ÇİNGENE GÜZELİ GÜLLÜ YE KAŞ
Güdük
İreşid’in oğlu Hasan ile Yağcı Hacı'nın oğlu Ömer, emsal oldukları gibi
çocuklarından beri candan iki iyi arkadaştılar. Onların çocukluklarında köyde
ilkokuldan başka göze batacak doğru dürüst ne bina, ne ev, ne konak, ne de
üzeri kiremitle örtülü bir dam vardı. Evlerin temeli taştan örülür, üzeri
kerpiçle tamamlanır, damına sırıklar atılıp üzeri de sap, saman ve toprakla
kapatılırdı. Radyo öyle her evde olmaz, olan evler de haberi dinlemek için
dolup taşardı.
Gerek Güdük İreşid, gerekse Yağcı Hacı fakir kişilerdi. Güdük İreşid
zamanında savaşlarda üç kardeşini şehit vermiş, çiftçilikle geçinen ufak
boylu birisi olduğundan adının önüne Güdük lakabı konmuştu. Boyu doğuştan mı
kısaydı, yoksa yaşlanınca bükülüp küçüldüğünden mi bu lakabı aldı, kimse
bilmez.
Yağcı Hacı ise tarlası tapanı olmayan, geçimini elverişli günlerde köy köy
çerçilik yaparak, Ağustos veya Eylül aylarında yetişen zeyrek denilen
mahsulün ücret karşılığı yağ çekme makinesinde yağını çıkarmakla karşılardı.
Belki o da yağcı lakabını bundan almıştır. Onun çıkardığı yağı köylü kışın o
katıksız günlerinde çığırtma denilen hamuru ateşte kızartıp yerdi. O da çok
nefis olur, yiyen bir daha yerdi.
Hasan’la Ömer her akşam olduğu gibi o akşamda yemekten sonra hafızın evi ile
müdürün evinin arasındaki boşlukta buluştular. Delikanlılığa yeni adım
atmışlar, sakal ve bıyıkları yeni terlemeye başlamış, kızlara ayna tutacak
yaşa gelmişlerdi.
Ömer kara yağız delikanlı, Hasan ona bakarak biraz sarışın, iki yakışıklı
arkadaş idiler. O yıllarda köylerde genelde elektrik yoktu. Bu yüzden
sokaklar geceleri ışıl ışıl değil, adeta zifiri karanlık olur,
ayın belirli günlerinde o gün bulut olmaz ise doğan ayın ışığı ile
aydınlanırdı. Seyfe Gölü'nün üstünden doğan ay ilk önce kocaman olur, gölün
üzerine bir kızıllık çökertir, her gün biraz daha küçülerek yerini karanlığa
terk ederek kaybolurdu. O gün geceye adeta zifiri bir karanlık hakimdi, Yaş
Kemal’in kapısından Yeni Camii yönüne doğru giden ayak sesleri kulaklarına
aksetti. Bu ayak sesleri gecenin bu vaktinde olsa olsa nişanlıya giden birisine
ait olabilirdi.
O yıllarda nişanlıya gidecek delikanlı ortalıktan el ayak çekilince evden
çıkar, bakkala uğrar, oradan aldığı çereze (kuruyemişe) ilaveten çorap,
yazma, mendil, krem, ayna gibi lazım olan şeyleri alıp gecenin karanlığında
kimseye görünmeden nişanlısının evinin yolunu tutardı. Çok tedirgin ve
dikkatli olurlardı. Öyle ya üç-dört arkadaş bir olur karanlıkta hadi önünü
kesip döverler, elindekileri alırlarsa ya da nişanlısının ev komşularından
müzümsüzün biri fark edip taşlar, bir yerini yaralarsa.
