DİLİMİZ
KİMLİĞİMİZDİR!!!
Büyük Çin filozofu Konfüçyüs öğrencileriyle konuşurken “Bir devletin yönetiminde
en üst göreve gelseydiniz ilk olarak yapacağınız iş ne olurdu?” diye sorar.
Öğrenciler çeşitli açıklamalar yaparlar ama filozof hiç birini onaylamaz.
Aslında her öğrencinin açıkladıkları çok önemli konulardır. Ama Konfüçyüs
onların meraklı bakışlarına karşılık şunları söyler; “Ben bir devlet adamı
olsaydım önce dili gözden geçirmekle işe başlardım. Çünkü dil insanların en
önemli değeridir. Dil yoldan çıkmışsa adalet de yoldan çıkar, verilen kararlar
yanlış olur. Yanlış kararlar insanlar arasında anlaşmazlıklar oluşturur.
Anlaşamayan insanlar da kavga ortamlarına sürüklenirler ve ortaya çözülemeyecek
pek çok olaylar çıkar…”
Çocukları ve bebekleri
severken bilinçli olarak sevimli kelimeler kullanıp büyük bir hoşnutlukla karşımızdaki
çocuğu da etkileyip güzel bir ortam oluşturabiliyoruz. Peki, dilimiz de yaşayan
bir varlık olarak tanımlandığına göre niçin bu varlığa gereken saygı ve sevgiyi
göstermiyoruz?
Dikkat edilirse “gereken” diyorum… Aslında
dilimize karşı, gerekenden de fazla önem vermemiz şarttır aslında. Çünkü bu
gereklilik milli görevlerimizden biridir.
Rahmetli
Oktay Sinanoğlu bir ifadesinde; “Türk tarihi beş bin yılla sınırlandırılamaz.
Yaptığım çalışmalarda Çin kaynaklarındaki bilgilere göre yirmi beş bin yıla
dayanan bir tarihimiz var.” Diyordu.
Biz yıllarca “Tarihi çok
eskilere dayanan…” diye cümleler kurduk dilimiz tanıtırken. Yukarıdaki cümleden
hareketle, yılı belli bir zamana bağlarsak, büyük bir coşku içinde “Dilimiz
neredeyse insanlık tarihiyle yaşıttır.” Diyebiliriz.
Durum bu
noktaya gelince dilimize ve dilimize ait bütün değerlerimize sahip çıkılması
gerçeğini ilkokul sıralarından başlamak kaydıyla çocuklarımıza anlatmak ve kavratmak
zorundayız. Dile vereceğimiz önem millî şuurun
da en üst düzeyde olmasına zemin hazırlayacaktır.
Bin yıllar
içinde yaşanan dönemler elbette sosyal ve kültürel değişimleri de getirmiştir.
Ama hangi durumda olursak olalım dilimizde yozlaşmaya izin verilmemelidir.
Günümüze kadar elbette dilimize büyük sevgi ve saygı gösteren düşünür, yazar ve
ozanlarımız olmuştur. Ölenlere rahmetler yaşayanlara selamlar olsun ki onlara
şükran borçluyuz.
Bu açıklamalar dilimizin tamamen kimsesiz
ve koruyucusuz kalmış olduğu anlamında yorumlamak düşüncesiyle söylemiyoruz.
Pek çok yazarımız dilimize büyük önem vererek günümüze kadar sahiplene
gelmişlerdir.
Y. Kemal Beyatlı, Adnan Menderes’in bir İstanbul
ziyaretinde, oldukça samimi bir tavırla odasına girer elindeki bastonu
sallayarak; “ Beyefendi, beyefendi dil elden gidiyor dilimize sahip çıkınız…” deyip
odasından ayrılmıştır.
Tarihten
bu yana ( az kullanılan bazı farklı alfabeler olsa da) kullandığımız dört
önemli alfabe dilimizi elbette farklı şekillerde etkilemiştir. Ama ne olursa
olsun temel dilimizden büyük kopmalar olmamıştır. Arap alfabesinin kullanıldığı
yıllarda da Türkçe sözcüklerden tamamen uzaklaşılmamıştır. Ancak özenti peşinde
koşan ve toplumu etkileyebilen kişilerin davranışları yozlaşmaları getirmiştir.
Döneminin büyük araştırmacısı Kaşgarlı Mahmut ‘Türkçenin Arapçadan daha değersiz olmadığını kanıtlamak ve de özellikle Araplara Türkçe öğretmek düşüncesiyle yazdığı Divanü Lügâti't-Türk adlı eseriyle tarihe mal olmuş günümüzde de saygınlığı devam eden biridir.
