M. NİHAT MALKOÇ

           

            Liderler pek çok özellik sahibi olmak mecburiyetindedirler. Atatürk, yiğit bir asker, dahi bir kumandan, gerçekçi bir devlet adamı ve ileri görüşlü bir inkılâpçıydı. O, çok şöhretli bir insan olmasına rağmen hiçbir zaman kibir ve gurur hastalığına kapılmamıştır. Daima halktan bir insan olarak yaşardı. Nefes aldığı müddetçe Türk olmaktan gurur ve şeref duydu. Onun içindir ki: “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünü söylemiştir. O, yaptığı icraatları şahsına mal etmedi; milletiyle paylaştı. Mütevazılığın bir gereği olarak kendisinde bir harikuladelik görmüyordu. Kendisini halktan bir kişi olarak sayıyordu. Ölümden korkmadığı için her türlü tehlikeye korkusuzca atılabiliyordu. Her zaman ordunun başında yer almıştı. İçinde besleyip büyüttüğü tutku derecesindeki vatan sevgisi, onun gücüne güç katıyordu.

            Atatürk, milleti için doğru bildiklerini yaparken hiç tereddüt etmedi. Neyi ne zaman yapacağını çok iyi biliyordu zira. Yani zamanlaması fevkalâdenin fevkindeydi. Doğru zamanda doğru işler yapmak, prensiplerinin başında geliyordu. Barış ve dostluktan yanaydı. Ortalığı karıştırmaktan sakınırdı. Doğru zamanda doğru işler yapardı. Onun inkılâplarının toplum tarafından kısa zamanda benimsenmesi, bu özelliğinin delili olsa gerek. “Hasta adam” olarak nitelendirilen bir milleti ayağa kaldırarak şahlandıran Atatürk, kendi deyimiyle az zamanda çok ve büyük işler yapmıştır. Dünyanın egemen güçleri tarafından ezilmiş, dışlanmış ve horlanmış olan Türk milleti, Atatürk sayesinde geçmişteki itibarına kavuşmuştur. Atatürk en kötü şartlarda bile başarılı olunabileceğini bizzat icraatlarıyla ispatlamıştır.

            Gazi Paşa, öze önem verirdi; kabukla ilgilenmezdi. İlke ve inkılâplarıyla, genç Türkiye Cumhuriyeti’ne ruh ve heyecan katmıştır. Milletimiz onunla aşağılık kompleksinden kurtulmuştu. Onun masmavi ve emin bakışlarıyla, ümitleri ve hayalleri kırılmış olan halkımıza özgüven gelmişti. Yıllarca itilip kakılan Türk insanı, kendisine itibarını iade eden Ata’sına şükran borçluydu. Bu borcunu onun ilke ve inkılâplarına sımsıkı sarılmakla ödemektedir. Bu millet, vatan sevgisini ondan aldığı şerefli bir miras olarak görmektedir.

            Ufuklar gülerdi o güldüğünde… Dağlar dile gelirdi bakışları zirvelere kilitlendiğinde. Koskocaman yüreğinde nice sevgiler taşırdı aydınlığa. Bir güneş gibi parlaktı onun masmavi gözleri, umut taşırdı sonsuzluğa yakuttan sözleri… Bir milletin kalbi çarpardı göğüs kafesinde. Millet olmak ve millet kalmaktı en büyük ideali… Umutsuzluk yazmazdı onun kitabında. Zor zamanlarda bile bir çıkış yolu bulunabilirdi. Çaresizlik, zihinleri çöplüğe dönenlerin uydurduğu bir mazeretti ona göre. Geleceğin ihtişamı onun aynasından yansırdı. Yokluklar dağ olsa da o, bunun üzerinden aşıp zirvedeki aydınlığa ulaşmasını bilirdi. Yorulmak onun felsefesinde olmayan bir kavramdı. Zira zafer yolunda yorulmak kabul edilemezdi. Çalışarak dinlenirdi o. Keza, hayatını milletine adamıştı. Aklının ucundan bile geçmezdi ölüm korkusu.  Hem hayat denizinde kulaç atarken boğulmak akla gelmezdi ki!

            O, karanlıkları aydınlatan bir ışıktı. Bir deniz feneriydi o. Uzak ufuklardaydı keskin bakışları. Bugünden çok, yarınlardı onun zihnini meşgul eden. Masmavi bakışlarıyla engin denizleri aşarak Samsun'a, milletine koşmuştu esaretin paslı zincirlerini kırabilmek için. Dalgaların şiddeti onun azim ve irade duvarına çarparak yol açmıştı Karadeniz’in kutlu özgürlük yolcusuna. O, yolunu kaybedenlere kılavuzdu uçsuz bucaksız yollarda. Anadolu’ya ışık götürmeye ant içmişti. Yüce dağları, yalçın kayaları aşarak güçlü ışığıyla aydınlatmıştı yürekleri. Mazlumların akan gözyaşlarını silmişti gül kokulu mendiliyle. Bir ulusun makûs talihini yenmeye karar vermiş ve de yenmişti azim ve kararlılıkla. İnsanca ve özgürce yaşamanın mücadelesini vermişti zorluklara göğüs gererek. İnanmış ve başarmıştı neticede.

            O, Conkbayırı ve Anafartalar kahramanıydı. Vatan sevdalılarının sesinin güçlü yankısıydı. Esir bir milletin özgürlük için atan nabzıydı. Karadeniz'in deli dalgaları gibiydi. Esaretin kıyısındaki bir millete ümit ışığı olup can ve bölünmez bir vatan vermişti o. Milletin üzerine oynanan oyunları bozmuştu basiretiyle. Vatanın ebedî bir bekçisi olduğunu, kendisinden sonra da onun yolundan gidenlerin bu davaya sahip çıkacaklarını biliyordu.

            O, zaman olarak kısa sayılabilecek, içerik olarak dopdolu bir ömrü milletine adamıştı. Gecelerini gündüzlerine katarak milletinin aydınlık geleceğini inşa etmekle uğraşmıştı. O,  “Millete efendilik yoktur, hadimlik (yani hizmet etmek) vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisi olur.”sözüyle ne kadar halkçı olduğunu da göstermişti.  Millet onunla güldü, onunla rahat nefes aldı. O, ufuklardan bir güneş gibi doğdu umutsuzlukla dolan kırık kalplere.

            O; başı göklere değen Ağrı’ydı, Erciyes’ti, Kaçkar'dı. Coşkun akan Fırat’tı, Kızılırmak’tı, Sakarya’ydı. Bozkırın ortasında umuda yol alan kağnıların gıcırtısıydı. Yitirilmiş Selanik’ti,  Manastır’dı, Tuna boyuydu. Esaretin bozkırında özgürlüğe susamış bir milletin can suyuydu. Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da milletin atan nabzıydı. Türk’çe düşünen, Türk’çe yaşayan bir milletin alın teriydi. Tutsaklığın çöllerini yeşerten özgürlük sağanağıydı. Ege’de zeybek, Karadeniz’de horon, Erzurum’da bardı.

            O; masmavi göklerde dalgalanan ay yıldızlı bayraktı. Ordu’da fındık, Adana’da pamuk, Konya’da buğday, Rize’de çaydı. Gönül coğrafyasına düşen uyanışın öncüsü dördüncü cemreydi. Esaret yangınında şerha şerha yarılan yüreklerin hürriyet pınarıydı.

Balkanların bağrından kopup gelen kökü çok derinlerde olan bir özgürlük çınarıydı.

            O; Mevlâna’da hoşgörü, Yunus’ta sevgiydi, yiğit Köroğlu’nun attığı nârâydı. Deli tayların yelelerini tarardı düş(ünce)lerinin rüzgârı. Mersin’de yörük, Sivas’ta canlara yoldaş, Erzurum’da dadaşlara kardaştı o. Gönül bahçelerinde kanayan bir karanfildi, dikenler içinde göz alıcı bir goncaydı. Ayder’de, Uzungöl’de, Gözne’de dört yapraklı yoncaydı.