Hasan'la Ömer karanlıkta sesin geldiği yöne iki koldan bir müddet yerden
buldukları veya önceden hazır ettikleri taşları fırlattılar. Adam nişanlıyı,
mışanlıyı bir tarafa bırakıp adeta uçarcasına kaçtı. Adam kaçarken çat diye
çıkan bir sesi fark eden bizimkiler, sesin geldiği yöne koştular. Geceleyin
sesler daha net ve çok çıktığı için bu sesin kaçan kişiden düşen aynaya ait
olduğunu, akabinde korkunun yarattığı şaşkınlıkla çerez torbasını da atıp
kaçtığı kanısına vardılar. Hasan hemen cebindeki el lambasını çıkarıp Yaş
Kemal’in kapısının önüne tutup yeri ışıkla aydınlatmaya çalıştı, lambanın pili
zayıf olduğundan bir şey görünmüyordu. Fakat Ömer keskin gözleriyle mi fark
etti, yoksa el yardımıyla mı bilinmez, yerde yatan kamayı bulup cebe indirirken lambanın zayıf ışığında Hasan'a hafifçe sevinçten gülümsüyordu. Hasan elindeki
el lambasını hemen söndürüp oradan hızla uzaklaşıp püsküllünün harman yeri
ilerisindeki Güneyin Çayı denilen derede soluğu aldılar. Alelacele kamayı
gözden geçirdiler. Ömer kamayı tanımıştı. Kama az önce taşladıkları Kör
Cuma'nın oğlu Osman'a aitti. Ömer, Osman'dan bu kamayı elde etmek için çok
kafa yormuş, onu kandırıp da kamayı bir türlü elde edememişti, kısmet demek
ki, bugüneymiş. Köylü gençler o zamanın en iyi silahı olan kama ya da
biz denilen ucu gayet sivri çelik çividen yapılma tahtadan saplı alete veya
iyi bir bıçağa korunmak, saldırmak için sahip olurlardı. Çok az kimsede
tabanca bulunur, genelde fakir köylü ve gençlerde olmaz, ancak hayallerini
süslerdi. Ömer ile Hasan cığıl cığıl yanan bu kamayı günlerce, aylarca
sırayla taşıdılar, bundan da kimseye bahsetmediler. Çünkü köy küçük, foyaları
çabuk meydana çıkar, eldekinden olurlardı. Ne de olsa Osman yaşça onlardan
büyük olduğu için yerine göre tek düşürüp döver kamayı tekrar ele geçirirdi.
Ağlamışların Hasan Hüseyin, Ömer ile Hasan'dan yaşça bayağı büyük, evli
barklı biriydi. Beş mermi alan toplu tabancası vardı ki değ-me gitsin.
Düğünlerin baş davetlisi olup kayınların önde gideniydi. Gençler onun
tabancasına gıpta ile bakar ki sormayın gitsin. Adamın pozundan yanına
varılmazdı. Tabancaya her delikanlı gibi bizimkiler de özeniyordu. Ama
paraları olmadığı için ne onun alımına, ne de kama ile takasına yanaşmaya
cesaret edemiyorlardı. Tek sermayeleri eldeki kama idi, onunla tabancayı
değişmek için teklifte bulunsalar bu kez belki foyaları meydana çıkardı.
Ne olursa olsun bu kamayı elden çıkarıp tabancaya sahip olma cesaretini
gösterdiler. İş olacağına varsın deyip Hasan Hüseyin ağabeylerinin evinin
yolunu tuttular. Uzun süren pazarlıkların sonunda adama kama ile üç beş lira
verip hevesleri kursaklarında komayıp tabancanın sahibi oldular. Keyiflerine
diyecek yoktu. Az şey mi, o yaşta, o zamanda çok kimsenin alamadığı,
rüyalarında bile göremediği tabancaları vardı. Arada köyden uzaklaşıp
yaylada, inde Tereli’de Üç Kuyu denilen yerlerde atış talimleri yapıp
tabancayı deniyorlardı.
Arkadaşlarına caka satıyorlar, düğünlerde sırasıyla bol bol mermi yakıp
neşelere neşe katıyorlardı. Gel gör ki, mermi parası onların keselerini biraz
zorluyordu. Kamada olduğu gibi tabancayı da sırayla taşıyorlar, azar işitme
korkusuyla durumu babalarından saklıyorlardı.
Silah ortaklığını böylece uzun bir müddet devam ettirdiler. Bahar mevsimi
başlarında her yıl olduğu gibi o yılda köye Çingeneler gelmiş, çadırlarını
kurmuşlar, köylüye lazım olan kalbur, kasnak, çinaar, un elemek için elek
yapmaya, kalay yapmaya başlamışlardı bile.
