Nasıl sînîyi havaya uçurduğumu unutmuşum. Şimdi sadece henüz kime olacağına karar verememiş ateşli bir öfke var göğsümde. Bugün de öğleden sonraya kadar aç kalacaktım. Kahvaltı yapmadım çünkü. Daha doğrusu, üzerinde kuru bir peynir ve yine kurumuş bir ekmek parçasıyla, büyükçe bir çaydanlık olan sînîyi tekmelemiş ve aç çıkmıştım evden. Ha, bir tane de ince belli bardak vardı sînîde. O da paramparça oldu tabi... Annemden nefret ediyor ve yine ona nedenini pek kavrayamadığım bir acıma duyuyordum. Kendime de acıma duyuyordum. İçim tarifsiz bir kedere batmıştı (İlkokul üçe gidiyorum ve bu yaşımda bu lafları edebildiğim için kim bilir neler düşünüyorsunuzdur hakkımda).

Hani bir arkadaşını kör bir öfkeyle kırarsın da, aynı zamanda, onu kırdığına için parçalanırcasına kederlenirsin. İşte onun gibiydim bugün. Derenin üzerinden geçen okul yolunu bu duygularla adımlıyordum.

Çeşmeden dönmüş ya da çeşmeye giden kadınların beni anladıklarını ve bana acıdıklarını düşündüm bir an. Bu düşünce, kederimi hafifletiyordu.

Ekmeği yerde gördüğümüzde öpüp üç kez başımıza koymamız gerekirken ben ne yapmıştım? Tekmelemiştim. Hiç de pişman değilim. İyi ki yaptım. Çok rahatladım. Anlatamam. Bunun lezzeti çok az şeyde vardır bence. Ekmeği tekmelemenin yani. Neyse.
Aslında ekmeğin kendisine bir düşmanlığım yok tabi ki. Niye olsun ki. Tekrar neyse.

Dereyi geçerken ayağım kaydı, ıslandı. Hemen ağladım. Bu tür durumlarda ağlamam genelde. Ama bugün farklı. Okula yaklaştıkça, çocukların gürültüleri kederime karışıyordu. Kederle alakasız gürültüler. Bunlar hiç kederlenmezdi bence. Hep neşeli neşeliydiler. Annemi düşündüm. Bugün gün boyu beni düşünürdü artık. Babama da söylerdi. Benim ekmeği tekmelediğimi.. Sofrayı dağıttığımı.. Okula aç gittiğim için üzülürlerdi belki de. Benim için üzülmeleri hoşuma gidiyor. Kimin hoşuna gitmez ki bu? Değil mi?
Oynayan çocukların arasından okul binasına girdim. Hatice öğretmenim göz yaşlarımı fark etmiş ki yanıma yaklaştı

-Neyin var?
Ben, niye ağladığımı anlatacak sözcükleri düşünüp sustum. Bunu anlatacak sözcük bulamadım ve yine sustum.

-Dersten sonra konuşalım, tamam mı?

-Tamam, diyebildim sonunda. Hatice öğretmenimin tekrar benim niye ağladığımı sormasını beklemeye başladım. O sorsun ben de konuşayım.. Mümkünse onun yanında da ağla(ya)yım..

Az sonra sınıfa girdik. Zihnimde, sabahki nahoş şeyler yankılanıp duruyordu. Tekrar tekrar sahneleniyordu, sînîyi havaya uçuruşum. Ama tam olarak o ân’ı canlandıramıyordum. Boşluklar vardı sanki. Herhalde o kadar öfkelenmişim ki, o anki görüntüleri eksiksiz görememişim. Bu yüzden şimdi tam canlandıramıyorum.

Hatice öğretmenim, kırmızı dudaklarıyla bugün sınıf başkanlığı için seçim yapacağını söylüyordu. Doğru ya unutmuşum. Her yılın başlarında yapılır. Ve bu yılki bugün yapılacaktı. Unutmuşum. Nasıl unutma(ya)yım ki? Beni anlıyorsunuz değil mi?

Hatice öğretmenim bana yaklaştı. Tahtaya çıkmamı söyledi. Adaylardan biriydim galiba. Sonra sınıfın yine, benim kadar olmasa da, çalışkanlarından Nazlı’yı çıkardı. İkimiz yarışacaktık.

Hatice öğretmenim bir karton kutuyu da öğretmen masasına koydu. Ve herkese, benim ve Nazlı’nın isimlerinden sadece birini yazıp kutuya atmasını söyledi. Seçim başlamıştı. Öğrencilerden bir kısmı, benim ismimi yazıyordu şimdi. İsmimin yazılıyor olması beni gıdıkladı biraz. Hoş bir şeydi. Beni benden çıkarıp başkalarının da hayatına sokuyordu bu işlem. Bu yüzden hoştu zaten. Herkes, bu ismi yazarkenkî sürede dahî olsa, beni düşünecekti işte. Güzel bir kahvaltıyı ne kadar özlediğimi de düşünürler miydi? Abarttım galiba. Neyse.