O, hakikat denizinde iri bir damlaydı; gözleri kamaştıran bir inciydi.  Gökteki en parlak yıldızdı şüphesiz. Işığını, baştan başa zaferlerle dolu şerefli Türk tarihinden alıyordu. Onun eseridir ateş denizlerinde baruttan gemiler yüzdürerek selâmet sahiline çıkan bu güzel vatan. O ki, geleceği görerek tarihin enkazı üzerinde yepyeni bir vatan inşa etmiştir.

Gönül burçlarımızda dalgalanan bir bayraktı o. Yüreklerimizdeki kıvançtı. Zaman ırmağında akan berrak bir suydu. Dik yokuşları düz eden, kendi nefesi yetmediğinde milletin nefesiyle nefeslenen, dağ bayır demeden hazla ve hızla koşan bir özgürlük yolcusuydu. Onun gönlünde sönmeyen bir meşale vardı, bunun adı özgürlüktü hiç şüphesiz. Tam özgürlük…

Şimdi gönüller o güneş sarısı saçlarına, o gök mavisi gözlerine hasret… Belki bir gün yine çıkıp gelir diye hasretle yolunu gözlüyorlar Samsun ufuklarından. Sakarya Nehri hasretinden akıp durmakta, Ağrı Dağı’ndaki ak bulutlar onun özlemini taşımakta bembeyaz heybelerinde. Bahçeler öksüz, çiçekler boynunu bükmüş yokluğunda. Karadeniz’in masmavi suları yine bir 19 Mayıs sabahı Bandırma’nın ayaklarına kapanıp alnından öpmeyi arzuluyor.

Zaman uzadıkça efkâr da uzar gider Dolmabahçe yolunda, Anıttepe’de, Dumlupınar’da, Rasattepe’de, Samsun ufuklarında. Sevgi harmanımız, gönderdeki bayrağımız bir rüzgâr bekler. Buz tutan yürekler sıcaklığına, çatlamış topraklarımız, boynunu bükmüş başaklarımız cömert bir yağmuruna hasret… Karanlıklar güneşin yolunu gözler.

Bu necip millet büyük bir vefa duygusuyla onun izinden giderek onu yaşatmayı bildi. Onu sevmeyi, vatanı ve milleti sevmekle özdeş saydı hep. Ona koşmayı, ışığa koşmak olarak gördü. Dünya durdukça o parlak ışığa koşacak bu millet; bir pervane misali, aşkla ve umutla!

Atatürk, en çok da diklenmeden dik duran, üç kez şereflendirdiği aziz Trabzon'dur. Vatanperverliklerine hayran kaldığı Trabzonluların fahri hemşehrisidir o. O ki masmavi gözleriyle bu yemyeşil kadim şehre tepeden bakan Soğuksu sırtlarıdır. Bu şehir, Ata'nın aziz milletine vasiyetini yazdığı, tarihe tanıklık eden müstesna bir yerdir aynı zamanda.

            1938 yılının bir 10 Kasım sabahı, onu Türk milletinin içinden maddeden söküp aldı.

On Kasımlarda yas tutmak ona duyulan sevginin ölçüsü değil. Sevginin belirtisi ağlamak, yas tutmak olmamalı zira! Sevgi sahiplenmektir biraz da. Atatürk’ü ne kadar yaşıyorsanız o kadar seviyorsunuz demektir. Atatürk’ü sevmek kuru lâfla ve hamasetle  olmuyor. Onu candan sevenler, bu milletin değer(li)lerini de sevmek durumundadır. Çünkü Atatürk bu değerler manzumesinde doğdu, büyüdü ve yüceldi. XXI. yüzyıla girdiğimiz bu zamanda Atatürkçülüğün neresindeyiz? Bu hususta kendi iç dünyamızda bir muhasebe yapmalıyız.

( Ateş Denizlerinde Mumdan Gemi Yüzdürmek başlıklı yazı M.Nihat Malkoç tarafından 20.05.2023 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.