Çingene aşireti belirli bir yerleşim yerleri olmayan o yıllarda at
arabalarıyla “o köy benim, bu köy senin” gezen gezginci kişilerdi. Erkekleri
kalbur, kasmak gibi lüzum olan şeyleri yaparlar, hanımları da bunları
satarken, yanlarında da sırtta taşıdıkları bohçalarda kumaş, sofra bezi vs.
sokak sokak dolaşıp satıp geçimlerini temin ederlerdi. Bazen de köylü kadınların
fallarına bakarlar, çocuğu olmayanların güya tedavilerini yaparlar, çok nadir
olarak da uyutma denilen kandırma şekliyle onların altınlarını gasp
ederlerdi. Köylüler eli boş kalınca doğru Çingen çadırlarına koşar, orayı boş
bırakmaz, yerine göre yarenlik ederken nasıl çalıştıklarına, kalayı neyle
yaptıklarına, gümüşü nasıl parlattıklarına boş yere kafa yorarlardı. Ömer ile
Hasan da bunlardan biriydi. Arada çadıra uğrarlar, mesleklerinden başka ne
işi yaptıklarını sorarak hem meraklarını gidermeye çalışıyorlar, hem de
onların samimiyetini kazanma yollarını seçiyorlardı. Bir şeye ihtiyaçları
olup olmadığını yerine göre bunu karşılamaya yardımcı olacaklarını
söylüyorlardı. Bu tür gidiş gelişler az buçuk onlarla samimiyet ve güven
ortamı doğurmuş, asıl amaçları başka olan iki arkadaşa şansları daha çabuk
yardımcı olmuştu. Onlarla alışverişe önce tabancalarına mermi almakla
başladılar. Adamlar bilinen işleri haricinde tabanca, mermi gibi yasal
olmayan gayri meşru işlerle de uğraşıyorlardı. Çadıra diğer bir gidişlerinde
mermilerinin düğünde bittiğini, tekrar mermi alacaklarını bahane edip asıl
amaçlarına ulaşmanın hesabı içindeydiler. Eğer Çingenelerde tabanca var ise
pazarlık yapıp ucuza alacak iki tabancaları olacak ya da iyi bir para
alırlarsa kendi tabancalarını onlara satacaklardı. Bu sayede üzerine beş on
lira koyup iyi kaliteli bir tabanca sahibi olabilme imkanı doğacaktı.
Selam verip hoşbeşler yapıldı, altlarına birer el dokuması minder atıldıktan
sonra hal hatır faslı başladı. Adamlardan orta yaşlı ile genç olanı kalbur
yapıyor, yaşlı olanı da elindeki gümüş yüzüğü parlatırken yan gözlerle
gelenleri süzüyor, asıl amaçlarını öğrenmeye çalışıyordu. Oğlum gelinlere
söyle de kahve yapsınlar diyerek genç olana yumuş buyurdu, o da bunu diğer
çadırdaki hanımlara iletmek için dışarı çıktı. Çadırın içi gölge ve serin
olsa da meşinimsi bir koku bizimkilerin burun deliklerine işliyor, sıkıntıdan
buram buram terliyorlardı. Buyurun tekrar hoş geldiniz diyerek yaşlı adam
söze başladı.
- Mermiden başka bir şey isteyecekmişsiniz gibime geliyor, benim
yapabileceğim bir şey ise amenna emriniz olur.
Hasan konuşmayı Ömer'e göre daha iyi becerebilen kabiliyete sahipse de ticari
ve ikna yönünde terazi kefesinde Ömer'den biraz hafif kalırdı. Kendilerinde
bir tabanca olduğunu, bunu varsa iyi bir tabancayla değişmek istediklerini
veya bedelini verirseniz size satmayı ya da sizde aynısı varsa anlaşırsak
satın almayı diye sözü uzatırken Ömer tabancayı belinden çıkardı. Tabancayı
orta yerde duran masa yerine kullanılan ekmek tahtasının üzerine koydu. Yaşlı
adam tabancayı usulen eline alıp yalancıktan süzüp değersiz anlamında bir
tutum sergileyerek o değilden tabancayı aldığı yere koydu. Adam cin gibi
yapıya sahip birine benziyordu, ama bunu gençlere belli etmemenin çabası içindeydi.
Bu ara kahveler geldi. Kahveyi getiren kız mı, gelin mi bilinmez dünya güzeli
bir huri idi. Dilber, Hasan'ın kahve verirken dikkatini çekti, bir an göz
göze geldiler, gelin kahveyi ikram edip çadırdan çıkarken tekrar dönüp
baktığında fırsatçı Hasan geline bir kaş atmıştı. Ömer ile yaşlı adam
arasında sıkı bir tabanca pazarlığı sürerken dışarıdan çadıra aralıklarla
elleri değnekli kişiler girip oturuyor birbirine Hasan'ı işaret ediyorlardı.