Bu işlem on beş dakikayı buldu. Sonra sayıldı oylar.. Nazlı’nın on oyu vardı. Benim otuz. Galiba sınıfın kızları bile oy vermemişti Nazlı’ya. Onun için üzüldüm biraz. Nazlı utangaç bir gülümseyişle yerine oturdu. Benekli yanakları daha da pembeleşti.
Nazlı istasyon çavuşunun kızıydı. Bu yüzden yüzü bembeyazdı. Şehirliydi. Şehirliler hep beyaz olurdu. Herhalde orada güneş çok ısıtmıyordu. Başka neden olabilir ki?

Öğretmenimiz Nazlı için bir alkış istedi. Herkes alkışladı. Morali düzelsin diye. Nazlı alkışlar içinde yerine oturdu.
Bu alkışlar beni hep heyecanlandırır. Şimdi onun yerinde olmak istedim bir an. Sonra, sınıf başkanının o değil ben olduğumu hatırladım. Onu sadece teselli ediyorlardı. Benim buna bile ihtiyacım yoktu. Diye düşündüm.

Sınıfın başkanıydım artık. Annemler duyarsa nasıl karşılar bu haberi acaba. Şimdilik bunu düşünemiyorum. Benim yerime siz düşünür müsünüz?


Hatice öğretmenim, Nazlı’yı tahtaya çağırıp, geçici bir süreliğine ona sınıf başkanlığını verip dışarı çıkardı beni. Daha çok depo olarak kullanılan ama bazen ders de işlenen küçük odaya götürdü beni. Karşıma oturdu, beni de oturttu. Karşısına.

-Sınıf başkanısın artık, bu demek, ben olmayınca sen sınıfı yöneteceksin. Sınıfla ilgili her şeyi, kendinle ilgili her şeyi benimle paylaşacaksın. Anlaştık mı?

Son kelimeyi edince gülümsedi de. Kelime gülen ağzından çıkmıştı. Bu gülümsemenin sadece benim için olduğunu düşünüp ürperdim. Kırmızı dudaklarının içinde bembeyaz dişleri vardı. Gülümseyince onlar çok güzel görünüyordu. Bu arada, sabahki göz yaşlarımı
hatırlamış olmalı,

-Bir sıkıntın varsa söyle, dedi. Ben şimdi çıkacağım. Lojmanda biraz işlerim var. Çok konuşanların isimlerini bir kağıda yaz bana ver, oldu mu? Tamam mı?

Benim durgun oluşumdan herhalde,

-Canını sıkan ne oldu? Bana anlatabilirsin, dedi.

‘Bana anlatabilirsin’ derken, ikimizi özel, büyüklerin deyişiyle mahrem bir yere koymuştu sanki. Her şeyin aramızda kalacağını, dolayısıyla rahat olabileceğimi demek istemişti. Bu da beni gıdıkladı doğrusu. Özel olduğumu düşündüm. Özel biriydim baştan beri de, şimdiye kadar ilk defa Hatice öğretmenim fark ediyordu bunu. Bu yüzden tatlı bir şey göğsümde gezinmeye başladı. Sabahkî öfkenin yerini bu tatlı şey almaya başlıyordu. Çok güzel oluyordu her şey.

-Yok bir şey öğretmenim, dedim. Kalktık. O lojmana gitti, ben sınıfa girdim. Girdiğim gibi Nazlı yerine oturdu. Sınıf, ağzımdan ne çıkacak, diye merakla bana bakıyordu. Bense Hatice öğretmenimi düşünüyordum. Benimle konuşurken gülümseyişini… Benimle Türkçe konuşmasını sevmiştim. Hatice öğretmenim beni hep sevmişti. Ve beni Türkçe sevmişti. Bir zaman sonra sevmenin Türkçe bir şey olduğuna inanmaya başlamışım demek. Sanki Kürtçe konuşmak, daha baştan, sevgiyi askıya almak demekti. Ürpertici gülümseyişler de Kürtçe olamazmış gibi gelirdi bana. Hiç Kürtçe konuştuğu halde dudakları kıpkırmızı bir kadın da tanımamıştım. Annemse sevmediğim kahvaltılar önüme getirir, bunu beğenmeyince, ya da bugün yaptığım gibi, tekmeleyince bağırmaya başlardı. Ve bunu da Kürtçe yapardı. Kürtçe bağırıp çağırır, yine bu dille beddualar okur (umarım onlar kabul olmaz), yanağımda beş parmak izi bırakan tokatlarını, Türkçe’ye tercüme edilemez küfürler eşliğinde savururdu. Kürtçe’yi sevmiyorum bu yüzden.

Şimdi siz, bana mantıklı şeyler anlatmak için can atıyorsunuzdur. Ama ben, annemin beni Türkçe sevmesini istiyorum, o kadar. Hatice öğretmenim gibi yani.

Anladınız mı?

( Annem Beni Türkçe Sevsin başlıklı yazı aydin--oztur tarafından 27.03.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu