DİLİMİZ KİMLİĞİMİZDİR!!!    

    Büyük Çin filozofu Konfüçyüs öğrencileriyle konuşurken “Bir devletin yönetiminde en üst göreve gelseydiniz ilk olarak yapacağınız iş ne olurdu?” diye sorar. Öğrenciler çeşitli açıklamalar yaparlar ama filozof hiç birini onaylamaz. Aslında her öğrencinin açıkladıkları çok önemli konulardır. Ama Konfüçyüs onların meraklı bakışlarına karşılık şunları söyler; “Ben bir devlet adamı olsaydım önce dili gözden geçirmekle işe başlardım. Çünkü dil insanların en önemli değeridir. Dil yoldan çıkmışsa adalet de yoldan çıkar, verilen kararlar yanlış olur. Yanlış kararlar insanlar arasında anlaşmazlıklar oluşturur. Anlaşamayan insanlar da kavga ortamlarına sürüklenirler ve ortaya çözülemeyecek pek çok olaylar çıkar…”

    Çocukları ve bebekleri severken bilinçli olarak sevimli kelimeler kullanıp büyük bir hoşnutlukla karşımızdaki çocuğu da etkileyip güzel bir ortam oluşturabiliyoruz. Peki, dilimiz de yaşayan bir varlık olarak tanımlandığına göre niçin bu varlığa gereken saygı ve sevgiyi göstermiyoruz?

     Dikkat edilirse “gereken” diyorum… Aslında dilimize karşı, gerekenden de fazla önem vermemiz şarttır aslında. Çünkü bu gereklilik milli görevlerimizden biridir. 

    Rahmetli Oktay Sinanoğlu bir ifadesinde; “Türk tarihi beş bin yılla sınırlandırılamaz. Yaptığım çalışmalarda Çin kaynaklarındaki bilgilere göre yirmi beş bin yıla dayanan bir tarihimiz var.” Diyordu.

    Biz yıllarca “Tarihi çok eskilere dayanan…” diye cümleler kurduk dilimiz tanıtırken. Yukarıdaki cümleden hareketle, yılı belli bir zamana bağlarsak, büyük bir coşku içinde “Dilimiz neredeyse insanlık tarihiyle yaşıttır.” Diyebiliriz.

    Durum bu noktaya gelince dilimize ve dilimize ait bütün değerlerimize sahip çıkılması gerçeğini ilkokul sıralarından başlamak kaydıyla çocuklarımıza anlatmak ve kavratmak zorundayız. Dile vereceğimiz önem millî şuurun da en üst düzeyde olmasına zemin hazırlayacaktır.

    Bin yıllar içinde yaşanan dönemler elbette sosyal ve kültürel değişimleri de getirmiştir. Ama hangi durumda olursak olalım dilimizde yozlaşmaya izin verilmemelidir. Günümüze kadar elbette dilimize büyük sevgi ve saygı gösteren düşünür, yazar ve ozanlarımız olmuştur. Ölenlere rahmetler yaşayanlara selamlar olsun ki onlara şükran borçluyuz.      

    Bu açıklamalar dilimizin tamamen kimsesiz ve koruyucusuz kalmış olduğu anlamında yorumlamak düşüncesiyle söylemiyoruz. Pek çok yazarımız dilimize büyük önem vererek günümüze kadar sahiplene gelmişlerdir.

    Y. Kemal Beyatlı, Adnan Menderes’in bir İstanbul ziyaretinde, oldukça samimi bir tavırla odasına girer elindeki bastonu sallayarak; “ Beyefendi, beyefendi dil elden gidiyor dilimize sahip çıkınız…” deyip odasından ayrılmıştır. 

    Tarihten bu yana ( az kullanılan bazı farklı alfabeler olsa da) kullandığımız dört önemli alfabe dilimizi elbette farklı şekillerde etkilemiştir. Ama ne olursa olsun temel dilimizden büyük kopmalar olmamıştır. Arap alfabesinin kullanıldığı yıllarda da Türkçe sözcüklerden tamamen uzaklaşılmamıştır. Ancak özenti peşinde koşan ve toplumu etkileyebilen kişilerin davranışları yozlaşmaları getirmiştir.

    Döneminin büyük araştırmacısı Kaşgarlı Mahmut ‘Türkçenin Arapçadan daha değersiz olmadığını kanıtlamak ve de özellikle Araplara Türkçe öğretmek düşüncesiyle yazdığı Divanü Lügâti't-Türk adlı eseriyle tarihe mal olmuş günümüzde de saygınlığı devam eden biridir.