“Kelimeleri gerek gördüğünde cümle içinde
kullanır. İçinde bu kelimelerin geçtiği atasözlerine yer verir. Kelimeleri
cümle içinde kullanılırken gelişigüzel hareket etmez. Bunların günlük hayatta
kullanım sıklığı yüksek olan şeklini tercih eder. Dil öğretiminde amacın
kültürün aktarılması ve dolayısıyla yaygınlaştırılması olduğu düşünülürse,
Kaşgarlı Mahmut'un söz konusu eserinde uyguladığı Türkçe öğretim yöntemiyle, Türk
kültürü adına bunu başarıyla yerine getirdiği rahatlıkla söylenebilir.”(Yrd.
Doç. Dr. M. Sani ADIGÜZEL)
Görüldüğü üzere Kaşgarlı “Yaşayan
Türkçeye” önem vererek eserini ortaya
koymuştur. Keşfetme çabasıyla yaptığı çalışmalar günümüz için de bizi sarsmaya
devam etmektedir. Kaşgarlı’da hamaset yoktur. Sahiplenme vardır. Kuru, soğuk,
donuk bir dili yoktur akıcılık vardır. Biz ise konuştuklarımızda yabancı
kelimeleri kullanma hayranlığıyla dikkat çekmeye çalışıyoruz.
Kaşgarlı, eserini Araplara kabul ettirmek için iki yerde; Peygamberin iki hadisini zikreder ki;
"Yüce
Tanrı: Benim bir ordum vardır ki onlara Türk adını verdim. Onları doğuda
birleştirdim. Bir millete kızarsam cezalandırmak görevini onlara
veririm..." buyurmuştur. "Yüce Tanrı: Türkçe öğreniniz, çünkü
Türkçenin uzun bir saltanatı vardır..." diye buyurur der.
Dilde
yozlaşma yaşanmaması için Türkçe bilincini oluşturmak Kaşgarlı’nın önemli
ilkelerinden biridir diyebiliriz. Hele ikinci hadiste Türkçeye sahip çıkma yönünde
millî şuur oluşturulması bakımından dilimizin çok değerli olduğunu ileri
sürmektedir. Bir deyişle bu dilde milliyetçiliktir.
Kaşgarlı Mahmud’un Türkçe için
söylediklerini her zaman hatırda tutmalıyız. “Türk dilini seviniz, çünkü Türklerin en az geçmişleri kadar büyük
gelecekleri olacaktır.”
* * *
Avrupa ülkelerinin pek çoğunda kendi dilinden olmayan sözleri işyerinde kullanmak isteyenlere vergi artışı uygulanmakta… Buna kendim de tanık olmuşumdur.
Demek ki
bu insanlar öz değerlerini önemsedikleri için güçlü olabiliyorlar. Dilde
milliyetçilik işte budur. Ama bize
gelince sistemli olarak kültürel yozlaşmamızı çoğaltmak için bilerek ve planlı
olarak çalışmalar yürütüyorlar. Biz de çok önemli bir çağdaşlaşma sanarak onların
dillerini benimsemeye çalışıyoruz. Dileriz ki aldandığımızı
anladığımız zaman çok şey kaybetmemiş oluruz.
Büyük
sosyolog Cemil Meriç dil davası hakkında şunları söyler: “Her mukaddesi yıkan Fransız
ihtilali, tek mukaddese dokunmamış. “Kamus." "Kamus (dil, sözlük),
bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla.
Kamus bir milletin namusudur. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.”
Burada
konu dillere düşmanlık değil… Elbette “Bir lisan bir insandır” sözü ağırlıklı
anlam taşıyan bir söz. Elbette yabancı dil öğrenelim ama kendi dilimizi yerlere
atarak inciterek hatta paralayarak değil…
Avrupa gezimizde kıyafetini
Türk’e benzettiğim bazı kişilerin yanından geçerken konuştuklarımızı duyunca
hemen bize dönüp konuşmaya başlıyorlardı veya biz Türkçe konuşan birilerini
gördüğümüzde adeta bir akrabamızı görmüşçesine mutlu oluyorduk…
İşte ‘dil
vatandır’ sözü bizi kuşatıveriyordu. Bizi büyük mutluluklar sürükleyen bu
ortamları on dört gün boyunca büyük bir coşkuyla yaşamıştık Hollanda’da...
Ülkemize gelince bakıyoruz ki
televizyonda konuşan tanınmış bir kişinin dediklerini anlamakta zorlanıyoruz.
Kim bu kişi, diline bu derece saygısız ve belki de farkında olmadan düşman…
Giderek
yozlaşan ve sadeliğini yitiren dilimiz bizden uzaklaşıyor. Veya biz mi
dilimizden kaçıyoruz? Özellikle gençlerimiz yanlış konuşan ünlülere özenip, ne
kadar yabancı kelime konuşursam o kadar çağdaş olurum diye mi düşünüyorlar?
Belki böyle bir düşünce akıllarına bile gelmiyor ama dilimize sevgi ve saygı
gösterme bilincinde olmamaları nedeniyle konuştuklarını bilemiyorlar.
Dilimizin yazılı ve sözlü kullanımında yanlış yapma
yarışındayız sanki... Eğitimi az olan vatandaşlarımız neyse de aydın ve okumuş
denilenlerin akıl almaz hataları, kurallara uymayan, yanlış ve bozuk
kullanımları Türkçemizi katlediyor.
“İlköğretimden
yükseköğretime kadar okullarımızda görülen Türkçe yetersizlikleri, üniversite
öğrencilerimizde bile sık sık göze çarpan sözlü ve yazılı anlatım kusurları,
bozuk cümleler ve söyleyiş yanlışları, bir dilekçe yazarken yapılan yanlışlar,
resmî yazışmalarda göze batan anlatım kusurları, basın yayın organlarındaki
akıl almaz özensizlikler, sokak ve caddelerde bulunan tabelalardaki yabancı
sözcük hastalığı... Türkçemizin geleceği için önemli bir tehlike
oluşturmaktadır.” Diyor Prof. Dr. Cahit KAVCAR”
Prof. Dr. İlber ORTAYLI bir konferansında Sayın
Kavcar’ın düşüncelerinin doğrultusunda üzüntüyle şunları söylemişti; “
Arkadaşlar hangi okullarda olursanız olun öğrencilerinize hitap etmeyi öğretin
lütfen. İlkokuldan itibaren buna çok önem vermek zorundayız. Bizler
üniversitelerde bunlara eğilemiyoruz. Ben sabah dersime giderken bahçedeki
çocukların yüzlerine bakamıyorum utanmasınlar diye… Kendim de utanıyorum. Öyle
ki, hal hatır sorarken birbirlerine küfürlerle konuşuyorlar. Müdahale ettiğim
zaman da umursamaz tavırlarla cevaplar veriyorlar…”
Bu sözlere itiraz etmek asla
mümkün değil. Özgüveni yüksek diye övdüğümüz gençlerimiz pek çok önemli
konuları ciddiye almadıklarından başta dilimizi tam benimseyemeden ve de alaya alma
yarışında hayata atılmaya çalışıyorlar.
Prof.
Ahmet Bican ERCİLASUN yaklaşık yirmi yedi yıl önce İzmir’de Kız Lisesindeki bir
konferansında “… Lise gençliğimiz
ortalama beş yüz kelimeyle konuşuyor. Bu çok üzücü bir rakamdır. Biz bu rakamı
gelişigüzel ifade olarak söylemiyoruz, ülke genelinde pek çok lisemizde geniş
bir araştırma yaptık….” Dediğinde
pek çok öğretmen arkadaşımız yadırgamıştı ben gibi… Ben itiraz ederek soru
sorduğumda açıklamalarını genişletmişti.
Geerçekten haklıydı hoca…
Günümüze baktığımızda bu rakamda
çok büyük bir artış olduğunu kimse kanıtlayamaz. Belki biraz artmıştır
denebilir ama kimse altı yüz kelime olmuştur diyemez.
Hatta
büyük sanı olan öğretim görevlilerimiz için de benzeri yorum yapılabilir. Bir
programda konuşan bu kişiyi cümle kurmadaki zorlanmasını gördüğümüzde
inandırıcılığı azalıyor. Denilebilir ki bu sayın kişi birden fazla dil
konuştuğu için bu tür küçük kusurlar olabilir. Ancak tek dil konuşan sayın kişi
de aynı kusuru işlediğinde bu artık suça girmiş olur.
Biz
dillere düşman olamayız. Her dil kendine göre değerlidir elbette. Yerine göre
bir yabancı sözün dilimizde karşılığı bulunamamışsa, üretilememişse,
türetilememişse (uydurma değil) asıl dildeki kelimeyi kullanmak çok zararlı
olamaz.
Televizyon
ve radyo kelimeleri geçmişte o kadar zorlandığı halde değiştirilemedi. Dilimize
uydurularak halkımız tarafından Türkçeleştirilerek geniş kullanım alanı
buluverdi. Ama ‘deepfiriz’ buzdolabı, ‘kompüter’ bilgisayar olarak değişip
yerleşiverdi dilimize. Demek ki sözcüklerin halk ağzında kolay söylenişi de çok
önemli…
Arapça
veya Farsça olarak dilimize yerleşen ve herkesin bildiği bir kelimeyi atıp
yerine mutlaka bir batı sözcüğünü alıp, ısrarla kullanma hayranlığından ve
hastalığından da vazgeçmeliyiz.
Dilde sadeleşme
süreci Osmanlı döneminde başlayan bir süreçtir. Şiirlerinde konuşma dilini
kullanan Şinasi, gazetesinde de halk diliyle halka sesleniyordu. Yazılarında
Arapça ve Farsça sözleri mümkün oldukça az kullanıyor, kısa cümlelere yer
veriyordu. Sade Türkçe ile şiir yazmayı bile denemişti. Kaynaklarda geçen ve
halk ağzında yaşayan atasözlerini de derleyerek yayımlayan Şinasi, bütün bu
özellikleriyle Tanzimat döneminde Türkçenin sadeleşmesi yolunda etkili bir kişi
olmuştur. 1863’te yayımladığı Durûb-ı Emsâl-i Osmaniye, halk diline yönelişin
en güzel örneğidir.
Dilden kelime atmanın hiç getirisi yoktur.
Bir dilin zenginliği söz varlığı ile ölçülür. Dünyada arı bir dil yoktur.
Dünyanın tüm gelişmiş yaygın dilleri başka dillerden kelime alarak büyümesini
sürdürmüştür.
Kelimeler diller arasında gezgindir. Hoşa
giden kalır gitmeyen atılır. Peyami Safa’da bu düşünceyle yazmıştır yazılarını
hep.
Uydurmacılardan biri “Günaydın” ve
“Tünaydın”’ın fazla rağbet görmediğini anlayınca “Merhaba” yerine “Sağ mısın?”
demeyi teklif etmiş, Arapçaya düşmanlığından… İlk denemeyi de Peyami Safa’ya yapmış: “Sağ
mısın üstat?” Peyami Safa’nın cevabı müthiş olmuş: “Kör müsün evlat”…
* * *
Ameliyat
Arapça bir sözcük ve dilimizde yalnızca sağlıkla ilgili bir eylem anlamındayken
bu sözcüğü atıp yerine ‘operasyon’ sözcüğünü dayattık. Şimdilerde operasyon
sözünü pek çok eylemde kullanıyoruz. Ameliyat yapana da cerrah diyorduk şimdi
operatör oldu.
Türkçe “otacı” kelimesi zamanla Arapça “hekim” ve “tabib” kelimelerinin öne
çıkmasıyla unutuldu. Daha da günümüze gelirsek, bu iki kelime de rafa
kaldırılıp yerine İngilizce “doctor” kelimesi alınıverdi.
Kökeni
Türkçe olan “ tuman” dedemin dilinde çok kullandığı bir sözcüktü. Ne yaptık
yıllar sonra? İtalyanca ‘pantalone’, Fransızca aynı anlama gelen pantalon, eski
Yunancada Pantaleón kelimelerinden aşırarak ‘Pantolon’ sözcüğünü dilimize
soktuk.
Türkçede kelimelerin ilk hecelerinde “o”
sesi vardır, sonraki hecelerde olmaz. Bu dayatma neden yapıldı? Dilimize bir
darp ve kast değil mi?
Yaklaşık kırk beş elli yıldır kullanılan “Onur”
kelimesi de Fransızca kökenlidir. Aslında hedef, tamamen Arapçaya ters
bakmaktır. Şeref sözcüğünün kime ne zararı vardı? Tek suçu Arapça kökten gelmek
mi? Maksat Arapçayı yok etmek değil mi?
Farsça kökenli olan "çeyrek" sözcüğü Farsçada
"çahar" ‘dört’ ve "yek" ‘bir’ sözcüklerinin birleşiminden
ortaya çıkmış ve başkalaşarak Türkçede çeyrek kelimesini oluşturmuştur.
Anahtar sözcüğünün orijinali Yunanca
"anihto" (açmak) eylemidir. " Anihtiri " ise açmaya yarayan
anlamındadır. Biz onu anahtar olarak dilimize yerleştirmişiz.
Dilimizin gayri resmi kurallarından biri
kelimeler üzerinde zorlama olmadan söyleyişte kolaylık ve kıvraklık olmasının
benimsenmiş olmasıdır. Yabancı dilden gelen kelimeler için bu uygulama çok
hızlı şekilde hayata geçiriliverir.
Kilit, yine Rumca "kleo"
(kapatmak) eyleminden türeyen "kleidi" (kapamaya yarayan) alet kelimesinin
karşılığıdır.
Son yıllarda türetilen veya uydurulan
‘açkı’ ve ‘açkıç’ sözcükleri halk tarafından benimsenmeyince yaşama şansı
bulamamıştır.
Misal sözcüğü yüz yıllarca kullanıldı ve
yıllardır onun yerine ÖRNEK kelimesi kullanılır durumda. Hatta öz Türkçe diye
bilindi. Oysa kelimenin aslı ORİNAGİN olup dilimize Ermeniceden geçmiştir.
Ayrıca ÖRNEĞİN kelimesi de ‘orijinaline’
daha yakın olup Türkçeleşmiştir. Şimdi bu kelimeyi atalım mı? Dede de biliyor
anlamını torun da…
Dillerin birbirlerinden kelime almaları
onları zenginleştirir, ancak dilin sömürge dili haline gelmemesi çok önemlidir.
* * *
Dilimizde ikiz sesli kelime yoktur. ‘ANA’
sözcüğü öz Türkçedir ama günümüzde çoklukla ‘ANNE’ sözcüğü kullanılmakta. Aslı ‘eliğ’ kelimesi ‘elli’
olarak kullanılmakta. Neden? Çünkü
söylenişi kulağa daha hoş ve akıcı geliyor. Demek ki halkın benimsemesi çok
önemli...
Cehennem kelimesi de Arapça ama dilimizden
atamadık... Çünkü yerleşmiş durumda. Öz Türkçede ‘Tamu(ğ)’ olarak kullanılan bu
sözcük ölüdür. Diriltmeye de gerek yok. Çünkü dil yaşayan bir varlıktır deniyor
ya… Hele “Cennet’i” atalım…
Hayallerimizin en güzel mekânına ne ad vereceğiz?
Doğrusu şudur ki diller bazı kelimeleri
ortak kullanmak zorundadırlar. Ama abartarak ve aşırı tarafgirlik içinde
olmadan…
Geçmişten günümüze dilimize sahip çıkan
pek çok ‘yazar, şair ve ozanlarımız’(*)
olmuştur demiştik. Bunları saymakla bitiremeyiz. Bazılarından örnekler verirsek
yadsınamayacak çalışmalar yaptıklarını görebiliriz.
Bazı dilciler -sel/sal ekinin Türkçe olduğunu, buna da örnek olarak “kumsal” kelimesini gösterirler.
Dilde Türkçülük hareketinin ilk izleri Ahmet Vefik Paşanın Lehçe-i Osmanî’ye yazdığı önsözde görülür. Vefik Paşa, Türkçenin tarihî derinliği olduğu kadar, konuşulduğu geniş alanla da büyük dillerden biri olduğunu vurgular.
“Lehçe-i Osmanî” de kumsal kelimesi: “Kum karışık olan arazi, deniz kenarı- kumsal yer, kumlu yer” manasındadır. Bu nedenle -sel/ sal eki, kökü eskilere gitmeyen sonradan “uydurmacıların en gülünç uydurmalarındandır.”
Kullanılış alanı çok dar ve kısıtlı olan bu -sal / -sel eki, dil devrimi
sırasında gün ışığına çıkarılmış ve Arapça -î nispet ekinin yerini almak üzere
anlamı genişletilerek her yerde kullanılmaya başlanmıştır.
İlmî yerine bilimsel, şahsî yerine kişisel, kutsi yerine kutsal, maddî yerine
maddesel, manevî yerine tinsel, içtimaî yerine toplumsal- sosyal, nakdî yerine
parasal, millî yerine ulusal, gibi.
Bu üretilen ya da türetilen kelimelerin bazıları geniş bir kullanım
alanında söyleyişe ve anlama uyum sağladı. Ancak günümüzde toplumun büyük bir kesimini saran ‘sal-sel’
hastalığı gerçekten bir hançer misali dilimizi durmadan kanatmakta. Pek çok
kelimenin sonuna bilerek bilmeyerek, söyleyecek kelime bulamadığımızda
ekleyiveriyoruz… Hatta bazılarımız kendine bir hava katma arzusuyla
palyaçolaştığını anlayamıyor her kelimeye sal sel ekleme sevdasıyla… Sonunda
öyle bir cümle kuruyor ki, noktayı koyduğunda anlamı aramaya başlıyor ama
boşuna…
Nihat Sami Banarlı’nın ifadesiyle “Türkçemizi
sala bindirip sele bırakıyoruz.”
Cumhuriyetten bu tarafa bazen, gelen uydurmacılık rüzgârı içinde dilimiz
ağır yaralar aldı. Nice anlı şanlı adamlar televizyonlarda ve gazetelerde
çatıştılar… Savundukları da Atatürk idi akıllarınca…
Osmanlının son yıllarında başlayan dilde
sadeleşme çalışmaları Cumhuriyet döneminde oldukça hız kazanmıştır. Mustafa
Kemal Atatürk’te her türlü yenileşmeye büyük önem verdiğinden hemen işe
başlamış hızla takipçisi olmuştur. Yapılan
ilmi çalışmalar Türkçeyi güçlü bir yapıya oturtma çabasından kaynaklanmıştır.
Ama zaman içinde dilimizde egemen olan yabancı kökenli kelimelerin
Türkçeleştirilmesi çalışmasının abartıldığını, uydurmacılığın dilimizi perişan
ettiğini görerek çalışmaları durdurmuştur.
Falih Rıfkı ATAY’ın ifadesiyle,
““Bir gün beni yanına çekip; “Çocuk,
çıkmaza girmişizdir. Dili bu çıkmazda bırakamayız, tabii yola döneceğiz.” Demişti,
diyerek yanlışta ısrardan vazgeçmiştir.””
Atatürk’ün ölümünden sonra bu
arılaştırma çalışmaları yeniden hızlandırılmıştır. Öyle ki bazen de dilimizi
kaldırım malzemesi durumuna düşürecek kadar basite indirenler dahi olmuştur.
* * *
Aşk, Arapça kökenli olup orijinali
"Işk" tır. Işk ise sarmaşık demektir. Nasıl ki sarmaşık bulunduğu
ortamı veya tutunduğu şeyi sarıp sarmalarsa, “Dilimize aşkla sarılıp yüceltmek ve saygınlığını devamlı kılmak temel
görevimiz olmalıdır öncelikle biz öğretmenlerin. Ama bize destek olması,
yardım etmesi gerekenlerin de bu aşka kör bakmamaları şarttır. Her vatandaş
nasıl evladına sarılarak koruyorsa biz de dilimize öyle sarılmalıyız.”
Dilimiz
namusumuz olduğuna göre, bunu kural olarak benimsemek aşırı bir davranış
değildir. Çünkü aşık maşukunu üzmez.
Hiçbir
dile düşmanlık düşüncesinde değiliz ama Arapça veya Farsça olarak dilimize
yerleşen ve herkesin bildiği bir kelimeyi atıp yerine mutlaka bir batı
sözcüğünü almak ve ısrarla kullanma hastalığından da vazgeçmeliyiz.
“Yaşayan
Türkçemize” sahip olarak dilimizi layık olduğu değerde yaşamasına özen
göstermek dilde milliyetçiliktir. Bu değerimizi kaybetmek kimliğimizi
kaybetmektir.
(*) Yazar; yalnızca
‘nesir’ düz yazı yazan, Şair; yalnızca
‘şiir’ yazan, Ozan; Yazdığı şiiri saz eşliğinde çalıp söyleyendir.
“N.F.Kısakürek bir yazardır ve mükemmel bir şairdir ama ozan değildir.” “Aşık
Veysel hem ozandır hem şair. Aşıklık farklı bir beceridir. ”
NOT: 1- 2017 YILI “DİLİMİZ KİMLİĞİMİZDİR” KONULU ÖĞRETMENLER ARASI -TÜRKÇEYİ DOĞRU VE GÜZEL KULLANMA YARIŞMASI- İZMİR İL BİRİNCİLİĞİNE LAYIK GÖRÜLMÜŞTÜR.
2- Şartname gereği hazırlanan yazıya derecelendirmeden sonra eklemeler yapılmıştır.
Mustafa
YAMAN