Adamların gözlerinde kin, suratlarında öfke dolanıyor, Ömer'de bu işten
gıcıklanmaya bir bit yeniği aramaya çalışıyordu. Yoksa adamlar çadırda
kendilerini mi dövüp, tabancayı mı alacaklardı ya da işin içinde akıllara
gelmeyen bir şey mi vardı...
O anda Hasan'a durumu öğrenmek için bir bakış fırlattı ki, Hasan uyanık
biriydi, bu bakışlardan Ömer'in ne öğrenmek istediğini kavrar gibi olmuştu.
Pazarlık pazarlıktan çıkmış pek ilgi kalmamış yine de yalan yanlış devam
ediyordu. Hasan arkadaşının kulağına pazarlıkla ilgili bir şey söyleyeceğini,
onun rızasını alacağını söyleyerek, etraftakilerin müsaadesini alıp Ömer'in
kulağına eğildi. Ömer az önce ben kahve getiren geline bir kaş atmıştım her
halde içeriye bu adamlar ondan doluştu.
Ömer, Hasan’a sen devamlı hiç durmadan etrafa kaş at tembihinde bulunurken
ikisinde de ecel terleri dökülmeye başlamıştı.
Bulundukları yer Çatal kaya'nın az ilerisinde Kaya Bağlarının alt eteğinde
Deli Yusuf'ların harman yeriydi. Köye bağırsan duyulmayacak kadar mesafede
oldukları için onları kimse kurtaramazdı. Ömer pazarlık işini ufaktan ufaktan
idare etmiş gözükse de aklı fikri çadırdan sağ salim çıkmanın, köye ulaşmanın
hesapları içindeydi.
Meğer çadırdan dışarı çıkan gelin dışarıdakilere olayı olduğu gibi anlatmış,
onlarda bu namus meselesi gelenlere iyi bir ders verelim diye anlaşıp eline
geçirdikleri kötek ve değneklerle çadıra dolmuşlardı.
Hasan arkadaşının tembihi üzerine sağa sola kaş atmaya devam etse de oradan
sağ salim kurtulmanın çok zor olacağını biliyordu. Ömer, yaşlı adama, “Ağa
sen biraz durgunlaştın, pazarlık işini adeta bir tarafa bıraktın, hayırdır
yoksa bir yanlışımızı mı gördün. Dışarıdan gelen arkadaş sana bizim
anlamadığımız bir dilde (Çingene'ce) hakkımızda kötü bir şey mi söyledi”
dedi. Kızgınlığı an be an artan, eli ayağı tir tir titreyen adama sitem
edercesine, biraz da korkunun verdiği sıkıntıyla adeta çıkıştı.
- Bu eli sopalı adamlar niye birden bire çadıra doluştular neden bizim
pazarlık işi rafa kaldırıldı?
- Adam, Ömer oğlum, ben size çadırımı açtım, yakınlık gösterdim, samimi
oldum, fakat senin arkadaş az önce kahve getiren hanımıma yanlış yapmış.
- Biz de herkes gibi namusuna düşkün kişileriz, fakiriz, fukarayız, ama
namusumuza göz koyana da gereği neyse onu yaparız. Bunun için dışarıdakiler
çadıra eli sopalı girdiler, arkadaşına gerekli cezayı verecekler, sakın araya
girme, onu arkalarsan sende nasibini alırsın.
Ömer söze girdi, “Hayırdır, Hasan bir hata mı yapmış, mesele neymiş, kendisi
kötü biri değil, öyle olsa ben onunla arkadaş olur muyum? Varsa yanlışı
sizden önce ben pataklarım, size olan yanlış bana yapılmış demektir” deyip
gözlerini adamın gözlerine dikti.
“Senin iyi dediğin arkadaşın benim hanımıma kaş atmış, Allah aşkına şu hiç
yakışık alır mı? Gençliğe sığar mı? Hasan ettiğini bulacak, cezasının
bedelini bu sopalarla ödeyecek” diye konuşmasını sürdüren adam hepten kapkara
kesildi.
- Yapma ağa, günah alma, vebale girme, Hasan'da tik hastalığı var. O devamlı
istemeden bunu yapar, bu ilk değil ki. Başına ne bela geldiyse bu illetten
geldi. Zavallı ne sopalar yedi.