    Kelimeleri gerek gördüğünde cümle içinde kullanır. İçinde bu kelimelerin geçtiği atasözlerine yer verir. Kelimeleri cümle içinde kul­lanılırken gelişigüzel hareket etmez. Bunların günlük hayatta kullanım sıklığı yüksek olan şeklini tercih eder. Dil öğretiminde amacın kültürün aktarılması ve dolayısıyla yaygınlaştırılması olduğu düşünülürse, Kaşgarlı Mahmut'un söz konusu eserinde uyguladığı Türkçe öğretim yöntemiyle, Türk kültürü adına bunu başarıyla yerine getirdiği rahatlıkla söylenebilir.”(Yrd. Doç. Dr. M. Sani ADIGÜZEL)

     Görüldüğü üzere Kaşgarlı “Yaşayan Türkçeye”  önem vererek eserini ortaya koymuştur. Keşfetme çabasıyla yaptığı çalışmalar günümüz için de bizi sarsmaya devam etmektedir. Kaşgarlı’da hamaset yoktur. Sahiplenme vardır. Kuru, soğuk, donuk bir dili yoktur akıcılık vardır. Biz ise konuştuklarımızda yabancı kelimeleri kullanma hayranlığıyla dikkat çekmeye çalışıyoruz.

    Kaşgarlı, eserini Araplara kabul ettirmek için iki yerde; Peygamberin iki hadisini zikreder ki;

    "Yüce Tanrı: Benim bir ordum vardır ki onlara Türk adını verdim. Onları doğuda birleştirdim. Bir millete kızarsam cezalandırmak görevini onlara veririm..." buyurmuştur. "Yüce Tanrı: Türkçe öğreniniz, çünkü Türkçenin uzun bir saltanatı vardır..." diye buyurur der.

    Dilde yozlaşma yaşanmaması için Türkçe bilincini oluşturmak Kaşgarlı’nın önemli ilkelerinden biridir diyebiliriz. Hele ikinci hadiste Türkçeye sahip çıkma yönünde millî şuur oluşturulması bakımından dilimizin çok değerli olduğunu ileri sürmektedir. Bir deyişle bu dilde milliyetçiliktir.      

    Kaşgarlı Mahmud’un Türkçe için söylediklerini her zaman hatırda tutmalıyız. “Türk dilini seviniz, çünkü Türklerin en az geçmişleri kadar büyük gelecekleri olacaktır.” 

 

                          * * *

    Avrupa ülkelerinin pek çoğunda kendi dilinden olmayan sözleri işyerinde kullanmak isteyenlere vergi artışı uygulanmakta… Buna kendim de tanık olmuşumdur.

    Demek ki bu insanlar öz değerlerini önemsedikleri için güçlü olabiliyorlar. Dilde milliyetçilik işte budur. Ama bize gelince sistemli olarak kültürel yozlaşmamızı çoğaltmak için bilerek ve planlı olarak çalışmalar yürütüyorlar. Biz de çok önemli bir çağdaşlaşma sanarak onların dillerini benimsemeye çalışıyoruz. Dileriz ki aldandığımızı anladığımız zaman çok şey kaybetmemiş oluruz.  

     Büyük sosyolog Cemil Meriç dil davası hakkında şunları söyler: “Her mukaddesi yıkan Fransız ihtilali, tek mukaddese dokunmamış. “Kamus." "Kamus (dil, sözlük), bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamus bir milletin namusudur. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.”   

    Burada konu dillere düşmanlık değil… Elbette “Bir lisan bir insandır” sözü ağırlıklı anlam taşıyan bir söz. Elbette yabancı dil öğrenelim ama kendi dilimizi yerlere atarak inciterek hatta paralayarak değil…

    Avrupa gezimizde kıyafetini Türk’e benzettiğim bazı kişilerin yanından geçerken konuştuklarımızı duyunca hemen bize dönüp konuşmaya başlıyorlardı veya biz Türkçe konuşan birilerini gördüğümüzde adeta bir akrabamızı görmüşçesine mutlu oluyorduk…

    İşte ‘dil vatandır’ sözü bizi kuşatıveriyordu. Bizi büyük mutluluklar sürükleyen bu ortamları on dört gün boyunca büyük bir coşkuyla yaşamıştık Hollanda’da...

    Ülkemize gelince bakıyoruz ki televizyonda konuşan tanınmış bir kişinin dediklerini anlamakta zorlanıyoruz. Kim bu kişi, diline bu derece saygısız ve belki de farkında olmadan düşman…

    Giderek yozlaşan ve sadeliğini yitiren dilimiz bizden uzaklaşıyor. Veya biz mi dilimizden kaçıyoruz? Özellikle gençlerimiz yanlış konuşan ünlülere özenip, ne kadar yabancı kelime konuşursam o kadar çağdaş olurum diye mi düşünüyorlar? Belki böyle bir düşünce akıllarına bile gelmiyor ama dilimize sevgi ve saygı gösterme bilincinde olmamaları nedeniyle konuştuklarını bilemiyorlar.

    Dilimizin yazılı ve sözlü kullanımında yanlış yapma yarışındayız sanki... Eğitimi az olan vatandaşlarımız neyse de aydın ve okumuş denilenlerin akıl almaz hataları, kurallara uymayan, yanlış ve bozuk kullanımları Türkçemizi katlediyor.

    “İlköğretimden yükseköğretime kadar okullarımızda görülen Türkçe yetersizlikleri, üniversite öğrencilerimizde bile sık sık göze çarpan sözlü ve yazılı anlatım kusurları, bozuk cümleler ve söyleyiş yanlışları, bir dilekçe yazarken yapılan yanlışlar, resmî yazışmalarda göze batan anlatım kusurları, basın yayın organlarındaki akıl almaz özensizlikler, sokak ve caddelerde bulunan tabelalardaki yabancı sözcük hastalığı... Türkçemizin geleceği için önemli bir tehlike oluşturmaktadır.” Diyor Prof. Dr. Cahit KAVCAR”

     Prof. Dr. İlber ORTAYLI bir konferansında Sayın Kavcar’ın düşüncelerinin doğrultusunda üzüntüyle şunları söylemişti; “ Arkadaşlar hangi okullarda olursanız olun öğrencilerinize hitap etmeyi öğretin lütfen. İlkokuldan itibaren buna çok önem vermek zorundayız. Bizler üniversitelerde bunlara eğilemiyoruz. Ben sabah dersime giderken bahçedeki çocukların yüzlerine bakamıyorum utanmasınlar diye… Kendim de utanıyorum. Öyle ki, hal hatır sorarken birbirlerine küfürlerle konuşuyorlar. Müdahale ettiğim zaman da umursamaz tavırlarla cevaplar veriyorlar…”

     Bu sözlere itiraz etmek asla mümkün değil. Özgüveni yüksek diye övdüğümüz gençlerimiz pek çok önemli konuları ciddiye almadıklarından başta dilimizi tam benimseyemeden ve de alaya alma yarışında hayata atılmaya çalışıyorlar.

    Prof. Ahmet Bican ERCİLASUN yaklaşık yirmi yedi yıl önce İzmir’de Kız Lisesindeki bir konferansında “… Lise gençliğimiz ortalama beş yüz kelimeyle konuşuyor. Bu çok üzücü bir rakamdır. Biz bu rakamı gelişigüzel ifade olarak söylemiyoruz, ülke genelinde pek çok lisemizde geniş bir araştırma yaptık….”  Dediğinde pek çok öğretmen arkadaşımız yadırgamıştı ben gibi… Ben itiraz ederek soru sorduğumda açıklamalarını genişletmişti.  Geerçekten haklıydı hoca…

    Günümüze baktığımızda bu rakamda çok büyük bir artış olduğunu kimse kanıtlayamaz. Belki biraz artmıştır denebilir ama kimse altı yüz kelime olmuştur diyemez.

    Hatta büyük sanı olan öğretim görevlilerimiz için de benzeri yorum yapılabilir. Bir programda konuşan bu kişiyi cümle kurmadaki zorlanmasını gördüğümüzde inandırıcılığı azalıyor. Denilebilir ki bu sayın kişi birden fazla dil konuştuğu için bu tür küçük kusurlar olabilir. Ancak tek dil konuşan sayın kişi de aynı kusuru işlediğinde bu artık suça girmiş olur.

     Biz dillere düşman olamayız. Her dil kendine göre değerlidir elbette. Yerine göre bir yabancı sözün dilimizde karşılığı bulunamamışsa, üretilememişse, türetilememişse (uydurma değil) asıl dildeki kelimeyi kullanmak çok zararlı olamaz.

