala uçtum yine
Yazdım aklıma gelenleri
Derim ki
Bu yazıyı okuyan arkadaşlarıma
Sevgi, saygı, dostluk, özlem sizinle olsun
Bırakın, kin, kıskançlık nefret
Bu dünyadan gitmeyeceğini sananlara
Kalsın
……………………………………………………………………
Numan Kurt
13 Nisan 2017