Ortalığı derin bir sessizlik kapladıktan sonra hava tekrar yumuşadı.
Bizimkiler biraz olsun toparlanıp karşı taarruza geçme hazırlığına
başladılar. Yaşlı adamın işaretiyle dışarı çıkan adamlar bizimkilere adeta
özür dilercesine bakıyor, utana utana çadırı terk ediyorlardı.
Yaşlı adam yaptıklarından utanmış az kalsın bir yanlış anlamanın verdiği
öfkeyle başlarına büyük bir iş açmış olacaklardı.
Büyük bir suç işlemişçesine yere bakıyor, gençlerin bastırmasıyla da
tabancalarını değerinden fazla paraya alarak bir yükten kendince kurtulmuş
oluyordu. Yaşlı adamın korkusu bir yanlış anlamayla Hasan'ı dövmüş olsalardı
köylü kendilerini hem döver, hem de köyden atarlar, bu yüzden de ekmek ve
aşlarından olurlardı.
NOT: Ben bu öyküyü Ömer amcadan babam ölmeden önce de, öldükten sonra da çok
dinledim. Köylülerimden de kulaktan dolma dinlediysem de konu geçen zaman içerisinde değişikliğe uğramıştı.
Sağlığında babama bu kaş atma işini sorduğumda “Ömer'in uydurması, dürzü sana yalan
söylemiş. Ben böyle bir şey hatırlamıyorum” cevabı belki ben oğlundan
utandığından olabilir düşüncesindeyim. Babamın 1947’yılında yazdığı Güllü Keklik şiirini bu öyküye
ilaveten sunuyorum ki Ömer amcanın bana anlattığı olayın tarihi ile şiirin yazılış
tarihi hemen hemen uyuşuyor. Ben bu şiiri babamın belki de çadırda gördüğü
güzele yazdığı kanısına düştüm.
GÜLLÜ KEKLİK (Mart 1947)
Mart ayında yırtık iki çadır kurdular
Kuşgözü, kalbur, elek, çinaar ördüler
Köyde pazar kurup satışa durdular
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Kurdukları çadırın her yeri delik
İçlerinde bir güzel var ki adı Keklik
Güllü'sünü duymadım, olunca aşık
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Bacağında desenli, kırmızı donu
Elinde deyneği, uzundu kolu
Heybesinde yağ, yumurta, ekmeği dolu
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Hapisten yeni çıkmış garibim, aşık
Kulpsuz tava, delik sahan, kırık kaşık
Kel Hakkı dan Güllü nün yaşı düşük
Göçerlerde böyle gelin görmedim
Karısı ölünce kalmış kız ile oğlan
Evlenmiş Keklik le olmasın yuvam talan
İşte kınalı Güllü ye bunlar miras kalan
Göçerlerde böyle gelin görmedim
Söküp çadırı bizim samanlığa getirdik
Çocukları pala, yorgan verip yatırdık
Keklik'le kırk günü beraber geçirdik
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Keklik anasıyla, beraber yatardı
Boynuna kolye, saçına toka takardı
Küçük yetimlere öz ana gibi bakardı
Göçerlerde böyle gelin görmedim
Keklik; seviyorsan söyle, seni asmazlar
Çingene'ce konuşma, dilin kesmezler
Kel Hakkı' yı sana layık görmezler
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Hakkı, kalay yapar, kirlenmiş yüzü
Güllü Keklik, pırıl pırıl, cam gibi gözü
Yuvasına bağlılığı şaşırttı bizi
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Hava çok soğuk, yerler buz tutmuş
Güllü Keklik yanar, sanki kor yutmuş
Çoluk çocuk derdi, o kendini unutmuş
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Gençliğine doymadan nasılda yanmış
Törenin kaderine öylece kanmış
Ağlamış aylarca göz yaşı dinmiş
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Kar, yağmur gidince hava düzeldi
Çingene gelini Keklik kadar güzeldi
Ona olan sevgime kara yazıldı
Göçerlerde böyle güzel görmedim
Süslendi karşımda urbasın giydi
Yükledik göçünü eşeğe bindi
Hasan Çingenenin ardından yandı
Göçerlerde böyle gelin görmedim.
NOT: Öyküleri şahısları küçük düşürmek mirasçılarını rencide etmek için
yazmadım.
ERDOĞAN ÇALIŞKAN GERÇEK
YAŞANMIŞLIKLAR 17 10 2011
+++++++++++++++++++++++++