   Televizyon ve radyo kelimeleri geçmişte o kadar zorlandığı halde değiştirilemedi. Dilimize uydurularak halkımız tarafından Türkçeleştirilerek geniş kullanım alanı buluverdi. Ama ‘deepfiriz’ buzdolabı, ‘kompüter’ bilgisayar olarak değişip yerleşiverdi dilimize. Demek ki sözcüklerin halk ağzında kolay söylenişi de çok önemli…

     Arapça veya Farsça olarak dilimize yerleşen ve herkesin bildiği bir kelimeyi atıp yerine mutlaka bir batı sözcüğünü alıp, ısrarla kullanma hayranlığından ve hastalığından da vazgeçmeliyiz.

     Dilde sadeleşme süreci Osmanlı döneminde başlayan bir süreçtir. Şiirlerinde konuşma dilini kullanan Şinasi, gazetesinde de halk diliyle halka sesleniyordu. Yazılarında Arapça ve Farsça sözleri mümkün oldukça az kullanıyor, kısa cümlelere yer veriyordu. Sade Türkçe ile şiir yazmayı bile denemişti. Kaynaklarda geçen ve halk ağzında yaşayan atasözlerini de derleyerek yayımlayan Şinasi, bütün bu özellikleriyle Tanzimat döneminde Türkçenin sadeleşmesi yolunda etkili bir kişi olmuştur. 1863’te yayımladığı Durûb-ı Emsâl-i Osmaniye, halk diline yönelişin en güzel örneğidir.

     Dilden kelime atmanın hiç getirisi yoktur. Bir dilin zenginliği söz varlığı ile ölçülür. Dünyada arı bir dil yoktur. Dünyanın tüm gelişmiş yaygın dilleri başka dillerden kelime alarak büyümesini sürdürmüştür.

     Kelimeler diller arasında gezgindir. Hoşa giden kalır gitmeyen atılır. Peyami Safa’da bu düşünceyle yazmıştır yazılarını hep.

     Uydurmacılardan biri “Günaydın” ve “Tünaydın”’ın fazla rağbet görmediğini anlayınca “Merhaba” yerine “Sağ mısın?” demeyi teklif etmiş, Arapçaya düşmanlığından…  İlk denemeyi de Peyami Safa’ya yapmış: “Sağ mısın üstat?” Peyami Safa’nın cevabı müthiş olmuş: “Kör müsün evlat”… 

                           * * *

    Ameliyat Arapça bir sözcük ve dilimizde yalnızca sağlıkla ilgili bir eylem anlamındayken bu sözcüğü atıp yerine ‘operasyon’ sözcüğünü dayattık. Şimdilerde operasyon sözünü pek çok eylemde kullanıyoruz. Ameliyat yapana da cerrah diyorduk şimdi operatör oldu.

    Türkçe “otacı” kelimesi zamanla Arapça “hekim” ve “tabib” kelimelerinin öne çıkmasıyla unutuldu. Daha da günümüze gelirsek, bu iki kelime de rafa kaldırılıp yerine İngilizce “doctor” kelimesi alınıverdi.  

     Kökeni Türkçe olan “ tuman” dedemin dilinde çok kullandığı bir sözcüktü. Ne yaptık yıllar sonra? İtalyanca ‘pantalone’, Fransızca aynı anlama gelen pantalon, eski Yunancada Pantaleón kelimelerinden aşırarak ‘Pantolon’ sözcüğünü dilimize soktuk.     

     Türkçede kelimelerin ilk hecelerinde “o” sesi vardır, sonraki hecelerde olmaz. Bu dayatma neden yapıldı? Dilimize bir darp ve kast değil mi?     

    Yaklaşık kırk beş elli yıldır kullanılan Onur” kelimesi de Fransızca kökenlidir. Aslında hedef, tamamen Arapçaya ters bakmaktır. Şeref sözcüğünün kime ne zararı vardı? Tek suçu Arapça kökten gelmek mi? Maksat Arapçayı yok etmek değil mi?    

    Farsça kökenli olan  "çeyrek" sözcüğü Farsçada "çahar" ‘dört’ ve "yek" ‘bir’ sözcüklerinin birleşiminden ortaya çıkmış ve başkalaşarak Türkçede çeyrek kelimesini oluşturmuştur.

     Anahtar sözcüğünün orijinali Yunanca "anihto" (açmak) eylemidir. " Anihtiri " ise açmaya yarayan anlamındadır. Biz onu anahtar olarak dilimize yerleştirmişiz.

    Dilimizin gayri resmi kurallarından biri kelimeler üzerinde zorlama olmadan söyleyişte kolaylık ve kıvraklık olmasının benimsenmiş olmasıdır. Yabancı dilden gelen kelimeler için bu uygulama çok hızlı şekilde hayata geçiriliverir.

   Kilit, yine Rumca "kleo" (kapatmak) eyleminden türeyen "kleidi" (kapamaya yarayan) alet kelimesinin karşılığıdır.

     Son yıllarda türetilen veya uydurulan ‘açkı’ ve ‘açkıç’ sözcükleri halk tarafından benimsenmeyince yaşama şansı bulamamıştır.

     Misal sözcüğü yüz yıllarca kullanıldı ve yıllardır onun yerine ÖRNEK kelimesi kullanılır durumda. Hatta öz Türkçe diye bilindi. Oysa kelimenin aslı ORİNAGİN olup dilimize Ermeniceden geçmiştir.

    Ayrıca ÖRNEĞİN kelimesi de ‘orijinaline’ daha yakın olup Türkçeleşmiştir. Şimdi bu kelimeyi atalım mı? Dede de biliyor anlamını torun da…

    Dillerin birbirlerinden kelime almaları onları zenginleştirir, ancak dilin sömürge dili haline gelmemesi çok önemlidir.

   * * *

     Dilimizde ikiz sesli kelime yoktur. ‘ANA’ sözcüğü öz Türkçedir ama günümüzde çoklukla ‘ANNE’ sözcüğü kullanılmakta. Aslı ‘eliğ’ kelimesi ‘elli’ olarak kullanılmakta.  Neden? Çünkü söylenişi kulağa daha hoş ve akıcı geliyor. Demek ki halkın benimsemesi çok önemli...

     Cehennem kelimesi de Arapça ama dilimizden atamadık... Çünkü yerleşmiş durumda. Öz Türkçede ‘Tamu(ğ)’ olarak kullanılan bu sözcük ölüdür. Diriltmeye de gerek yok. Çünkü dil yaşayan bir varlıktır deniyor ya…   Hele “Cennet’i” atalım… Hayallerimizin en güzel mekânına ne ad vereceğiz? 

     Doğrusu şudur ki diller bazı kelimeleri ortak kullanmak zorundadırlar. Ama abartarak ve aşırı tarafgirlik içinde olmadan…

     Geçmişten günümüze dilimize sahip çıkan pek çok ‘yazar, şair ve ozanlarımız’(*) olmuştur demiştik. Bunları saymakla bitiremeyiz. Bazılarından örnekler verirsek yadsınamayacak çalışmalar yaptıklarını görebiliriz.

     Bazı dilciler -sel/sal ekinin Türkçe olduğunu, buna da örnek olarak “kumsal” kelimesini gösterirler.

     Dilde Türkçülük hareketinin ilk izleri Ahmet Vefik Paşanın Lehçe-i Osmanî’ye yazdığı önsözde görülür. Vefik Paşa, Türkçenin tarihî derinliği olduğu kadar, konuşulduğu geniş alanla da büyük dillerden biri olduğunu vurgular. 

     “Lehçe-i Osmanî” de kumsal kelimesi: “Kum karışık olan arazi, deniz kenarı- kumsal yer, kumlu yer” manasındadır. Bu nedenle -sel/ sal eki, kökü eskilere gitmeyen sonradan “uydurmacıların en gülünç uydurmalarındandır.”

     Kullanılış alanı çok dar ve kısıtlı olan bu -sal / -sel eki, dil devrimi sırasında gün ışığına çıkarılmış ve Arapça -î nispet ekinin yerini almak üzere anlamı genişletilerek her yerde kullanılmaya başlanmıştır.  

     İlmî yerine bilimsel, şahsî yerine kişisel, kutsi yerine kutsal, maddî yerine maddesel, manevî yerine tinsel, içtimaî yerine toplumsal- sosyal, nakdî yerine parasal, millî yerine ulusal, gibi.

     Bu üretilen ya da türetilen kelimelerin bazıları geniş bir kullanım alanında söyleyişe ve anlama uyum sağladı. Ancak günümüzde toplumun büyük bir kesimini saran ‘sal-sel’ hastalığı gerçekten bir hançer misali dilimizi durmadan kanatmakta. Pek çok kelimenin sonuna bilerek bilmeyerek, söyleyecek kelime bulamadığımızda ekleyiveriyoruz… Hatta bazılarımız kendine bir hava katma arzusuyla palyaçolaştığını anlayamıyor her kelimeye sal sel ekleme sevdasıyla… Sonunda öyle bir cümle kuruyor ki, noktayı koyduğunda anlamı aramaya başlıyor ama boşuna…

    Nihat Sami Banarlı’nın ifadesiyle “Türkçemizi sala bindirip sele bırakıyoruz.”

    Cumhuriyetten bu tarafa bazen, gelen uydurmacılık rüzgârı içinde dilimiz ağır yaralar aldı. Nice anlı şanlı adamlar televizyonlarda ve gazetelerde çatıştılar… Savundukları da Atatürk idi akıllarınca… 

    Osmanlının son yıllarında başlayan dilde sadeleşme çalışmaları Cumhuriyet döneminde oldukça hız kazanmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’te her türlü yenileşmeye büyük önem verdiğinden hemen işe başlamış hızla takipçisi olmuştur. Yapılan ilmi çalışmalar Türkçeyi güçlü bir yapıya oturtma çabasından kaynaklanmıştır. Ama zaman içinde dilimizde egemen olan yabancı kökenli kelimelerin Türkçeleştirilmesi çalışmasının abartıldığını, uydurmacılığın dilimizi perişan ettiğini görerek çalışmaları durdurmuştur.

    Falih Rıfkı ATAY’ın ifadesiyle,  ““Bir gün beni yanına çekip; “Çocuk, çıkmaza girmişizdir. Dili bu çıkmazda bırakamayız, tabii yola döneceğiz.” Demişti, diyerek yanlışta ısrardan vazgeçmiştir.””

     Atatürk’ün ölümünden sonra bu arılaştırma çalışmaları yeniden hızlandırılmıştır. Öyle ki bazen de dilimizi kaldırım malzemesi durumuna düşürecek kadar basite indirenler dahi olmuştur.

                                                                    * * *

     Aşk, Arapça kökenli olup orijinali "Işk" tır. Işk ise sarmaşık demektir. Nasıl ki sarmaşık bulunduğu ortamı veya tutunduğu şeyi sarıp sarmalarsa, “Dilimize aşkla sarılıp yüceltmek ve saygınlığını devamlı kılmak temel görevimiz olmalıdır öncelikle biz öğretmenlerin. Ama bize destek olması, yardım etmesi gerekenlerin de bu aşka kör bakmamaları şarttır. Her vatandaş nasıl evladına sarılarak koruyorsa biz de dilimize öyle sarılmalıyız.” 

    Dilimiz namusumuz olduğuna göre, bunu kural olarak benimsemek aşırı bir davranış değildir. Çünkü aşık maşukunu üzmez.

     Hiçbir dile düşmanlık düşüncesinde değiliz ama Arapça veya Farsça olarak dilimize yerleşen ve herkesin bildiği bir kelimeyi atıp yerine mutlaka bir batı sözcüğünü almak ve ısrarla kullanma hastalığından da vazgeçmeliyiz.

    “Yaşayan Türkçemize” sahip olarak dilimizi layık olduğu değerde yaşamasına özen göstermek dilde milliyetçiliktir. Bu değerimizi kaybetmek kimliğimizi kaybetmektir.

(*) Yazar; yalnızca ‘nesir’ düz yazı yazan,  Şair; yalnızca ‘şiir’  yazan,  Ozan; Yazdığı şiiri saz eşliğinde çalıp söyleyendir. “N.F.Kısakürek bir yazardır ve mükemmel bir şairdir ama ozan değildir.” “Aşık Veysel hem ozandır hem şair. Aşıklık farklı bir beceridir. ”

   NOT:  1- 2017 YILI “DİLİMİZ KİMLİĞİMİZDİR” KONULU ÖĞRETMENLER  ARASI -TÜRKÇEYİ DOĞRU VE GÜZEL KULLANMA YARIŞMASI- İZMİR İL BİRİNCİLİĞİNE LAYIK GÖRÜLMÜŞTÜR.

             2- Şartname gereği hazırlanan yazıya derecelendirmeden sonra eklemeler yapılmıştır.

                                                                                                          Mustafa YAMAN

                                                                                            

( Dilimiz Kimliğimizdir!!! başlıklı yazı yamanhoca tarafından 16.12.2022 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.